18 Mayıs 2009

KUMAR SHRESTHA

Karadeniz yemekleri yapan Nepal’li aşçı Kumar Shrestha… Ekmeğini kazanma mücadelesi veren insanların, tipik öykülerini ilgiyle okuduk çoğu zaman. Bunlar arasında öyle ilginç olanları var ki insan inanmakta güçlük çekiyor. Kumar’ın hikayesi de bunlardan biri… Çoğumuzun haritada yerini bile bilmediğimiz Nepal’den biri, ağzında ekmek taşıyan aslanı takip ediyor ve çoğu Nepallinin haritada yerini bile bilmediği Antalya’ya kadar kovalıyor onu. Gel zaman git zaman, güler yüzlü Nepallinin yolu Karadeniz mutfağına çıkıyor ve Nepalli bir Karadeniz yemekleri aşçısı oluveriyor. Ekmek kavgası bu… Kolay değil.
İki sene önce bizim Nepalli, bir de eniştemiz olmaz mı? Temel bir gün… Pardon Kumar, bir gün rafting yapan bir botun devrilmesi sonucu nehre düşen bir Türk kızını kurtarır ve aralarında başlayan aşk evlilikle sonuçlanır. Aşk filmlerini aratmayan bu hikayenin sonunda, şimdilerde baba olmaya hazırlanan Nepalli Kumar, yaşadığı heyecanı, aşçılık serüvenini, özlemlerini ve hayallerini bizlerle paylaştı.
Son derece alçakgönüllü, öğrenmeye açık, güler yüzlü ve sıcakkanlı olan Kumar Shrestha, çalışkanlığıyla da çalıştığı işletmenin gözbebeği… Patronunun bize övgüyle bahsettiği Kumar Shrestha Müslüman olduktan sonra “Ömer” ismini kullanmaya başlamış. Türkleri ve Antalya’yı çok seven Kumar Antalya’da yaşamaktan son derece memnun ve başarılı bir Karadeniz yemekleri aşçısı…

- Antalya’ ya ilk kez ne zaman geldin?
Antalya’ya ilk kez 2004 senesinde rafting rehberi olarak geldim. Sezonluk çalışıp dönüyordum. Antalya’da sezon bittiği zaman Nepal’ de sezon başlamış oluyor. O zamanlar aşçı değildim. Nepal’ de yaşadığım zamanlarda 1 yıl Çin ve Nepal mutfağında çalışmıştım. Daha sonra rehberliği bıraktım ve aşçı oldum.
- Antalya’ da senden başka Nepal’ den gelip yaşayanlarda var mı?
Antalya’ da yaşayan sadece ben varım. Yazın sezonluk rehber olarak gelen iki arkadaşım var. Onlarda sezon bitince Nepal’ e geri dönüyorlar. 2004 yılından beri Nepal’ e hiç gitmedim. Ailemle sadece telefonla ve internetle görüşebiliyorum. İyi ki teknoloji var.
- Antalya’ da ki ilk iş tecrüben nedir?
Buradan önce bir süre 24 saat açık olan bir çorbacıda çalıştım. Kelle-paça, işkembe falan yapmayı öğrendim. Aslında size Nepalli bir işkembeci ne kadar komik geliyorsa, bana da çok komik geliyor. Ben de kendimi düşününce çok gülüyorum. Türkçemde çok iyi olmadığı için söylerken daha komik oluyor.
- Antalya’ da Karadeniz yemekleri yapan bir restoranda çalışıyorsun. Bu işi nasıl buldun?
İnternetten başvurmuştum. İlk önce garson olarak çalışmaya başladım. Ama daha sonradan Karadeniz yemeklerini öğrendim. ASMEK’ deki yemek kurslarına katıldım ve hem servis elemanı hem aşçı oldum.
- Karadeniz mutfağının Türk mutfağında geniş bir yeri vardır. Yemekleri öğrenmek zor olmadı mı?
Ben Nepal’ de yaşadığım yıllarda 1 sene mutfakta çalışmıştım. O yüzden çabuk öğrendim. Şu anda birçok yemeği yapabiliyorum. En çok sevdiğim de Karalahana çorbası ve Hamsili pilav… Hem güzel yaptığımı söylüyorlar hem de yemeği çok seviyorum.
- Nepal’ de de Türk mutfağı biliniyor mu?
Az bir şeyler duymuştum. Büyük otellerde senede bir kere Türk festivali yapılır. Festivallerde Türk yemekleri yapılır. O yüzden biraz biliyordum Türk mutfağını. Benim bildiklerim çok azmış. Türk mutfağı gerçekten çok zenginmiş. Çorbaların, tatlıların, sebze yemeklerinin ve kebapların çoğunu yapmasını öğrendim ama daha öğrenmem gereken çok şey var.
- Nepal’ de yemek kültürü nasıl?
Bizde yağlar çok farklı. Mesela bizde zeytin hiç yok. Zeytinyağını ise ilaç olarak kullanıyoruz. Eklemlerdeki ağrılar için bizde zeytinyağı ilaç olarak sürülür. Et olarak buffalo eti ve keçi eti yenir. Nepal mutfağında baharat ve acı çok kullanılır. Biz yiyecekleri daha doğal saklıyoruz. Sebzeleri kuruturuz ve kışında kurutulmuş olarak yeriz. Nepal’ de buzdolabında çok fazla yiyecek saklamayız. Toprak soğuk olduğu için toprağı depo olarak kullanıyoruz. 5- 6 metre derine patates, soğan gömeriz üzerini de örtüp toprakta saklarız…
- Antalya’ nın ikliminde yaşamaya alışabildin mi?
Nepal düşünüldüğü gibi soğuk bir ülke değil. 1500 metrede yaşıyoruz ama sıcaklık yaz ve kış aylarında +20 ile +32 derece arasındadır. Burada kışın ben çok üşüyorum yazında çok sıcak geliyor. Dört sene oldu Antalya’ya yerleşeli ve daha yeni alışıyorum.
- Antalyalılarla aran nasıl? Türkleri sevdin mi?
Antalyalıları ve Türkleri çok seviyorum. Onlarda beni çok sevdiler. Özellikle yolda yürürken küçük çocuklar peşimden koşuyor ve “Sen Jackie Chan değil misin? Jackie Chan Antalya’ya gelmiş” diyerek öpmek istiyorlar. Türk insanı çok sıcakkanlı ve yardım sever. Aile yapınız bizimkilere çok benziyor. Bizde de abla, ağabey, kardeş, anne ve baba çok önemlidir. İlk Türkiye’ye geldiğimde Türkçe hiç bilmiyordum. O zaman biraz zorlandım. Bir arkadaşımla İstanbul havaalanına indik. Taksiye bindik ama Taksim’e gitmek istediğimizi bir türlü tarif edemedik. O günü hiç unutmuyorum. Dalaman’ da bir yayla köyüne geldik. Rafting rehberliği için. 2 ay yanımızda getirdiklerimizi yedik ama yiyecekler bitince Türk yemeği yapmayı öğrendik ve çok sevdik.
- Eşinle o zaman mı tanıştınız?
Türkiye’ ye geldiğim yıl tanıştık. Rafting rehberliği yapıyordum. Ben yabancıları gezdiriyordum. Nehirde Türklerin olduğu bot devrildi, ben de nehre düşen ve boğulmak üzere olan bir Türk kızını kurtardım. Hayatımın aşkını kurtarmışım aslında… Daha sonradan arkadaşlığımız ilerledi ve evlendik. Ailem düğüne gelemedi. O yüzden eşimi Nepal Fahri Başkonsolosu Günseli Malkoç istedi. İlk defa bir Türk kızı Nepal’ e gelin oldu. Hem İstanbul’ da hem de köyde düğün yaptık. Köyde düğün yaparken gördüm ki birazcık bizim oralardan da bir şeyler var. Şimdi eşim Sibel 5 aylık hamile… Çok heyecanlıyım. Çocuk doğduktan sonra beraber Nepal’ e gitmeyi çok istiyoruz. Kardeşlerim ve babamla ilk kez tanışacaklar.
-İlk görüşte aşk diyebilir miyiz?
Sanırım ilk görüşte aşk bu olsa gerek. Evlenmek için üç sene bekledim ve sonunda evlendik. Sibel o yaz tatilini Mısır’ da geçirmek istiyormuş. Tur iptal edilince ablasıyla birlikte Bodrum’a gelmişler. Onu kurtardığımda, gözlerini açınca ilk gördüğü kişi bendim. Daha sonra telefonla görüşmeye başladık. Ben Nepal’ e geri döndüm. Ertesi yıl tekrar geldim ve evlenmek istediğimi söyledim.2006 yılının sonunda da evlendik.
-Rafting rehberliğini bırakıp aşçı olmayı seçtin. Neden böyle bir karar aldın?
Rafting rehberliğini çok seviyorum. Ama artık evlendim ve sezonluk olmayan bir işe ihtiyacım vardı. Nepal’ de yaşamak daha ucuzdur. Burada hayat daha pahalı, geçinmek daha zor. Geçinmek için çok çalışmam gerekiyor. Evlendiğim için düzenli bir hayatım olsun istedim. Çalışmayı çok seviyorum. Çalışmadan duramıyorum. Mesela burada mutfakta işim bittiğinde dışarı çıkıp servise yardım ediyorum. Hem yeni şeyler öğreniyorum hem de boş durmamış oluyorum. Fırsat buldukça da kitap okumayı seviyorum.
-Karadeniz yemekleri dışında en güzel hangi yemekleri yapıyorsun?
En güzel Çin böreği ve Çin mantısını yaparım. Nepal Çin ve Hindistan’la komşu bir ülke ama Çin mutfağından daha çok etkilenilmiş.
-Peki bize “Çin Mantısı” nın tarifini verir misin?
Tabiî ki. Çin mantısını malzemeleri ve yapılışı kolay olduğu için herkes yapabilir.
Çin Mantısı (4 Kişilik)
Hamuru için
2 Su bardağı un
1 adet yumurta
Su (yeteri kadar)
Tuz
İç Malzemesi için
200 gr. Kıyma
Yarım çay kaşığı kimyon, Hint baharı, yenibahar, zencefil tozu, tuz, karabiber
1 soğan (rendelenmiş)
Bir tutam maydanoz.
Yapılışı
Hamur için tüm malzemeyi karıştırarak yoğurun.15 dakika dinlendirin. Hamurdan çay tabağı büyüklüğünde yuvarlak parçalar yapın. İç malzemeyi karıştırın ve bir kaşık yardımıyla hazırladığınız hamurun ortasına yerleştirin. Mantıyı ikiye katlayın, bir kanadı düz kalacak şekilde ve diğeri de onun altına yapışacak şekilde kıvırarak kapatın. İçi kaynar su dolu bir kaba oturtulmuş delikli kaba dizin ve ağzını kapatın. 20-25 dakika kadar buharda pişirin. Ya da buharınız yoksa yağda kızartabilirsiniz. Üzerine rendelenmiş ve kavrulmuş domates sosu dökülerek yeşillikle servis yapılır. Afiyet olsun..
- Karadeniz mutfağı hariç Türk yemeklerinden en çok hangi yemeği sevdin?
Ben kebapları çok sevdim. Adana ve Urfa kebap yapmayı da öğrendim. Izgaraları çok seviyorum. Evde de eşim hamile olduğu için yemekleri ben yapıyorum. Mesela ben ilk defa incir ve dut meyvasını Antalya’da yedim. Çok değişik geldi tadı. Siz Türkler tatlı ve şekerli yiyecekleri çok seviyorsunuz. Biz sizin kadar tatlıya düşkün değiliz. Siz de çok farklı tatlı çeşitleri var.
- Arkadaşların sana “Ömer” diyorlar. Niçin kendi ismini kullanmıyorsun?
Ben evlenmeden çok önce Müslüman oldum. Okudum, öğrendim ve Müslüman olmaya karar verdim. Nepal’ de yaşarken budizme inanıyordum. Daha sonradan “Kumar” ismi Türklerde kötü bir anlama geldiği için kullanmamaya karar verdim. Aslında Kumar Nepalce’de “prens” anlamına gelir. Kumar’ın Türkiye’deki anlamı tam tersi oluyor, Kumar ayıp oluyordu ama Ömer güzel oluyor.
- Türkiye’ de en çok hangi gelenek seni şaşırttı?
En büyük şaşkınlığı bayramda yaşadım. Bütün gün boyunca evin kapısı şeker toplamaya gelen çocuklar tarafından çalınınca ben de ‘Neden bu kadar çocuk beni ziyarete geliyor’ diye düşünmüştüm. Daha sonradan bunun sizin bir geleneğiniz olduğunu öğrendim.
- Karadeniz yemekleri yapılan bir restorantda çalışıyorsun. Müşteriler seni görünce şaşırıyorlar mı?
Evet çok şaşırıyorlar. Nepal’ den geldim dediğimde şaşırıyorlar. Türkiye’de Nepal’ in ismini bile duymayanlar var. ‘Afrika’da bir yer değil mi’ veya ‘Nepal diye bir ülke mi var’ diye soranlar bile oluyor. Evet, Asya’da Nepal diye bir ülke var ve çok eski bir medeniyet. Hatta Nepalce ile Türkçenin ortak kelimeleri bile var. Kalem, avukat, adalet gibi kelimeler bizde de aynı anlamlarıyla aynı şekilde kullanılır.
- Türkçe’ yi yeni öğreniyorken Karadeniz yemekleri yapmak zor olmadı mı?
Ben yüzde doksan Türkçe anlıyorum, yüzde altmış da konuşuyorum. ASMEK’ deki hocalarım bana bu konuda çok yardımcı oldular. Yiyeceklerin adını öğrendikten sonra daha kolay oldu. Sadece hızlı konuşulduğu zaman anlayamıyorum. Türkçe’ yi grameri ile öğrenmek istiyorum. Çünkü aşçılık artık benim mesleğim ve ben kendimi bu konuda geliştirmek istiyorum. 45 yaşımdan sonra rafting rehberliği yapamazdım o yüzden hem kendimin hem de ailemin geleceğini garanti altına almam gerekiyordu.
- Bundan sonrası için hayallerin neler?
En çok istediğim şey Türkçe kursuna gitmek. Şu an maddi durumumuz müsait olmadığı için gidemiyorum. Ama ilk fırsatta gitmek istiyorum. Karadeniz yemekleri yapıyorum ama Karadeniz’i de hiç görmedim. Bir de Karadeniz’e gitmek istiyorum. Ben aslında doğallığı çok seviyorum. Orman içinde bir evde yaşamak isterdim. Nepal’ de inşaat çok yoktur. İnsanlar daha doğal yaşıyorlar. Bir de aşçılığımı geliştirip iyi yerlere gelirsem seyahat etmeyi planlıyorum. Fransız, Meksika ve İtalyan mutfaklarını da öğrenmek istiyorum.
- Türklerle Nepalliler arasında kültürel benzerlikler görüyor musun?
Karadenizliler ile aramızda benzerlikler var. Yöresel kıyafetleri bizimkilere benziyor. Oyunları bizimkilere benziyor. Mesela ben Davut Güloğlu’ nu çok seviyorum. İnsanoğlu güney Asya’dan yaşama başladı. Çok olmasa da benzerlikler olduğunu gördüm. Özellikle sizin köy hayatınız ile benim doğup büyüdüğüm yerler birbirine benziyor.
- Nepal’in geçim kaynağı nedir? Halk geçimini nereden sağlıyor?
Tarım ve turizm bizimde geçim kaynağımız. Elma ve muz likörlerimiz çok meşhurdur. Nepal’ e turla gelenler birkaç gün sadece bilinen yerleri geziyorlar ama yeterli olmuyor. Katmandu Nepal’ in başkenti ve turizm açısından çok önemli bir yer. Dünyanın en yüksek dağı olan Everest Dağı’nın turizmimizde çok önemli bir yeri var. Biz Nepal’ de resmi dil olarak Nepalce konuşuyoruz ama 32 farklı dil kullanılıyor. Aynı sizde ki Kürtçe gibi bilmeyen biri anlayamıyor.
- Nepal’ deki siyasi gelişmeleri takip ediyor musun?
Şimdi krallık yıkıldı ve cumhuriyet olacak. Bütün halk cumhurbaşkanını seçmeye hazırlanıyor. Krallığın yıkılması Nepal için çok daha iyi oldu. Halk zaten krallık sisteminden memnun değildi. Krallıktan memnun olan azınlıktı. Türkiye’ de ise politikadan uzağım…

Kumar Shrestha Kimdir?
1975’ de Nepal’ in Rasuwa şehrinde doğdu. Üniversitede Turizm ve Ekonomi Bölümünü bitirdi. 1994’ de Rafting Rehberliği yapmaya başladı. 2004 yılında rehber olarak geldiği Antalya’ da hayatını kurtardığı Türk kızı Sibel’ e aşık olunca 2006’ da onunla evlendi. Nisan 2008’ den beri Tuğra Karadeniz Yemekleri Restorantı’ nda aşçı ve servis elemanı olarak çalışmaya devam etmektedir.

KAYHAN DÖRTLÜK


Antalya bir zamanlar Anadolu’da yaşayan ve Anadolu kültürüne biçim veren ilk kavimlerin bölgesiydi. Şehrin merkezinde neredeyse her köşede tarihi bir eser karşımıza çıkıyor. Antalya civarındaki bölge hayranlık uyandırıcı tarihi kalıntıların Türkiye’deki en önemli kaynağı ve Suna- İnan Kıraç Anadolu Medeniyetleri Araştırma Enstitüsü (AKMED) Türkiye’nin ilk araştırma enstitüsü olarak 12 yıl önce açıldı.
Binlerce kitap yazıldı medeniyetler boyunca… Binlerce tarihi eser geçmişimizle beraber kaybolup gitti. Bütün bunların yanında tarihi mirasımıza sahip çıkmayı öğrenebildik mi?
AKMED Enstitüsü Müdürü Kayhan Dörtlük, hayatını müzeciliğe ve arkeolojiye adamış bir araştırmacı… Dörtlük, tozlu rafların arasında görmeye alışık olduğumuz tarihi eser sergileme çalışmalarını değiştirmiş ve Türkiye’de ilk defa kullanılan sergileme teknikleri ile bizi zamanda keyifli bir yolculuğa çıkardı.
Birçoğumuzun müze denilince aklında kalan tek anı, belki de çocukluğuna ait… Okul gezilerinde tek sıra halinde müzeye giriş ve hiçbir şeye dokunmayın uyarıları altında hızlıca gezilip çıkılan bir yer çoğumuz için…
Antalya Kaleiçi’nin gururu Suna-İnan Kıraç Müzesi ise alışılanın aksine farklı dizaynı, pırıl pırıl rafları ve muhteşem aydınlatmasıyla adeta tarihi bir ziyafet sunuyor.
Geçtiğimiz günlerde Almanya Nürnberg’de “Gezginlerin gözüyle Antalya” sergisini açan Kayhan Dörtlük, 17. yüzyılda Antalya’dan geçmiş olan bir Nürnbergli gezginin anılarına da yer verdiği sergisinde Antalya’yı dönemin gezginlerinin gözüyle anlattı. Nürnberg’de övgüyle karşılanan serginin hazırlık aşamasında, Antalya’da hiç bilinmeyen bazı eski gravür, resim ve fotoğraflara da ulaşıldı.
“Araştırmacı yönüm sayesinde çok farklı şeylere ulaşıyorum” diyen Kayhan Dörtlük, bugünlerde Antalya’da her yıl düzenlenen ve rekor katılımcı sayısına ulaşılan etkinliklerin hazırlığını yapıyor.
Müzelerin işletmelerinin en kısa zamanda özelleştirilmesi gerektiğini söyleyen Dörtlük, klasik müzecilik anlayışı yüzünden Antalya’ya gelen yabancıların müzelere gitmediğini ve tarihi mirasımıza yeterince sahip çıkamadığımızın da altını çizdi.
Antalya’nın en önemli isimlerinden biri olan Kayhan Dörtlük’le Antalya’daki çalışmalarından, tarihi değerlerimizden ve Antalya’daki müzeciliği konuştuğumuz keyifli sohbetimizden sonra aklımda iki soru kaldı.
Tarih nerede saklı bilinmez. Satırlar arasında mı? Yoksa bizlerin bile göremediği küçük bir ayrıntıda mı?

—Antalya Müzesinin eski müdürüsünüz. Emekliliğinizin üzerinden 12 yıl geçti. Bu sürede neler değişti?
Antalya Müzesinde 17 yıl çalıştıktan sonra emekli oldum. Ne yazık ki Etnografya bölümü bıraktığım gibi duruyor. Bu müzenin içine Etnografya bölümü yakışmıyor. Ben ve meslektaşlarımın ortak fikri, Antalya’ya acil bir Etnografya Müzesi açılması gerektiğidir. Yeni bir bina olmalı ama Antalya’nın en büyük şansızlığı böyle bir müzeyi içine alabilecek tarihi bir bina yok Antalya’da… Osmanlı dönemine ilişkin anıtsal yapılardan hiç biri günümüze gelememiş. Yıllar önce Yivli Minare Camii Antalya Müzesiydi ve çok hoş bir müzeydi. Yeni yerine aceleyle taşındıktan sonra Etnografya bölümü çok sönük kaldı. Arkeoloji bölümü çok başarılı olmasına rağmen Antalya çok daha iyi bir müze yerini ve işletme mantığını hak ediyor. Bu yüzden de özellikle belirtmeliyim ki müzelerin işletmeleri özelleştirilmeli…
—Antalya tarihi yapısını koruyabiliyor mu sizce?
Antalya arkeolojinin cenneti… İlk kazılar 1946 yılında Perge ve Side’de başladı. Bu yörenin halkı arkeolojik kazılara oldukça aşinadır. Kazı çalışması yapılmayan köy ya da ilçe yok denecek kadar az… Neredeyse kazılarda çalışan işçilerde meslek babadan oğla geçiyor. Antalya bunlarla ne kazandığının farkında ama yeri gelince tepki çok fazla çıkmıyor. Aspendos Antik Tiyatrosunun haberlerini basından takip ediyorum, Perge konusunda, Termessos konusunda ya da eski eser kaçakçılılığı konusunda yeterince tepki vermediğimizi düşünüyorum. Yıl 2008. Hala Termessos’da bir lahiti parçalanmış görebiliyorsunuz. Bunlar olacak iş değil… Devletin olanakları belli ama burada da insan faktörü ve kişisel özveri işin içine giriyor.
—Müzelere ilginin arttırılması için neler yapılmalıdır?
İlginin az olması algılayışla ilgili… Bizler müzenin bir kere görülecek bir yer olduğunu düşünüyoruz. Müze kavramını hayatımızın içine almalıyız. Genelde konuşmalar “Ben gördüm” ile başlar. Kafadaki müze olgusu, müze bir kere görülür diye ve çocukluğunda bir kez müzeyi gezmişse bir daha gitmek istenmiyor. Hâlbuki batıda böyle değil… Batıda müzeler bir ihtiyaç gibidir. Bir dinlenme yeridir. Bir hafta sonu aileler çocuklarını müzeye götürdüklerinde çocuklar tekrar gitmeyi kendileri istemeye başlıyor. Batıdaki müzelerde kafeteryalar, alışveriş stantları çok daha gelişmiş durumda… Batıda müzeye gitmek sinema gibi, tiyatro gibi doğal bir ihtiyaç haline gelmiş.
—Bu yanlış algılayışın bir sebebi de müzelerin çalışma sistemi olabilir
mi?
Elbette çok önemli bir etken… Bizde müzeler biraz resmidir. Bizim müzelerimiz gridir. Türk bürokrasisi müzedeki birçok şeye engeldir. Kafeterya açamazsınız, müzelerde alışveriş yetersiz, hala otopark sorunları yaşanıyor. Antalya müzesinin 16 yıl müdürlüğünü de yaptım bundan önce… Maddi imkânsızlıktan dolayı temizlik malzemelerinde bile tasarrufa gidilir durumda şu anda… Yönetimde ciddi sıkıntılar var. Özelleştirme kesinlikle müze işletmelerinde yapılmalı… Otoparkından, tuvaletine, kafeteryasından, dinlenme yerlerine kadar profesyonel işletmelere verilmeli. Devlet sadece çalışan akademik personelden ve oradaki eserlerden sorumlu olmalı…
—Peki, şu durumda ziyaretçi sayısı nasıl?
Yılda bu şehre 8- 10 milyon yabancı geliyor. Ama müze ziyaretçisi yılda 100 bin kişiyi geçmiyor. Bu biraz garip değil mi? En azından bu turistlerin 2 milyonu müzelere niçin yönlenmiyor? Asıl bunu araştırmak ve bu konuda çalışmalar yapmak gerekir.
—Akdeniz bölgesindeki müzelerin sizce genel durumu yeterli mi?
Size iki farklı örnek vereyim. Burdur müzesi çok başarılı ve güzel bir müze… Ben Burdur müzesini inanın hayranlıkla gezdim. Başka bir gün ismini vermeyeceğim bir müzeye gittim. Sabah saat 11.00. Müzenin kapısında kocaman bir asma kilit… Müze açık mı diye sorduğumda, açarız hemen ziyaretçi olmadığı için kapalı cevabını aldım. Kendimi de tanıtmadım özellikle ki sistemi objektif değerlendirebileyim. Müzeyi açtılar ama küf kokusu ve rutubet kokusu o kadar keskin ki müzeyi gezecek insanı rahatsız edecek kadar kötü bir durum… Ne kadar acı değil mi? Ziyaretçisi olmadığı için pislikten ve rutubetten mahvolmuş. Bu iki müzede devlete ait… Burdur müzesi bu kadar başarılı ve temizken diğerinin bu durumda olması insan faktörünü devreye sokuyor. Yaptığınız işi en iyi şekilde yaparsanız en azından istikrarı sağlamış oluyorsunuz.
—Gezginlerin gözüyle Antalya sergisi Nürnberg’de nasıl tepkiler aldı?
Nürnberg’de bugüne kadar açılan ve Antalya’dan gelen en profesyonel en bilimsel sergi olduğunu söylediler. Nürnberg Belediye Başkanı sergide Nürnbergli gezgin Johann Wilt’in kitabına da yer verdiğimizi görünce bu hem onlar için çok hoş bir sürpriz oldu hem de başkanın “ Biz Nürnberg ve Antalya’nın kardeş şehir olmasının onuncu yılını kutladık. Oysa bizler 1640’ten beri kardeş şehirmişiz” sözleri ayakta alkışlandı ve bizlerin en büyük gururu oldu. Nürnberglilerin Antalya’yı deniz, güneş ve antik kentleriyle biliyorduk ama bu boyutuyla hiç bilmiyorduk demelerini sağladık. Doğru ve kaliteli işler mutlaka güzel sonuçlar doğuruyor.
—Gezginlerin gözünden Antalya’yı anlatma fikri nasıl ortaya çıktı?
Öyle bir sergi götürmeliydik ki hem Akdeniz Medeniyetlerine yakışmalı hem de farklı olmalıydı. Benim yıllardır merak sardığım bir konu gezginlerin gözüyle Antalya’nın anlatılmasıydı. Enstitümüzde bu konuyla ilgili çok sayıda belge ve kitabımızda vardı. Bir yıllık özverili bir çalışmayla ve gezginlerin çoğu batılı olduğu için batılı düşünceyle Antalya’yı anlatma fikri düşündüğümüzden de başarılı oldu. M.Ö. 1. yüzyıldan 1908 yılına kadar olan gezginlerin arasından 28 tanesini seçtim ve bu gezginlerin görselleri ne olacaktı. En önemli soru buydu. Her gezginin kitabında görsellere ulaşmak mümkün olmadığı için yurt dışından da çok ciddi paralarla Antalya resimleri ve gravürleri satın aldık. Sonunda çok kusursuz bir arşiv ve hiç bilinmeyen Antalya ile ilgili birçok yeni belgeye ulaştık.
—Kaleiçi müzesi sizce yeterli ilgiyi görüyor mu?
Kaleiçi müzesi de gerekli ilgiyi görmüyor. Bunu yıllardır söylerim. Kaleiçi müzesi Kaleiçi’nde bir vaha… Ama ben müzenin vahalarının keşfedilmediği görüşündeyim. Özellikle bizim insanımız tarafından gezilmesi gereken bir yer ama ilgi çok az. Bedava denecek kadar ucuz, çok sembolik bir parayla gezilebiliyor ama ilgi maalesef ilköğretim okullarıyla sınırlı… Bizler Antalya ya da tatil denilince deniz, kum, güneş ve yeme içmeye odaklanıyoruz. Kentin tarihi mirası ve etnik kültürünü merak etmiyor olmamız bu mirasa sahip çıkmamamızı da beraberinde getiriyor. Yıllar önce içim acıyarak yazdığım bir makalede aynen şunu söyledim. “Melteme kurban giden surlar, yok edilişin trajik öyküsü...” Yıllar önce şehir meltem rüzgârı almıyor diye Antalya’nın surlarını yıktılar. Böyle bir şey dünyanın hiçbir yerinde görülecek bir olay değil… Aspendos Antik Tiyatrosunda yapılan gösteriler ve yoğun ziyaretçi sayısı tiyatrodaki aşınmaları arttırdı. Hala da bir çalışma yapılmıyor. Tarih yıkıldıktan sonra geri getiremezsiniz. Kaybolup giden değerler bizim öz kültürümüzü kaybetmememize zemin hazırlıyor. Yeni bulunan eserleri başımıza bela olarak gören bir zihniyetin değişmesi lazım. Yeni bir eser bulunduğunda “Eyvah yeni bir eser çıktı” diye de üzülüyoruz.
—AKMED’in kuruluş amacı nedir?
Akdeniz Medeniyetleri Türkiye’nin en zengin bölgesi… Ama bu konuda yeterli bilimsel çalışmalar yapılamıyordu. Türkiye’de açılan ilk araştırma enstitüsü AKMED’dir. Bölgedeki çoğu arkeolojik kazılara ve yüzey araştırmalarına maddi destek oluyoruz. Bunu birçok kişi bilmez. Genç araştırmacılara yüksek lisans ve doktora bursları veriyoruz. Eğer devletin gücü yetmiyorsa ülkedeki aristokratların kültüre ve tarihe sahip çıkması doğru olandır. Türkiye’de en az bütçe desteği verilen alan kültür ve tarih alanı… Ödenek sıkıntısı yapılması gereken birçok projeyi engelliyor. Sadece Akdeniz Üniversitesi’ndeki 6 arkeoloji öğrencisine burs veriyoruz. Bu çalışmalar Kıraç ailesinin ve Koç Vakfının Akdeniz Medeniyetlerine verdiği önemi gösteriyor. Enstitü bizim bilimsel tarafımız Kaleiçi müzesi ise görsel yanımız… Arkeolojinin ve tarihin karı olmaz, kazancı olmaz. Bunun tek getirisi insandır. İnsanlığa yapılan karşılıksız bir yatırımdır. İnanıyorum ki yeni nesiller bu konuda daha duyarlı olacaklar ve bizlerin yürüttüğü bu işleri layıkıyla devralacaklardır.
-AKMED bünyesinde her yıl düzenlenen etkinliklere ilgi her geçen yıl artıyor. Bu başarının sırrı nedir?
Konferanslara katılımın oldukça yüksek olması insanı sevindiren ayrı bir konu… Toplum olarak genelde konuları kültür, tarih ve sanat olan etkinliklere fazla ilgi göstermediğimiz için bu toplantılara küçük bir oda da başladık. 15- 20 kişi gelmiyordu bile… Ama yıllar içinde ayakta izleyenler olmaya başladı. Bir toplantıda İnan Kıraç’a durumu gösterdim. “Bakın insanlar ayakta izliyorlar “dediğimde İnan Kıraç’ın gözünden yaş aktı. Bunun üzerine 150 kişilik bir konferans salonu yaptırdık ve neredeyse her konferansta 300 kişi geliyor. Konferansa konuşmacı olarak katılan misafirlerimiz oldukça şaşkın… Biz bu konuları yurt dışında bile bu kadar çok kişiye anlatmıyoruz derken bize yaşattığı gurur doğru yolda olduğumuzu gösteriyor. Kaliteli ve düzgün işler yaparsanız ilgi görmemesi için bir neden kalmıyor. Bu yılda 22 Kasım’da başlayacak ve 2 Mayıs’a kadar sürecek olan bu etkinlik programımıza tüm Antalyalı tarih severleri bekliyoruz.
—Müzeciliğin duayenlerindensiniz. Unutamadığınız bir olay yaşadınız mı?
Evet, yurt dışında beni çok etkileyen ve yıllardır anlattığım bir anekdot var. Biz yıllardır tarihimizi 1071 yılı olarak aldık. Anadolu’ya Türklerin gelişini tarihi başlangıç yaparak çok önemli eserleri kaybettik. Adeta Anadolu’nun tapusunu çıkartamadık. Bu Roma eseri, bu Bizans eseri diyerek ayrımcılığa gidildi. Oysa bunların hepsi bu toprakların eserleriydi. Bu bilinç daha yeni yeni uyanmaya başladı. Yıllar önce Newyork’da Metropolitan Müzesini geziyorum. Genç bir baba, göğsünde ana kucağı asılı ve içinde küçük bir bebek var. Müzeye yalnız gelmiş. Bir eliyle bebeğin kafasını desteklerken bir yandan da kulağına oradaki eserleri anlatıyordu. Bu manzara karşısında gözlerimin dolduğunu hissettim. Yaşadığım mutluluğu anlatamam. O genç baba beni o kadar çok etkiledi ki yıllardır o görüntü hep gözümün önündedir.

Kayhan Dörtlük kimdir?

1945 Antakya doğumlu. 1967 yılında Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Klasik Arkeoloji bölümünü bitirdi.
Kültür Bakanlığına bağlı olarak merkez ve taşra örgütünde müze müdürlüğü ve müfettişlik görevlerinde çalıştı. Aralıksız 16 yıl Antalya Müze Müdürü olarak hizmet verdikten sonra emekli olan Kayhan, 1995 yılında özel sektöre girerek Suna-İnan Kıraç Akdeniz Medeniyetleri Araştırma Enstitüsü Kurucu Müdürü oldu. Halen bu görevi sürdürmekte olan Kayhan Dörtlük, meslek yaşamı boyunca birçok arkeolojik kazı çalışmasında bulundu ve başkanlığını yaptı. Meslek hayatında birçok ödül almış olan değerli arkeolog Kayhan Dörtlük’ün yayınlanmış pek çok kitabı ve makaleleri bulunmaktadır.

İSRAFİL KURTCEPHE


Hiç kuşkusuz Antalya’nın son dönemde en çok tartıştığı isim Prof. Dr. İsrafil Kurtcephe… Prof. Dr. Mustafa Akaydın’dan hem seçimde, hem YÖK sıralamasında geride kalmasına rağmen Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından Akdeniz Üniversitesi rektörlüğüne atanan Prof. Dr. Kurtcephe, gündemin birinci maddesine oturdu…
Kurtcephe’nin rektör olarak atanmasıyla başlayan karmaşa ve istifa furyası, Akdeniz Üniversitesi’nde ve Antalya’da büyük tartışmalar yarattı… Akdeniz Üniversitesi’nin yeni rektörü Prof. Dr. İsrafil Kurtcephe, Cuma Sohbeti’ne konuk olup, bu karmaşayı değerlendirdi, eleştirileri yanıtladı, plan ve projelerini anlattı…
En büyük ideali akademik kariyer yapmak olan Prof.Dr. Kurtcephe, hayatının onsekiz yılını üniforma altında geçirdi. Silahlı Kuvvetlerin ilk “Tarih Doçenti” olma unvanını almasına rağmen içindeki akademik kariyer yapma arzusundan bir türlü vazgeçemedi ve 1998 senesinde askeriyeden emekli olarak Akdeniz Üniversitesi’nde göreve başladı. Tarih Bölümü Yakınçağ Tarihi Anabilim Dalı Başkanı olan Kurtcephe, 2008 rektörlük seçimlerinde ikinci sıradan rektör seçilerek bir anda Antalya’nın gündemini değiştirdi. Bu atama kararı çeşitli çevrelerde çokça tartışıldı, kabul gördü ya da eleştirildi. Rektör seçilmesiyle birlikte Üniversitelerarası Kurul Başkanı da olan İsrafil Kurtcephe yapılan tüm yorumlara cevaben “Seçim süresince yaşanan her şeyi demokrasinin gereği olarak algılıyorum” demekle yetinmişti. Yaşanan tartışmaların kişiler üzerinde yoğunlaşmasının hata olduğunu, sistemin eleştirilmesi gerektiğini dile getiren Kurtcephe, kendisinin de rektörlük seçimlerini antidemokrat bulduğunu dile getirdi. Siyasi bir kimliği olmadığını, tüm görüşleri kucaklamak istediğini de belirten yeni rektör, bir süre sonra kendisiyle ilgili önyargıların değişeceğini iddia etti.
-Askeriye’de uzun yıllar görev yapmışsınız. Askeriyede çalışmayı neden istediniz?
Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’ni bitirdiğim yıl hocalarım beni Silahlı Kuvvetlerde çok başarılı olacağım konusunda teşvik ettiler. Bir sınava girdim ve 12 Eylül sonrası olduğu için çok ince araştırmalardan geçtim. Ben sınavı kazandım, ama daha sonrasında takip etmedim. O arada Selçuk Üniversitesi beni asistan olarak kabul etti. Ben göreve başladım. 10 ay sonra askeriyede girdiğim sınavın sonucu açıklanmış, atamam Kuleli Askeri Lisesi’ne yapılmış ve resmi gazetede yayınlanmış. Bir sarı zarf geldi açınca kararı gördüm ve ilk otobüsle İstanbul’a gittim. Kuleli Askeri Lisesi’nde ilk üniformalı rastladığım kişiye sordum. Ben sınava girmiştim ama şimdi Selçuk Üniversitesi’nde çalışıyorum ve akademik kariyerime orada devam etmek istiyorum. Ne yapmam lazım dediğimde “Aramıza Hoş geldin” dediler bana… Beni okul komutanı Doğu Aktulga Paşa’nın yanına götürdüler. Aynı şeyi ona sordum. Zile bastı ve bir bardak soğuk su söyledi. Kitaplıktan bir ciltli kitap aldı, bana döndü ve dedi ki “Al oku, bu iş üzerine ancak bir bardak soğuk su içilir” Kararname resmi gazetede yayınlandıktan sonra 15 yıl mecburi hizmet görevi resmi olarak başlıyor. Benim de askeri hayatım böyle başladı.
-Askeriye’den neden ayrıldınız?
O zamanlar Kara Harp Okulu yüksekokul statüsünde bir okuldu. Akademik kadrolar yoktu. Profesör de olsanız atanmanız için bir kadro yoktu. Kadro düzenini kurmak ve gerekli yasal düzenlemenin yapılması için o dönem çok uğraştık, ama sonuç alamayınca ben de emekli olarak ayrılmak zorunda kaldım. Akademisyenin bir tutkusu oluyor, vazgeçemeyeceği bir ideali oluyor. O profesörlük unvanı… Öyle bir ana geliyorsunuz ki seçim yapmak zorundasınız. Profesör olmak mı, yoksa omzunuzdaki rütbe mi? Ama halen askeriyeyle bağlantım devam etmekte, konferans vermek için gitmekteyim. Rektör atandığım duyulduktan sonra beni ilk arayanlar Gabar Dağı başta olmak üzere dağlarda görev yapan binlerce öğrencim oldu ki bu sevincimi ikiye katladı.
-Akdeniz Üniversitesi’nde yeni fakülteler açmayı düşünüyor musunuz?
Bizim yeni fakültelere ihtiyacımız olduğu gibi, mevcutlardaki eksiklikleri de gidermemiz gerekiyor. Mesela mühendislik fakültemiz 10 yaşında olmasına rağmen henüz binası yok. Bunları planımıza aldık. İlk başta bunları çözmemiz gerekiyor. Bilgisayar Mühendisliği, Mimarlık Bölümü gibi bölümlerimiz yok. Bunların açılması gerek ama öncesinde kullanacakları bir bina olması gerekiyor. Laboratuar sıkıntımız var. Bunların çözülmesi gerekiyor ki yeni bölümler açabilelim. Mesela deniz kenti olan Antalya’da önem verilmesi gereken Su Ürünleri Fakültemizin de binası yok. Bu fakültede yapılacak araştırmalarla dünyada söz sahibi olabiliriz. Su altı araştırmaları çalışmaları için hem fiziki hem de kadro olarak artırım yapmamız gerekiyor. Bölgenin en büyük devlet hastanelerinden birine sahibiz ama buna rağmen orada da kurmamız gereken birimlerimiz var. Yabancı Diller Yüksekokulu turizm kenti olduğumuz için eksikliğini hissettiren bir başka fakültemiz. Acilen gündemimize aldığımız Onkoloji ve Hematoloji Bölümlerimizin yatak sıkıntısını aşmak için Sayın Valimizle beraber yürüteceğimiz bir ek bina çalışmamız olacak. Kendisini hissettiren bir başka ihtiyacımızda Çocuk Hastanemizin olmayışı, bunu da acilen çözmemiz gerekiyor. Bir başka sorunumuz da, tohum üretme bölümümüz kurulmuş ama imkân eksiklikleri yüzünden verimli çalışamıyor. Bunu düzenleyip tohum üretiminde ciddi söz sahibi olabiliriz.
-Eğitim sistemi ile ilgili söylemleriniz de tepkiyle karşılandı. Nedir bu askeri eğitim sistemi?
Bakınız oradaki askeri bir uygulama değil. Kurum askeriye olduğu için öyle algılanmış olabilir ama bu modern bir eğitim sistemi. Bu sistem sürekli kendisini yeniliyor. Ben oradaki eğitimden bahsettim, askeri eğitimi kastetmedim. Pozitif bilimlerden bahsediyoruz. Yani bilginin aktarılması, öğrencinin iyi yetiştirilmesi için nasıl bir sistem uygulanmalı? Denetlenemeyen şeyi yönetemezsiniz çünkü onun eksiğini bilemezsiniz. Eğitim bilimleri ve ölçme-değerlendirme birimleri burada sizin aracınızdır. Buradaki askeri okullar bunu kullanıyor ve iyi neticelerde alıyor. Uzmanların önderliğinde modern eğitim araçları kullanıyor. Durum tespiti yapıyor ve geri beslemeye tabi tutuluyor. Bunun askerlikle hiç alakası yoktur. Bu eğitim sistemidir. Burada da böyle bir birim oluşturup, sürekli kaliteyi yakalamak için çalışıp, eksikleri giderecek bir merkezin oluşturulmasını kastetmiştim. Mesela Öğretim Üyesi elbette insiyatif kullanmalıdır ama öyle bir sistem var ki şimdi başarısızlığı sorgulamıyor sadece kabulleniyoruz. Profesör olan birine sistem profesör olduktan sonra “Sen ne yapıyorsun?” diye sormuyor. Nasıl yapıyorsun?” diye sormuyor. Bu da beraberinde durağanlığı ve hazır bilgi tüketimini getiriyor. Üretkenliklerini yitiriyorlar. Başarısızlığı görüyor ve seyrediyorsanız başarılı olmanıza imkan yoktur. Benim kastetdiğim buydu. Amerikada’da, Avrupa’da uygulanan sistemde budur. Ama askeriyede bu sistem kullanılıyor dedim diye yanlış algılandı. Altını tekrar çiziyorum askeri eğitim diye bir şey değil benim söylediğim, sadece orada da uygulanan eğitim metodu…
-Rektörlük atamanız sonrasındaki tepkileri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben tepkileri siyasi buluyorum. Bu yasa 12 senedir uygulanıyor ve yüzlerce rektör ataması yapılmış. İnanın incelerseniz çok komik olaylar var. Bir kendisinin, bir de başkasının oyunu alarak rektör atanmış olanlar var. Mesela Süleyman Demirel Üniversitesinin şu anki Sayın Rektörü, 2004 yılında 571 öğretim üyesinin 51 tanesinin oyuyla atandı. Mustafa Kemal Üniversitesinin eski Rektörü Metin Kemal Hocamız 11 oyla atandı. Oysa rakibi 150 civarı oy almıştı. Ahmet Necdet Sezer döneminde de bu sistem uygulandı, ama tepki almadı.
-Bu sistem sizce demokratik mi?
Ben sistemi antidemokratik buluyorum. Çünkü bu seçim öngörmüyor. Bu seçim sadece bizi sandığa götürüyor, yasanın koyduğu senaryo gereği oy kullanıyoruz. YÖK’e gidiyor orada da oylama yapılıyor. Sayı 3’e indiriliyor. Sayın Cumhurbaşkanı da birinin atamasını yapıyor. Eğer biz 1 oyun bile fark ettiği bir sistem amaçlıyorsak, ben bu konuda her türlü katkıyı sağlamaya hazırım. Bizim eleştirilerimizi sisteme yöneltmemiz lazım. Şahıslara yapılan eleştirilerde o şahısların listeye seçimle girdiği unutulmamalı.
-Üniversitelerarası Kurul da türban meselesi ile ilgili sergilenen tavrın ve duruşun sonucu da bu seçimlerde sizin atanmanızı eleştiren bir başka faktördü. Bu olay sizin başınıza gelse aynı duruşu sergiler miydiniz?
Türkiye bir hukuk devletidir ve kişiye göre değişen bir durum yoktur. Bu durum siyasi konjonktürün yarattığı bir durum. Eğer o gerginlikler yaşanmasaydı tahmin ediyorum Akdeniz Üniversitesi’nde bunlar tartışılmazdı. Ve ben çok daha fazla oy alarak gelebilirdim. Dikkatinizi çekerim Tıp Fakültesi Öğretim Üyeleri sayısı toplam kadronun yarısına eşitler. Ben tarihçiyim ve ben bir sosyal bilimci olarak Türkiye tarihinde 207 oyla en çok oyu alan sosyal bilimci aday olarak rekor kırdım. İktidar her zaman güçlüdür. İktidarın olanakları fazladır ve iktidara rağmen üniversitelerde yarışmak gerçekten güçtür. Eşit koşullarda yarışa girmiyorsunuz. Ben bir kişiye bile iş vermeden kadro açmadan seçildim. Daha önceki Rektörümüz Sayın Akaydın 4 yıl içinde 198 kişiye kadro açtı, 113 idari personel görevlendirdi. ve 2004 seçimlerinde 228 oy almıştı. 228 kişiye bu rakamları da ekleyin 539 oy eder. Buna rağmen ben 207 oy aldım. Anayasa Mahkemesi’nin türbanla ilgili kararı bellidir. Ve bize de bu kararı uygulamak düşer. Kararı sorgulamak ve siyasi gündem yaratmak bir üniversite rektörünün işi olmamalıdır. Siyasi muhalefet, muhalefet partilerinin işidir. Bu konuda görüş bildirmek farklıdır, siyaset yapmak farklıdır. Karar ne çıkarsa çıksın eski rektörümüzde, bende bu kararı uygulamak zorundaydık. Şimdi ortada bir karar var ve bende bu kararı uygulayacağım.
-Seçim sürecinde bu kadar çok oy almanızı neye bağlıyorsunuz?
Seçim sürecinde ben üniversiteyi değişim yolunda daha ileri aşamalara götüreceğimi anlattım arkadaşlara… Tezimde şuydu. Akdeniz Üniversitesi kurulduğu günden bu yana tıp camiasından rektörlerle yönetiliyor ve her meslek grubunun olaylara bakış açısı farklıdır. Bu üniversitede bir durağanlık hâsıl olmuştu. Bu durağanlığı değiştirmemiz gerekiyor. Değişmeyen tek şey değişimdir. Gelin biz bu güzel şeye sarılalım dedim. Bakın ben tarihçiyim ve Atatürk’ün başarı sırlarına bakıyorum. Niye altı ilke arasında devrimciliği koymuştur sorusuna yanıt aradığımda bana yol gösteriyor. Diyor ki Atatürk; “Sürekli değişim bizim hedefimiz olmalıdır. Bu değişimi yakalamanın ilkesi devrimcilik olmalıdır. Her kurumun değişime ihtiyacı var. Burada yönetim değişiyor ama icraat değişmiyor. Yani rektör değişiyor ama bakış değişmiyor. Yeni bir bakış, yeni bir vizyon, yeni bir enerji bu üniversiteyi çok daha iyi yerlere getirecek. Herkesten ricam biz artık seçim konuşmayalım. Aldığım çok önemli bir sorumluluk var ve seçimi değil yaptıklarımı ve yapacaklarımı konuşalım. Seçim tartışmaları kısır bir döngü yaratıyor. Ötekileştiriyor. Ayırtlara gidiliyor ve “biz” ve “siz” gibi kavramlar ortaya çıkıyor. Oysa biz bir aileyiz ve çağdaş insan yetiştirmek ve bilim üretmek için buradayız. Atatürk’ün en büyük eserim dediği Cumhuriyete sahip çıkan, çağdaş, ilerici ve bilimin ışığında bir eğitim kurumuyuz ve öylede olacaktır.
-Göreve başlamanızın ardından yapılan istifalar size karşı bir tepki olarak algılandı. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Üniversitelerde teamüller gelişmiştir. Bunlar yazılı olmayan ama uygulamada vardır. Bir rektör seçildiği zaman, önceki rektörün yöneticiliğe getirdiği herkes onun işini kolaylaştırmak, kendi çalışma ekibini kurması amacıyla istifa dilekçelerini sunarlar. Bu bir tepki değil, gelenektir. Bu benimle birlikte seçilen diğer 20 üniversitede yaşanıyor. 2004 seçimlerinde de ben adaydım. Atatürk İlkeleri Araştırma Merkezi Müdürüydüm seçimden önce… O işi en iyi yapan insan olduğuma da inanıyorum. Ben halen Genelkurmay Atatürk Araştırma ve Eğitim Merkezi üyesiyim ve 10 yıldır konferanslar veriyorum. Türkiye’yi diğer Müslüman ülkelerden farklı kılan en büyük özelliği demokratik ve laik olmasıdır. Yıllarca bu konuda çalışmalarım oldu. Ben de Mustafa Akaydın Hoca atandığında o merkezin 5 yıldır müdürlüğünü yapmama rağmen istifa dilekçemi verdim ve bu geleneği yerine getirdim. Sayın Akaydın istifamı kabul etti ve yerime de tarihçi bile olmayan, sonradan tarih doktorası yapmış, iktisat mezunu bir arkadaşı oraya müdür olarak atadı. Bir tarafta kendisini bu konuya adamış Türk Silahlı Kuvvetlerinin kabul ettiği bir profesör, diğer tarafta bir yardımcı doçent… Bu olay ne medyada yer aldı ne de tepki gördü. Çünkü o günlerde bugünkü siyasi konjonktür yoktu.
-Organ Nakli Başkanı Prof. Dr. Alper Demirbaş Hoca’nın istifası da bu geleneğin sonucu muydu?
Alper Hoca bir genel cerrahtır. Başarısı da tartışılmayacak bir hekimdir. Başarılı çalışmalarından dolayı da medyanın takip ettiği bir isim. Ben bu görev değişikliği ile aslında Alper Hoca’nın hastalarına daha çok vakit ayırmasını sağladım. Burada sayısal verilerde bizim yük akımız olduğunun bir göstergesi. Organ Nakli Bölümlerinin başında her zaman nefrologlar olmuştur. Alper Hoca bu konuda genel cerrah olan tek yöneticiydi. İş yoğunluğunun yanı sıra birde yöneticilik görevini sürdürmeye çalışıyordu. Oysa şuanda daha çok hastaya vakit ayırabilecek ve daha çok ameliyat yapabilecek. Ben başarıya imza atan adamı değiştirmiyorum. Çünkü başarıyı getiren yöneticiliği değil, oradaki yaptığı ameliyatlar… Ben burada bir nefrologun olmasının işin ruhuna uygun olacağını düşündüm. Öncelikli amacımda Prof. Alper Demirbaş’tan daha çok faydalanabilmekti. Bize şuanda 3 kişilik bir kadro veriyorlar. Bugüne kadar alınamamış olan kadroları da biz oraya getirmiş olduk. Benim başarısızlık olursa özür dilerimden kastım sağlıksal bir başarısızlık değil, yeni yönetimden kaynaklanan bir idari başarısızlık olursa çıkar herkesten özür dilerim dememdi. Çünkü sağlıksal bir başarısızlık olması mümkün değil, Alper Hoca hala bizim hekimimiz ve bu konuda da son derece başarılı…
-Akdeniz Üniversitesi’ndeki yönetici değişimlerinde ekibinizi oluştururken genel olarak nasıl bir yol izliyorsunuz?
Şunu samimiyetle söyleyebilirim ki riya kat ve ehliyet sahiplerini yönetici yapma çabası içindeyim. Asla siyasi düşünceleri benim için bir ölçüt olamaz. İnsanız farklı siyasal tercihlerimiz elbette ki olacaktır. Bu bir nevi zenginliktir aslında, çeşitliliktir. Eğer biz hepimiz aynı şeyi düşünürsek aynı şeyleri ortaya koyarsınız. Burası bir bilim merkezi ve buranın ihtiyacı olan bilgi donanımı tam, tecrübeli yöneticiler çalışmalı. Benim için tek kriter bilgidir. Ben o bakımdan ekibimi oluştururken bilgi ve başarıyı kriter olarak aldım. Beni desteklemiş ya da desteklememiş diye asla bir ayrıma gitmiyorum. Bunu yaparsam üniversiteye en büyük kötülüğü yapmış olacağımın farkındayım. Çünkü Türkiye’de çok az doğru yönetici tercihi yapılıyor. Tanıdık olma, yakın olma öncelikli kriterken Akdeniz Üniversitesi’nde böyle bir şey söz konusu olamaz.
-Tüm bu yeni yapılanmalar bazı dedikoduları da beraberinde getirdi. Aydınlar Ocağı, Birlik Vakfı, Resanet Vakfı yöneticilerinin Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’le birlikte sizin makamınızda yer almaları siyasi dedikodulara yol açtı. Bu konuya sizin yorumunuzu alabilir miyim?
Benim herhangi bir siyasi bağlantım hiç kimseye en küçük bir minnetim asla söz konusu değildir. Ama benim bir anlayışım var. Ben buraya geldikten sonra bütün sivil toplum organizasyonları beni aradıklarında ben koştum, gittim konferanslar verdim. Aydınlar Ocağı’da bunlardan bir tanesidir. Burada Oteller Birliği var, Rotary Kulüp var, meslek odaları var. Bunların hangisine isterseniz arayın “İsrafil Hoca size kaç kere konferans verdi” diye sorun. Bir insanın görüntüsüyle İsrafil Kurtcephe’yi mahkum etmek insafsızlık ve haksızlıktır. Çünkü yarın beni başka biriyle görüp resimleyebilirler. Bu benim siyasi düşüncemi göstermez. Ben insanları siyasi düşüncelerine göre değil, insan olmalarıyla ve yaptıkları işlerle önemserim. Geçen yıl Rotary Kulübünün meslek ödüllerinde “Bilim Adamı” ödülünü aldım. Orada da konferans verdim. Bu benim rotaryen olduğumu göstermiyor ki değilim zaten… Benim başhekim yardımcılarıma lütfen bir bakın. İçlerinden biri Doç.Dr. Rabin Saba. Bizim Musevi vatandaşlarımızdandır, ama benim için başarılı hekim ve özel bir insandır. Ben ona inandığım için onu başhekim yardımcısı yaptım. “Ben şimdi Musevi yandaşı mıyım?” size sorarım. İnsanlar beni tanımadıkları için işi hep siyasi noktaya getirmek istiyorlar. Başhekimimiz yedi göbek CHP’li bir aileden… Şimdi beni hangi siyasi görüşe ait sivil toplum kuruluşuna sorarsanız sorun tanırlar. Türkiye’deki farklı siyasi görüşler, batı emperyalizminin bu ülke insanlarını kamplara bölüp çatıştırarak enerjisini içerde tüketme amacıyla üretilmiştir. Her işin simsarları vardır. Dinin de simsarları vardır, ideolojilerin de simsarları vardır. Ben aklımızı kullanmaktan, oyuna gelmemekten ve insanları kucaklamaktan yanayım. Bu yüzden beni herhangi bir ideolojiyle aynı cümlede kullanmak, bana yapılan haksızlıktır. Zaman içinde benim farklı bir kişilik ve kimlik olduğunu herkes idrak edecek ve siyasi bir kimliğe oturtamayacaklardır.

Prof.Dr. İsrafil Kurtcephe Kimdir?
1958’ de Kahramanmaraş’ın Afşin ilçesinde doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini burada tamamladı. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümünü bitirdi. Ardından Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde yüksek lisansını tamamladı.1981-82 Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde çalıştı.1982-1986 Kuleli Askeri Lisesi’nde öğretmen teğmen olarak çalışamaya başlayan Kurtcephe, Kara Harp Okulu Tarih Bölümü Başkanlığı yaptı. Emekli olduktan sonra, Akdeniz Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Başkanı oldu. 5 sene Akdeniz Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Araştırma Merkezi Müdürlüğü yaptı. Genel Kurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüdler Başkanlığı Atatürkçülük Araştırma ve Eğitim Merkezi Genel Kurul Üyeliği,Genel Kurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüdler Başkanlığı Askeri Tarih Kurulu Üyeliği,Türkiye Ulusal Güvenlik ve Stratejik Araştırmalar Merkezi Danışma Kurulu Üyeliğihalen devam etmektedir.Evli ve iki çocuğu olan İsrafil Kurtcephe’nin yabancı dili Fransızca. Yayınlanan kitapları;
Türk-İtalyan İlişkileri (1911-1916), Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara 1995.
Kara Harp Okulu Tarihi, Kara Harp Okulu Yayını, Ankara 1992.
Kuleli Askeri Lisesi Tarihi, Kuleli Askeri Lisesi Yayını, İstanbul 1985.
Kara Harp Okulu'nda Öğretimin Gelişmesi, Kara Harp Okulu Yayını, Ankara 1994.
Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası'nda Musul Sorunu, Kara Harp Okulu Yayını, Ankara, 1998.
Laiklik ve Çağdaşlaşma, Kara Harp Okulu Yayını, Ankara, 1994.

İRİNA OKAY


Antalya Yabancılar Arası Kültür ve Yardımlaşma Derneği Başkanı İrina Okay… 2001 senesinde geldiği Antalya’da evlenen ve içimizden biri olan Okay , bize Antalya’daki yabancı nüfusla ilgili çok farklı bilgiler verdi. İrina Okay “Matruşka”lar diyarından esen rüzgara takılarak Antalya’ya gelen on binlerce yabancıdan sadece biri…Antalya’ ya yerleşen Rus kadınların yaşadıkları uyum sürecinde başlarına gelenleri bize dobra dobra anlatan Okay, Rus kadınının hiç bilmediğimiz özelliklerini bizlerle paylaştı. Yabancıların Nataşa ismiyle anıldıkları için başlarına gelenleri, Antalya’daki Rus gelinleri , Türk erkeklerini ve Antalya ‘yı konuştuğumuz sohbetimizde sanılanın aksine bir portre ortaya çıktı.Adeta “Güzel Yabancılar” şehri haline gelen Antalya’nın son yıllarda popülerliğini kaybettiğini söyleyen Okay , bizlere bu konuyla ilgili de ilginç istatistikler verdi.Antalya’yı ve burada ki Türk arkadaşlarını çok sevdiğini söyleyen İrina Okay ,dernekte yürüttüğü çalışmaları ve gerçekleştirdiği ilklerini anlatırken ,bize de “on parmağında on marifet” demek kaldı.

-Antalya’ya ilk gelişiniz nasıl oldu ?
Antalya’ya ilk defa tatil amacıyla geldim. Tatilde eşimle tanıştım ve birkaç ay içinde de evlendik. Antalya Ruslar için çok önemli burayı kendilerinden bir bölge gibi görüyorlar.Şimdi iş için yine Rusya’ya gidip gelmeye devam ediyorum.
-Antalya’ya ilk geldiğinizde ne gibi zorluklarla karşılaştınız?
İlk önce dil sorunu vardı Türkçe bilmiyordum. Ülke olarak farklı… Mantalite farklı, kültür farklı,yemekler farklı her şeyi sıfırdan öğrendim.Eşim her şeyi adım adım anlattı. Buranın Türkiye olduğunu kabul ettim sonra daha kolay oldu alışmam.
-Antalya’daki Yabancılar Arası Kültür ve Dayanışma Derneğini niçin kurdunuz?
Antalya’da Rusların kültür merkezi yoktu. Ama herkes bunu istiyordu. Buradaki çoğu yabancı yazın çalışıyor ama kışın iş yok.Herkes sıkılıyordu ve Rusların birbirleriyle tanışması için böyle bir dernek gerekiyordu.
-Bu dernekte neler yapıyorsunuz?
Kültürel etkinlikler düzenliyoruz.Rus bayramlarını bizde burada kutluyoruz. Bu yıl Rusça ve Türkçe bir takvim hazırladık ,bir de yine Rus bir arkadaşımız Türk yemekleriyle ilgili bir kitap yazdı.Dernek olarakta Rusların Türkiye’ye ilk gelişlerinden bu güne kadar olan tarihi anlatan bir kitap yazdık. Burada mini bir kütüphane yapmaya çalışıyoruz.
-Antalya ile ilgili son projeniz nedir?
Antalya’da ilk defa lisanlı Rus okulu açmayı planlıyoruz.Levent Aydın Lisesi bize ilk yıl için iki derslik verdi. Burada Rus Devlet Okulu açıp diploma vereceğiz.Bir de imza topluyoruz ve bağış alıyoruz ve Antalya da bir kilisemiz olsun istiyoruz.
-Antalya ya gelen Rusların en büyük sorunu nedir?
En büyük sorun işsizlik…Çünkü daha önce buraya çalışmak için gelenler ücret olarak daha rahat iş bulabiliyorlardı.Ama şu anda aldıkları maaş onlar için yeterli değil.Rusya’da ekonomi çok gelişti ve aynı parayı artık Rusya’da da kazanabiliyorlar...Antalya’ya çalışmak için gelen sayısında yarı yarıya düşüş var.Bunun önümüzdeki senenin turizmini çok etkileyeceğini düşünüyorum.
-Rus kadınlarının çoğunluğu üniversite mezunu ama burada evlendikleri gençler öyle değil..Bu sosyo-kültürel fark evlilikleri nasıl etkiliyor?
Bundan dolayı çok sorunla karşılaştık.Evlendikten bir müddet sonra bu fark boşanmaya kadar giden bir takım kavgalara yol açıyor.Rus kadınları özgürlüklerine düşkündür.Evlendikten sonra din değiştirmesini isteyen eşler, türban taksın isteyen eşler ya da eve kapatıp kimseyle görüşmesine izin vermeyen eşler oldukça fazla..Türkçeyi çok az bilen Rus kadınlar, kanunları da bilmiyor çoğu ortada kalıyor.
-Peki Rus kadınlarının, Türk erkekleriyle yaptığı anlaşmalı evliliklerle ilgili ne düşünüyorsunuz?Antalya’yı ve Türkiye’yi bu konuda çekici kılan nedir?
Antalya’da deniz var,servis güzel,hava güzel bu yüzden tercih ediliyor.Eskiden çalışmak için gelenlerin sayısı çoktu ve oturma,çalışma izni için yapılan evliliklerde çoktu ama artık çalışmaya gelenlerin sayısında yarı yarıya düşüş var o yüzden anlaşmalı evlilikler de azaldı.Az parayla sigortasız çalıştırıldıkları için artık gelmek istemiyorlar. Gelenler de Moldovya, Özbekistan, Ukrayna gibi ekonomisi hala kötü ülkelerden gelenler…Firmalar artık eleman için bizi de arıyorlar.Antalya’da deniz var,servis güzel,hava güzel bu yüzden tercih ediliyor.
-Türk damat Rus gelin evliliklerinde en sık karşılaşılan sorun nedir?
İlk sorun Rus kadınlar çalışmaya alışıktır.Hep çalışırlar.Bazı erkekler eşlerini eve kapatıyorlar,çalışmasın kimseyle görüşmesin diye…Böylece kadın yalnız kalıyor ve bu problem oluyor.İkinci bir şeyde bazen erkekler kadını kandırıyorlar.İlk başta bir çok şey vaat ediyorlar ama evlendikten sonra bunları yapmıyorlar.Bunlar en sık karşılaşılan sorunlar….
-Rus kadınlar rahat tavırları ve özgürlüklerine düşkünlükleri ile bilinir bu aile kavramını nasıl etkiliyor?
Savaştan çıktığımız için erkek nüfus biz de çok az o yüzden aile kavramı biz de çok önemli..İyi birine rastladığımız zaman gereğinden fazla ilgi gösteriyoruz.Karşımızdaki kişinin hayatını kolaylaştırmak için her şeyi yapabiliriz.Bunun karşılığında da özgürlüğümüze düşkünüz.Rus kadın kapatıldığı zaman etrafla ilişkisi kesildiği zaman ilişki özgürlük savaşına dönüyor.
-Rus kadınlar dışarı hayatlarındaki gibi evlerinde de bakımlı mı? Türk kadınını fiziksel ve kültürel açıdan nasıl buluyorsunuz?
Evet evlerinde de aynen sokaktaki gibi bakımlıdırlar.Türk kadınları biz açık açık söyleyince kızıyorlar.Eğitimli, çalışan Türk kadınları aynen Avrupalı gibi bakımlı ve güzel ama çalışmayan eğitimsiz kadınlar bakım yapmıyor. Bir çok Türk arkadaşım var onlarda aynen bizim gibi bakımlı ve kültürlü..
-Güzellik sizler için ne ifade ediyor?
Güzellik bizim için çok önemli.. Yemeklerimize, sporumuza dikkat ederiz. Ne olursa olsun spor yapmayı asla ihmal etmeyiz. Kendimize çok iyi bakan bir toplumuz yaşımız ne olursa olsun bakımsız,makyajsız asla göremezsiniz bizi…
-Peki Rus kadını çok parayı mı yoksa tutkulu bir aşkı mı tercih eder?
Tabii ki güzel bir aşkı tercih ederler. Sanılanın aksine Rus bayan birine aşık olursa parası olsa da olmasa da önemli değil… Aşkı çok paraya tercih ederler…
- Rus kadınlar en çok neye para harcar?
Bizde çocuk çok farklı..Biz en çok parayı çocuklarımız için harcarız.İyi giyinecek,iyi eğitim alacak,iyi yaşayacak…Çocuk Ruslar için gurur kaynağıdır.Spor okuluna,müzik okuluna,resim okuluna mutlaka çocuklarımızı göndeririz.İyi yetişsinler diye en çok parayı onlara harcarız.
-Rusya’dan gelip burada hayat kadını olarak çalışan ya da çalıştırılan yabancı kadınlarla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Ne kadarı Rusya’dan geliyor bilmiyorum ama belki Rusya’dan çok olmasa da Moldovya,Ukrayna,Özbekistan gibi ekonomisi kötü ülkelerden hiçbir şey bilmeyen kadınları getirip hayat kadını olarak çalıştırıyorlar. Bu ülkelerde işsizlik çok, iş yoktu çok gençler hiçbir şey bilmiyorlar.Bu çok kötü bir şey tabi ki… Rus kadın denince akla hep bu geliyor .Rus kadınlarla ilgili bir önyargı var.Önceden bu daha kötüydü ama şu anda yavaş yavaş biz gözlemliyoruz artık herkese aynı davranılmamaya başlandı.Türk kadınları Rusları düşman gibi görüyor.Kocası bir Rus kadınla konuşsa sanki kocası elden gidiyor gibi davranıyorlar.
-Dernek olarak ihbar telefonları alıyor musunuz?
Fuhuş konusunda değil ama geçen hafta bir tane yardım isteği aldık.Bir Rus kadın evlenmek amacıyla bir Türk’le aynı evde yaşamaya başlıyor.Ama sonradan adam kadını hiç dışarı çıkarmamaya başlamış. Bir arkadaşından yardım istemiş kadın, bizim aracılığımızla konsolosluğa ulaşıldı ve daha sonra olay emniyete yansıdı .
- Antalya’ya yerleşen Rus kadınların sayısının artmasının Türk kadınlarını etkilediğini düşünüyor musunuz?
Türk kadınlarının bakış açısı değişti. Artık daha bakımlı olmaya başladılar. Rus kadınların gelmesi onları bakımlı olmaya zorladı. Spor yapmaya başladılar, kendilerine dikkat ediyorlar.
Bence bu olumlu bir gelişme… Sadece bu konuda değil yaptığımız etkinlikleri gören Türk aileleri de çocuklarını spora ve sanata yönlendirmeye başladılar.
-Rus kadınlara göre Türk erkeklerini değerlendirir misiniz?
Türk erkekleri bizce yakışıklı,çok ilgi gösteren,bakımlı ve kültürlü…
-Peki Türk erkekleri çapkın mı?
Var tabii.. Rusya da kadına kimse ilgi göstermez ne kadar makyaj yaparsan yap,ne kadar iyi giyinsen de kimse sana bakmaz.Mesela Türk erkekleri bu konuda korkuyor, “Seni nasıl yalnız göndereceğim Rusya ya ?”diyor ama Rusya da durum böyle değil..Herkes güzel ,herkes bakımlı .. Savaştan dolayı da bayan nüfusu daha fazla o yüzden kimse orda Rus kadınına ilgi göstermez.
-Bir Türkle evlisiniz ve evliliğinizde asla affetmem dediğiniz şey nedir?
Yalan.Yalanı asla affetmem.Yalan her şeyi getirir çünkü…Mesela Türk ailelerinde kıskançlık sorunu çok fazla..Ama bizim kültürümüzde bu çok yoktur.Karşımızdakini sıkmıyoruz,belli bir noktaya gelmişse de o ilişki bitmiştir zaten…Tamamen kıskançlık yapıp itici noktaya getirmemeye çalıyoruz ilişkilerimizi..
-Antalya’da yaşayan Rus kadınların en çok şikayet ettiği konu nedir?
En çok şikayet ettikleri şey rahatsız edilmek…Biz son zamanlarda yaptığımız etkinliklerde Rusları kültürle tanıtmaya çalışıyoruz.Artık Rusları basit görmesinler.Bu dernek için bastırdığım kartvizitim var.Bazen sadece Rus olduğum için rahatsız edici telefonlar bende alıyorum.Bu tür durumlar hepimizin başında Rus denilince hemen kötü bir çağrışım yapıyor.
-Önyargı var diyorsunuz ama zorla fuhuş yaptırılanların yanında kendisi isteyerek gelenler de var değil mi?
Tabi kendisi gelende var. Defalarca sınır dışı ediliyorlar ,defalarca geliyorlar.Bunu azaltmak adına şu anda dernek olarak Yabancı Şube polislerine ücretsiz Rusça dersi vermeye başladık.En azından ülkeye giriş yaparken bir kısmını engelleyebilsinler diye…Antalya daki fuhuş yaptırılan yabancı kadınlar öyle basit organizasyonlar değil.Uluslararası bir şebeke bu..
-Türklerin çoğu Rus hayat kadınlarından Nataşa diye bahseder ,bu sizi rahatsız ediyor mu?
Nataşa aslında bir isim sadece…Mesela Aleksandr Sergeeviç Puşkin’in karısının da ismi Nataşa…Bizde çok fazla isim yoktur. Ama Türkiye’de Nataşa ismi kötü kullanılıyor.Bu yüzden adı Nataşa olan kadınlar Antalya’ya yerleşince ilk olarak isimlerini değiştirmek zorunda kalıyorlar. Utanıyorlar çünkü...Türklerde bu konuda yanlış bir inanış oluşmuş.Yazık tabii bizim isim kötü amaçlı kullanılıyor…
-Antalya esnafının yabancılara karşı yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aynı sebepten dolayı iste Avrupa’dan gelenlere farklı,Rusya’dan gelenlere farklı davranıyorlar.Ruslarla ilgili önyargıyı kafalardan silmek biraz zor oluyor. Ama bizim gibi aileleri tanıdıktan sonra çok saygılı ve iyi davranıyorlar.
-Bir gününüzü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sabah kalkınca mutlaka yürüyüş yaparım. Çok çalıştığım için gün içinde boş vaktim olmuyor ama seyahat etmeyi seviyorum fırsat buldukça… Bir de bizim en önemli alışkanlığımız kitap okumakdır.Bir yere gidince hemen kitap açarız,dolmuşta,plajda bulduğumuz her fırsatta okuruz.Çoğumuzun çantasında bir kitap mutlaka vardır. Rusya’da mesela metroya, otobüse binerseniz kitap okuyan çok insan görürsünüz.
-Rus kadınların birbirleriyle olan ilişkisi nasıl sıkı bir dayanışma var mı ?
Bu dernek kurulana kadar birbirleriyle konuşmaya korkuyorlardı.Selam bile vermiyorlardı.
Güvenmiyorlardı hatta ben kartvizit veriyorum bana bile çok soğuk bakıyorlardı.Ama yavaş yavaş birbirleriyle kaynaşmaya başladılar bu yapılan etkinlikler sayesinde..
-Antalya yinede Ruslar için en popüler şehir, iş imkanları talebi karşılıyor mu ?
Aslında artık öyle değil.Antalya’ya yerleşenlerin sayısında çok ciddi düşüşler var.Hatta geri dönüşler bile başladı.Siz sadece bizi görüyorsunuz ama mesela sadece Moskova da yaşayan 10000 Türk var. Özellikle orada Türklerin yaptığı yatırımlar çoğaldıkça buradan da gidişler artmaya başladı.Antalya’ya gelen Ruslarla ilgili size rakam vermem gerekirse, biz bu derneği 2 yıl önce kurduk.İki sene önce 1000 kişi civarında bize iş bulma amacıyla başvuran Rus vardı geçen sene 100-200 kişi başvurdu.Bu senenin başından beri 25 kişi falan başvurdu.Bu çok ciddi bir düşüş bizce.. Turizmde talep aynı ama artık çalıştıracak eleman bulmakta zorlanıyor firmalar…Umarım bu ilerleyen yıllarda sorun olmaz…

İrina Okay Kimdir?

Rusya St.Petesburg’da doğdu.2001’de Antalya’ya geldi.Lise eğitimini kolej’de,üniversite eğitimini de ekonomi bölümünde tamamladı.2001 senesinde eşiyle tanışan ve evlenen İrina OKAY Elit Sport Acentasının sahibidir.Uluslararası İş Kadınları Derneği üyesi olan Okay,Antalya Yabancılar Arası Kültür ve Dayanışma Derneğinin de başkanı…

İLHAMİ KAPLAN


Cuma Sohbeti’nin bu haftaki konuğu Antalya Ticaret Borsası Başkanı İlhami Kaplan oldu. Geçtiğimiz yıl Batı Akdeniz Ekonomisi Geliştirme Vakfı (BAGEV) Başkanlığı görevini de devralan İlhami Kaplan, BAGEV’ in duraklama devrinin geride kalacağını söyleyerek görevi devralmıştı. Oysa son bir yılda yaptığı çalışmalar sonucunda maddi imkânsızlıklar yüzünden yol alamadıklarını anlatan Kaplan, Batı Akdeniz Kalkınma Ajansı kurulması için tam destek veren kişilerin başında geliyor.
Kaplan, Antalya için yapılacak çalışmaların hızlandırılması gerektiğinin ve sadece Antalya’nın değil Türkiye’nin de acil bir master plana ihtiyacı olduğunun altını çizdi. Bugüne kadar 140 ülke gezmiş olan İlhami Kaplan birikimini ve tecrübelerini Antalya için kullandığını ve Antalya’nın bir dünya şehri olması için yapılması gerekenleri bizlerle paylaştı.
Bugüne kadar yaptığı açıklamalarıyla fark yaratan isimlerden biri olan Kaplan, inandığı şeylerin hayatı boyunca hep arkasında durduğunu, başarısının sırrının dürüstlük ve bilgi birikimden geçtiğini söyledi.
Başarılı iş hayatının yanında FİFA Kokartlı eski hakemlerimizden olan İlhami Kaplan’la, spordan siyasete, tarımdan ekonomiye uzanan keyifli bir sohbetimiz oldu.

-BAGEV ‘de son bir yılda neler yapıldı?
BAGEV’ DE bir şeyler yapabilmeniz için para olması gerekiyor. BAGEV’in kuruluş amacı mükemmel ama bu vakıf açılırken gelir sadece oda ve borsaların yükümlülüğüne bırakılmış. Bunun olmaması gerekiyor. Belli rakamların belirlenmesi lazım Şimdi bütün inisiyatif karşı tarafa bırakılmış durumda… Burada çok kaliteli istihdam yapılması ve yeni projeler üretecek bilim adamlarının çalıştırılması gerekiyor. Biz şu anada bu bilim adamalarıyla çalışıyoruz ama sadece ikili ilişkilerimizle ya da dostluklarımızla işler yürüyor. Ama takdir edersiniz ki devir bilgiyi satın alma devri… Bu bilgi birikimi yıllarca tecrübe ederek biriktirmiş olan kişilerin bilgilerinin satın alınması lazım… Bizim ülkemizde en kolay şey bilgiye ulaşmak. Yıllarca çalışan ARGE yapan, tecrübe kazanan kişilere bunu nasıl yaptınız demek o emeğe saygısızlıktır. Her şeyde olması gerektiği gibi doğru bilgiye ulaşmanın da bir bedeli olmak zorundadır.
-BAGEV’in kuruluş amacı nedir?
Antalya, Burdur ve Isparta şehirlerini birbirine yakınlaştırmak, ürün planlaması yapmak, turizm ve kar planlaması yaparak, turnike sistemiyle insanların refah düzeyini yükseltmek. Turizmde de arka bölgeleri açarak o bölgelerde turizmin altyapı üretimlerini yaptırmak. Tarımda yazın Antalya’da çok iyi üretim yapabiliyorsunuz ama diğer illerde bu olmuyor. Göller Bölgesinde daha serin bir hava olduğu için çok daha uzun bir süre üretim yapılabilir ve bütün bunların yapılabilmesi için BAGEV kurulmuş.
-BAGEV’in faaliyetlerini tam olarak yürütebilmesi için ne yapılmalı?
Kesinlikle Bölgesel Kalkınma Ajansı kurulması gerekiyor. BAGEV bu ajansın bünyesinde bu işi takip eden olması lazım ama hükümet bu konuda ne yazık ki Antalya’ya çok sıcak bakmıyor. İzmir ve Mersin’de bu ajanslar kuruldu. Türkiye’de 4–5 tane daha yer tespit edildi ama bu çalışmaların hiç birinde Antalya’nın adı geçmiyor. 2010’ a kadar da planlanmıyor. Bu noktada Sayın Alaaddin Yüksel çok ciddi anlamda çalışmalar yapıyor. Bizi çok destekliyor. Bizde şu anda buna odaklandık. Tüm milletvekillerimizle bu konuyu görüşüyoruz. Kalkınma ajansları, bölgenin kurtuluşu olacak ciddi bir parasal kaynak ve kaliteli eleman istihdam etme fırsatı veriyor. En büyük sorun bir araya gelinememesi… Bugün gündemimde BAGEV var ama yarın Antalya’da tarımı ve ticaret borsasını konuşmak zorundayım. Burdur’daki kendi işini, Isparta’daki kendi işini yapmak zorunda… Bu üç kurumu bir araya getirecek bir idari yapılaşmanın olması lazım. Şu anda tamamen ikili ilişkilere dayalı bir çalışma yürüyor. Karanlıkta iğneyi ipliğe geçirmeye çalışıyoruz.
-Antalya’nın şu anki tarımsal durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bunu farklı açılardan değerlendirmek doğru olur. Öncelikle, “Biz tarıma nasıl bakıyoruz Antalya’da?” Antalya’ya coğrafi açıdan bakıldığı zaman, bu şehrin müthiş bir tropik iklim altyapısı var. Termal suyumuz yok ama termal bir havamız var. Yer altı sularımızda çok zengin değil ama bizim suyumuz var. Toprak ve iklim avantajımız diğer ülkelere göre çok daha fazla… En önemli unsurda insan faktörü… Antalya çiftçisi son derece bilgili, eğitim düzeyi yüksek ve yeniliklere açık. Çiftçi ve köylü kavramları bizde hep karıştırılmıştır. Köylü kendi tarlasını eken kişidir oysa çiftçiler yanlarında çok sayıda eleman çalıştıran ve teknolojik yenilikleri yakından takip eden kişilerdir. Yıllardır toprakla uğraşıyorlar. Son zamanlarda Antalyalı çiftçi topraksız tarımla tanıştı ve üretimini ikiye katladı. Yeniliklere açık olmak tamamen vizyon meselesidir.
—Antalya’daki üretimde hangi ürünlere ağırlık verilmeli sizce?
Antalya’da tarımı planlamak zorundayız ve bize göre Antalya’da tarımı subtropikal dediğimiz tropik ürünlere yöneltmeliyiz. Sulamayı damla sulamaya teşvik etmemiz lazım. Domateste kontrollü tarımın hayata geçirilmesi lazım… Bütün bunlar yapılırsa Avrupa karşısındaki geri kalmışlığımızı da kapatabiliriz. Bölgesel olarak acil bir planlama yapılmalıdır. Teknoloji ve tarım birleştiğinde 1 dönümde 7- 8 ton domates alan çiftçi, topraksız tarımda 30 ton domates almaya başlıyor.
-Tarımda devlet teşvikleri nasıl işliyor?
Aslında mesela buğday ekilecekse Konya Ovasına teşvik verilip, Antalyalıya vermiyorum denmeli... Domates ekiminde, nar, narenciye ekiminde Antalyalıya teşvik verilip bir başka şehre verilmemeli, mısır üretiminde Karadeniz bölgesine teşvik verilip Akdeniz’e verilmemeli gibi bir planlama yapılırsa herkes bölgesinin iklimine ve toprağına göre ekim yapmaya başlayacak. Hem üretim kalitesi artacak hem de tarımda planlamaya geçilmiş olacak. Tüm ürünlerin teşvikleri aynı olduğu ve benzin ve elektrik fiyatları da normal tüketiciyle aynı tutulduğu için tarımda kaliteli ve ucuz üretim yapılamıyor.
-Su kaynaklarının azalması tarımı nasıl etkiledi?
Eskiden bu topraklarda pamuk ekimi yapılırdı. Şimdilerde mısır ekiliyor ve 8-9 kez üst sulama yapılması gerekiyor. Yer altı sularımızın miktarı 3- 4 senedir oldukça düşüş gösterdi. Bu kadar suyun önemli olduğu Antalya2da mısır ektirmenin ve desteklemenin hiçbir mantığı yok ki. Mısırı yağmur alan bölgelere yönlendirmek hem kaliteyi arttıracak hem de maliyeti düşürecektir. Oluşturulan bilim kurullarının Antalya’nın 10 yıl sonrasını planlaması gerekiyor. 10 sene önce yapılan planlamalar şuan gerçeği göstermiyor çünkü eskisi kadar yağış almıyoruz. Antarktika gezimde Kıbrıs adası büyüklüğünde bir buzulun kopmuş olduğunu kendi gözlerimle gördüm ve durumun ciddiyetini daha iyi kavradım. 2000 yılda bu noktaya gelindi ama zaman şu an daha hızlı ilerliyor. Bu durumun etkilerini çok kısa zamanda göreceğiz. Küresel Isınmada 2000 yılda buraya gelindi daha da kötüsünü bundan sonraki 2000 yılda görürüz diyenler çok yanılıyor.
-Tarımsal kanunlarda düzenlemeler yapılmıyor mu?
Aslında güzel kanunlar çıkıyor ama kamuoyuyla paylaşmada sorunlar var. Üreticilerin kanunlardan haberi yok. En büyük problemlerden bir tanesi de bu… Çok güzel desteklemeler var ama bunu duyurmakda zorlanıyoruz. Sigorta yasası çıkıyor ve bunun herkes tarafından kullanılması lazım. Çevrenize bakıyorsunuz ya devletin arazisi ya da 2B orman vasfını yitirmiş topraklar dolayısıyla tapusu yok ve bu yüzden kanunlardan faydalanılamıyor. Üreticinin mutlaka damla sulamaya teşvik edilmesi lazım… Bu da bir diğer altı çizilmesi gereken konu… 1980 yıllarda rahmetli Turgut Özal’ın Antalya için aldığı kararlar Antalya’nın ve Türkiye’nin vizyonunu değiştirdi. 80’lerde 20 bin turist gelen şehre şimdi 10 milyon turist geliyor. Bugünlerde Antalya tarımının da böyle bir yeniliğe ihtiyacı var. Bir kişi daha çıkıp tarımla ilgili bir reform yapıp elini taşın altına koymalı ki ilerleyen yıllarda Avrupa’yla rekabet etmeye devam edebilelim.
—Siyasi çekişmeler üreticiye nasıl yansıyor?
Direk üreticiye yansıyan bir tablo aslında… Tarımda bu direk hissediliyor. Ben artık projelerin tartışıldığı günleri özledim. Ben bir master plan yapıyorum diyen bir başbakan çıksın ve onun karşısında da ana muhalefet parti başkanları bu projeniz doğru ama projenin eksikleri üzerine tartışsın. İnanın bu günleri özledim. Bu tür siyaseti özledim. Etrafı 6 farklı bölgeyle çevrili bir ülkedeyiz. Avrupa’dan, Hindistan bölgesine, Türkiye Cumhuriyetlerinden, Amerika’ya, Rusya’dan, Ortadoğu’ya kadar en verimli topraklar ve en elverişli iklim bizim ülkemizde ama değerlendiremediğimiz için ihracat gelirlerimiz olması gerekenin altında, köyden kente göç devam ediyor ve işsizlik en büyük sorunumuz haline geldi. Çevre ülkelerde petrol gelirlerinden dolayı refah seviyesi yükseldi ve artık kaliteli ve organik ürünlere yönelmeye başladılar. Bu değişimi ihracat yapan bir ülke olarak yakalamamız lazım. Çok çalışkan, değişime açık bir üreticimiz ve altın değerinde topraklarımız var tek ihtiyacımız olan doğru planlama yapılmasıdır. -Su ve toprak konusunda ne kadar bilinçliyiz sizce?
Orman yangınları olmadan doğanın ve bitki örtüsünün, toprağın değerini, afetler yaşanmadan önlem almamız gerektiğinin ve kuraklık gelmeden tedbir alınması gerektiğinin maalesef farkında olmuyoruz. Bu yıl kuraklık sebebiyle çok ciddi ölçüde orman arazisini yangınlara kurban ettik. Dünya kuraklıkla savaşırken biz çeşmeden su aktığı için olayın ciddiyetini hala kavrayabilmiş değiliz. Bir gün musluğu çevirdiğinizde suyun akmadığını düşünün. Hala şehir merkezinde hortumlarla araba yıkayanlar, yağmurlama sulamayla üretim yapanlar ve çevre bilincinden yoksun büyüyen yarının gençleri çocuklarımız maalesef bizler kadar şanslı olamayabilir. Dünya Küresel Isınmayla ilgili projeler üretirken bizim okullarımızda çevre bilinciyle ilgili yeteri kadar eğitim veriliyor mu? Su ve Toprak Müdürlükleri vardı eskiden… Gerekli görülmediği için kapatıldı oysa şimdi Su ve Çevre ve Gıda Bakanlığı kurulması gerekecek kadar acil bir yapılanma gerekiyor. Seçimlerden sonra belediye başkanlarının yurt dışı gezileri oluyor. Bu gezilerin bu seçimin planlandığı zaman yapılması lazım. Seçildikten sonra yurtdışını gezip oradaki modelleri uygulamak ne kadar başarı getirebilir ki? Ne yapıldı ne yapılıyor diye önceden gezilmesi lazım. Bu bir vizyon meselesi oysa su için buna gerek yok. Önümüzdeki yıllarda Türkiye’de sınırlar ideolojik, etnik nedenlerden değişmeyecek. En büyük değişime uğrayacak neden açlık ve susuzluk… Çünkü açlık ve susuzluğun olduğu bir yerde ne bir medeniyeti tartışabilirsiniz ne adaleti ne hukuku tartışabilirsiniz. Ekonomi, açlık ve susuzluk… Günümüzde bu üçü de var mı? Bunu görmemek mümkün mü?
-Siz politikaya girmeyi düşünüyor musunuz?
Politika kırkayak gibi bir yaratık… Bu iş için emek vermek zaman yaratmak gerekiyor. Bizim bunlar için vaktimiz yok. Biz bir sivil toplum örgütünü temsil ediyoruz. Bizim bakış açımız siyasetten uzak ve objektif olmak zorunda… Bizim gibi kuruluşlar taraf olmamalı… Ben şuanda Antalya Ticaret Borsası ve BAGEV’in Başkanı olmaktan çok ciddi anlamda mutluyum. Çok ciddi katkıyı kent adına, ülkem adına ve insanlık adına çalışmalar yapabileceğim iki büyük oluşumun başındayım. Bunun sorumluluğu bence daha büyük ve benim daha yapmam gereken çok iş var. Bu yüzden politikaya girmeyi henüz düşünmüyorum. Bir dönem belediye meclis üyeliği de yaptım. Şu anki belediye başkanlarıyla beraber meclis üyeliği yaptığım dönemler oldu. O yüzden Antalya’nın siyasetçileri siyasetin ve yönetimin çekirdeğinden gelen Antalya sevdalıları… Antalya siyasi açıdan şanslı bir il bana göre…
—Antalya’daki siyasi tabloyu detaylandırırsak Antalya’ya neler yapılabilir?
Ben Antalya’nın genelini çok güzel bir kadına benzetiyorum. Kepez Belediyesini kırsal kesimdeki genç bir köylü kadınına benzetiyorum. Konyaaltı Belediyesini genç bir kıza benzetiyorum. Muratpaşa Belediyesini ise orta yaş üstü modern bir kentli kadına benzetiyorum. Buradan yola çıkarsak, en şanslı Konyaaltı Belediye Başkanı bence… Çok güzel bir kıza ne giydirirseniz giydirin ne makyaj yaparsanız yapın değişimi çok net görebilirsiniz. Çok ciddi emek verilmeli, güzelliğe güzellik katmak kolay değildir. Muratpaşa Belediyesi orta yaş üstü modern bir kentli kadın, bu yüzden çok fazla genç kadınla oynayamazsınız. Onda oturmuş bir yüz, oturmuş bir fizik vardır. Muratpaşa Belediyesinde çok küçük rötuşlar yapabilirsiniz. Her yer binalaşmış. Size sadece biraz daha fazla yeşil alan yaratmak kalıyor. Çok akıllı peyzajlarla çevre güzelleştirilmesi yapılabilir. Kepez Belediyesindeki köy kadınına ise öğretecek çok şey var. Köy kadını dönüşüme ve güzelliğe açık ama doğru şeyleri doğru zamanda yapacaksınız. Ona her gün makyaj yapıp dışarı çıkarmayacaksınız. Onu öyle bir yapacaksınız ki her gün bilinçli bir değişim yaşanacak. Büyükşehir Belediyesi ise bunların hepsini temsil ediyor. Ben siyasi çalışmaları bu açıdan Antalya’da başarılı buluyorum. Benim tek istediğim birbiriyle kavgalı belediye başkanı görmek istemiyorum, birbiriyle kavgalı kent sevdalısı görmek istemiyorum. Ben kentimde kavganın sadece mecliste yapıldığı çıkışta kol kola gidilen siyaset görmek istiyorum. Yıllarca FİFA hakemliği yaptım ve yardımcılarıma söylediğim tek bir şey vardı. Herkesin bir doğrusu vardır. Ama bir tane gerçek vardır. Yardımcıma inandığın doğruyu bana göster eğer bu doğru gerçekse hepimiz kazanacağız derdim. Kentimde proje üreten, kentin kazandığı çalışmaların yapıldığı sadece lafta kalan Dünya Kenti Antalya değil gerçekten bunu hak eden Antalya’yı yaşamak istiyorum.
—Yaklaşan yerel seçimler üreticiyi nasıl etkileyecek?
Yıllardır yapılan istatistikler gösteriyor ki seçim dönemlerinde tarım sektörü tırmanışa geçmiş ve sonraki yıllarda gerilemiş. Benim isteğim tarıma hiç katkı sağlamaması. Çok güzel imkânlar sunup seçim sonrası uygulanmaması üreticiye daha çok zarar veriyor en iyisi hiç katkıda bulunulmasın. Herkes şu anki durumunu koruyabilsin en azından… Antalya’da dikkat çekeceğim en önemli konu yeni ilçelerle ilgili… Bunlardan biri Döşemealtı diğeri Aksu ilçeleri… Kent merkezinde yaşam standartları zorlaştığı için bundan sonrasında uydu kent projeleri gündeme gelecek. Benim siyasi partilerden tek isteğim özellikle bu iki ilçenin adaylarını açıklarken siyasi çıkarlardan uzak davranmaları ve bu ilçelerin önümüzdeki 10 yılını planlayacak altyapı çalışmalarını yapacak başkan adaylarını seçerken kişisel birikim, bilgi ve tecrübelere göre aday açıklamalarıdır. Yapılacak yanlış bir hata geri dönüşü olamayan şeylere sebep olacaktır. Halkımızdan da bu bilinçle oy vermelerini istiyorum.
—Bu yıl Süper Lig gözetmenliği yaptığınız için kamuoyundan uzak kaldınız. Ama bir Antalyalı olarak Antalyaspor’un Lig’deki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Antalyaspor’da istikrarlı olunmalı. Çok çabuk karar vermenin dışına çıkılmalı. Çok kısa sürede çok fazla antrenör değiştirildi. Biraz daha sabırlı ve inançlı olunmalı. Geçtiğimiz haftaki maçta taraftarın olumsuz ve kişilik haklarına saldırı niteliğindeki davranışlarını kesinlikle tasvip etmiyorum. Futbolu bir spor olarak görmeli ve sahadan üç sonucunda alınabileceğinin farkına varmalıyız. Biraz daha centilmence maç izlenmesi takımın motivasyonunu da arttıracaktır eminim ki… Başarısızlıkta antrenöre ve yönetime yüklenilmesini doğru bulmuyorum. Çok zor şampiyon olduk bu yüzden takımın önümüzdeki günlerde toparlanacağına inanıyorum.

İLHAMİ KAPLAN kimdir?
09 Nisan 1959’da Antalya’da doğdu. Öğrenimini Antalya’da tamamladı. 1960 yılından beri toprak mahsulleri, ithalat, ihracat ve imalat işleri yapan Hafız Dış Ticaret Ltd Ş.t.i’nin şimdiki sahibi olan Kaplan, evli ve biri kız iki çocuk babasıdır.
FİFA Kokartlı eski hakemlerimizden olan İlhami Kaplan bunun yanı sıra geçmiş dönemlerde, belediye meclis üyeliği, ATSO Yön. Kur. Üyeliği, ATSO Meclis Başkan Vekilliği, Organize Sanayi Yönetim Kurulu Üyeliği, Atletizm Federasyonu Yönetim Kurulu Üyeliği, Muratpaşa Spor Kulübü Yön. Kur. Üyeliği, İstanbul ANTEV Yön. Kur. Üyeliği, VTV televizyonunda Spor Programı yapımcılığı ve sunuculuğu, Sabah Gazetesinde Spor yazarlığı görevlerinde bulundu. 8 Mayıs 2005 yılından beri Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Ticaret Borsaları Konsey Üyeliğini de yürütmektedir. ASBAŞ ve Antalya Tenis İhtisas Asbaşkanlığı ve Süper Lig Gözetmenliği yapan İlhami Kaplan Antalya Ticaret Borasının Başkanıdır.


İBRAHİM ÖZÇİMEN


Cevizli Ezme ve Şiş Köfte denilince akla ilk gelen ilimiz Burdur… 10 ilçesi olan ve sayısız medeniyetleri barındırmış olan tarihindeki antik kentleri ve bu yıl OKS sınavında gösterdiği başarıyla tüm Türkiye’nin bir anda dikkatini çeken Burdur ili valisi İbrahim Özçimen… Yeni atandığı görevinde kısa zamanda Burdurluların sevgisini ve ilgisini kazanan Vali İbrahim Özçimen, kendini şimdiden Burdur’a adamış. Başka bir konuyu da konuşuyor olsanız, sözü hemen ilin ihtiyaçlarına getiriyor. Meslek yaşamı süresince 12 ilde yöneticilik yapmış olan İbrahim Özçimen, tayini çıkan bütün illerden gözyaşları içinde uğurlanmış. Kendini görev yaptığı ildeki insanlara adayan yapısı ve özverili çalışmalarıyla birçok projede imzası olan Özçimen, mesleki başarısını “Millet bizim hizmetkarımız değil, bizler milletin hizmetkarıyız” düşüncesiyle yakalamış.
“Sorunu yerinde görmek isterim” diyen Özçimen, gündüz mesaisinin dışında bazı günler geceleri de mesai yaparak hastanelere, huzurevine, yetiştirme yurduna, polis ve jandarmaya yaptığı ani ziyaretlerle Burdurluları hayli şaşırtmış. Habersiz çıktığı denetimlerde henüz bir sorunla karşılaşmadığını belirten Vali İbrahim Özçimen hizmetleri yerinde kontrol ediyor.
Burdur'un, göç almayan küçük bir il olması sebebiyle idaresinin kolay olduğunu söyleyen Özçimen, üzerinde durduğu en önemli projenin Akdeniz ve Ege’yi birbirine bağlayan duble yol yapımı olduğunu söyledi.
Sagalassos antik kentinde 17 yıldır süren kazı çalışmalarında bulunan Roma İmparatoru Hadrian’ın heykelinin Londra’daki British Museum’da sergilenmesinin de Burdur açısından önemli olduğunu söyleyen Vali İbrahim Özçimen bu eserin antik kenti üne kavuşturacağını
belirtti. Ayrıca ilerleyen aylarda kültür turizmi çalışmalarına ağırlık verileceğini ve seyahat acentaları anlaşmalarının da yapılacağının haberini verdi.
Turizmden sanayiye, tarımdan eğitime kadar her alanda neler yapılabileceğini konuştuğumuz Vali İbrahim Özçimen’le Burdur ile ilgili projelerini anlatan keyifli bir sohbetimiz oldu.

-Burdur geçen seneki başarısını devam ettirdi ve bu senede OKS Türkiye Birincisi oldu. Bu başarının kaynağı sadece öğrencilerin çok çalışması mı?
OKS sınavının bu sene sonuncusu yapıldı ama yarış devam ediyor. Önümüzdeki sene SBS sınavları olacak. Bir de ÖSS var. ÖSS’de de yükselen bir grafiğimiz var. Bu başarının altında elbette ki bir sürü faktör var. En önemlisi gayret ve emek... Şüphesiz çalışan kazanır. Bireysel olarak öğrencilerin çalışıp kazanması normaldir ama bütün bir ilin çalışıp kazanması gerçekten altı çizilmesi ve vurgulanması gereken bir konu. Bu başarıda bir tesadüf söz konusu olamaz. Bu bir ortak başarıdır. Burdur ulaşım ve imkanlar açısından da avantajlı bir il. Sınıflar genelde 18 kişilik ve öğrencilerin dikkatini dağıtacak faktörler kısıtlı. Milli Eğitim Bakanlığının yılda iki kez yaptığı ortak başarı deneme sınavının benzerini kendi ilimizde 7 defa daha yapmışız. Okuyan veliler projemiz vardı daha sonradan bu Cumhurbaşkanlığı’nca Türkiye geneline yayıldı. Burdur’un bir avantajı da okuma yazma oranının % 98 olması. Okur-yazar olan veliler eğitim konusunda daha bilinçli oluyor.
-Başarıyı devam ettirmek ya da yükseltmek için neler yapılacak Burdur'da?
Eğitimde çok ciddi bir başarı yakalanmış. Bunu bozmamak gerekiyor. Sakarya’da eğitimden sorumlu vali yardımcılığı yaptım. Depremden sonra bütün emeklerimiz gitti. Başarı sırasında 66. olduk. Burada tabiî ki hazır bulmuş oluyorsunuz. Ben Burdur’a yeni geldim ama bana düşen bu başarıyı korumak. İkinciliğe düşmememiz gerekiyor. Sonuçta bu büyük bir rekabet ve ben yeni geldiğim için benim sorumluluğum daha fazla… Bu çok prestijli bir ünvan… Birçok şehirden telefonlar geliyor. En büyük avantajımızda Burdur’un göç almayan yönetimi kolay bir il olması. Göç alan illerde bu başarı ancak bir hayal olabilir. Gelen insanların o şehre adapte olma süreci eğitimi de çok etkiliyor. Burdur’u bu konuda alkışlamak gerekli… Yeni hedefimiz ÖSS’de Türkiye Birinciliği…
-Burdur'un, göreve başladığınızdan beri, tespit ettiğiniz en önemli sorunu ve bunun çözümü konusunda neler söylersiniz?
Sanayinin burada harekete geçirilmesi gerekiyor. 2.Organize Sanayi Bölgesi ile ilgili çalışmalarımız devam ediyor. Burdur sanayisi gelişmeye açık. Burdurlular yeniliklere ve teknolojiye uyum sağlama konusunda başarılılar. Çok ciddi boyutlarda değilse bile nüfusa oranladığımızda Türkiye’nin bir gerçeği olan işsizlik Burdur’un da önemli bir sorunu. Yeni istihdam kaynakları yaratılması konusunda araştırmalarım devam ediyor. İş arayan gençlerin çoğu terlemek istemiyor, elini kirletmek istemiyor. Ama işverende işçi arıyor. Meslek Lisesi mezunları ve MYO. mezunlarının isteklerini biraz azaltması iş istiyorlarsa özverili olmaları lazım. Ekmek parası kazanmak kolay değildir.
-Burdur'un turizm potansiyelini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ağlasun ilçemizdeki Sagalassos ve Gölhisar ilçemizdeki Kibrya Antik Kentleri’ndeki kazı çalışmalarımız devam ediyor. Bu kentlerin turizme açılması gerekiyor. Gölhisar’daki çalışmalar Akdeniz Üniversitesinden Prof. Dr. Fahri Işık ve Havva İşkan Işık'ın bilimsel danışmanlığında devam ediyor. Öncelikli hedefimiz Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi’nde Sanat Tarihi ve Arkeoloji bölümlerinin açılması ve çalışmaların buradan yürütülmesi. Sagalassos Antik kentinde de Belçikalı bir grubun önderliğinde devam eden çalışmalar Burdur için ciddi bir kültür turizmi kaynağı olacak. Kent yavaş yavaş meydana çıkmaya başladı. Sagalassos antik kentinde 17 yıldır süren kazı çalışmalarında bulunan Roma İmparatoru Hadrian’ın heykelinin Londra’daki British Muzeum’da sergilenmesi de Burdur açısından çok önemli bu eserin antik kenti üne kavuşturacağını düşünüyorum.
-Burdur Gölü turizm anlamında değerlendirilebilir mi?
Burdur’un ve Burdur Gölü’nün turizm açısından değerlendirildiği söylenemez. Yerli turistler elbette ki var ama Antalya ya da Denizli ile kıyaslanamaz bile. Burdur Göl’ünü kurtarma kapsamında geçtiğimiz günlerde arıtma tesisimiz açıldı. Göldeki bir başka sorunda suyun azalması. İki yılda yaklaşık 14 metrelik bir azalma kaydedildi. Küresel ısınmadan dolayı yağışların azalması göllerdeki su oranlarını düşürüyor. OSB’deki atıkların ve şehrin atıklarının arıtılmaya başlanması gölün kurtulmasında önemli bir gelişme olacak. Isparta OSB’ de Burdur Göl’üne atık boşalttığı için bununda çok sıkı denetlenmesi gerekiyor. Bir göl idaresi kuruluyor. Konunun uzmanlarının yer alacağı heyette gölün denetimini ve cezalarını onlar belirleyecek.
-Burdur'u diğer illerden farklı ve özel kılan özellikler var mı sizce?
Eğitimdeki başarımız kesinlikle ilk sırada. Bu yörede ben çalışmadım ama kendim Denizli Çivril’liyim. Aynı kültürün insanlarıyız. Buralardan vatan haini çıkmaz. Devletine, kanunlara saygılıdır, çalışır ve üretir. Burdur’da her bir ev bir ticari işletme aslında. Sütçülük ciddi bir geçim kaynağı. Burdur bilinçli, okur-yazar ve üretici bir il. Bu özellikler birçok proje için kolaylık sağlayacak.
- Meslek yaşamınız boyunca bir ilde gerçekleştirmeyi düşlediğiniz, ama gerçekleştiremediğiniz bir projeniz var mı ve bu proje Burdur'da gerçeğe dönüşebilir mi?
Geldiğim ilde 1.5 milyon koyun, 250 bin inek vardı ama süt yoktu. Burdur’da bu rakamın yarısı kadar inek var ama çok muazzam bir sütçülük var. Biz Muş’da suni tohumlamayı, kültür ırkı hayvanlarını arttıralım dedik. Yıllarca bu konuda uğraştım ama burada hazır buldum. Buradaki hayvancılığın % 99 ‘u kültür ırkı, oysaki Muş’da bu rakam % 5 ‘ti. Bunun en büyük sebebi cehalet. Orada cehalet çok yüksek. Halk değişime ve yeniliklere açık değil. Geldiğim yerde ilk yapılması gereken cehaleti yenmek. Cehaleti yendiğinizde fakirliği yenebiliyorsunuz. Burdur’da fiziki şartlar daha kısıtlı ama halk eğitimli olduğu için daralanlarda yüksek verimlilik var. Yeşilova ilçesinin İğdir köyünde yapılan sütçülük AB standartlarının da üzerinde. İğdir’de “Toplu Sağım” yapılıyor, AB standartlarına göre 1 litre sütte 100 bin bakteri olması lazım ama bu rakam Türkiye’de 1 milyon bakteri civarında. Oysa İğdir sütçülüğünde 1 litre sütte 10 bin bakteri var. AB standartlarının çok çok üzerindeki bu üretim toplu sağımdan kaynaklanıyor. İlk hedefim bütün Burdur’u İğdir’e benzetmek. Üretimi İğdir gibi olsun ki ihracat bağlantıları oluşturalım.
- Bir valinin yönettiği ilde öncelikleri neler olmalı?
Elbette eğitim olmalıdır. İstihdam çok önemlidir. Burdur içinse tarım ve hayvancılıkta öncelikler yaratılmalıdır. Turizmi ve sanayiyi de unutmamak gerekir. Yani hepsini birden götürmek zorundasınız. Bu faktörler birleşik kaplar gibi, hepsi birbirinin içine geçmiş durumda. Birbirini o kadar çok etkiliyor ki biri çok iyi olup diğeri geri kalmıyor. Hepsinle eşit ilgilenmelisiniz. Vatandaşın bilinç düzeyi çok şeyi etkiliyor. Çok geri bir ilde şehir çok temiz olmaz. Mümkün değil. İhtiyacın on katı görevlide koysanız korumayı bilmeyen bir halkınız varsa temizlik bile ciddi bir sorundur. Burdur bu konuda gerçekten gelişmiş bir il. Kırmızı ışıkta bile kimse geçmez burada. Ana-kız okuyor projesinde kapı kapı dolaşılmış ama okumayan anne bulmakta zorlanılmış.
-Burdur’da kadınlar ve çocuklar hayatın neresinde?
Bizim geldiğimiz ilde, çok zor yaptığımız işler burada zaten STK’lar tarafından organize edilmiş durumda. Burdur’da birçok dernek çok iyi çalışıyor. Özellikle kadınlarla ilgili bir sürü dernek var ki burada kadın sorunu diye bir şey yok. Kadının ikinci planda olması gibi bir şey zaten söz konusu bile değil. Bunlar çoktan aşılmış. Kadının adı yok diye bir şey yok. Burdur’da kadının adı var. Kadın sosyal hayatın her yerinde eşit bir birey ve çocukların başarısında kadınların birinci dereceden etkisi var. Köy kadınlarının bile eğitimi var.
- Bir şehri "kent" yapan özellikler sizce nelerdir?
Antik kentlerde bile kent meclisleri var. Halkın tamamının yönetime ortak edilmesi gerekir. Bizler gelip geçiyoruz. Belediye başkanları da öyle… Ama halk burada kalıcı olan ve yöneticilerin bunu görmezden gelme lüksü yok. Halk nasıl bir kent istiyorsa özgürce bunu söylemesi gerekir diye düşünüyorum. Bana göre bir kent yanlış olabilir. Benim şekillendirdiğim bir şehir yanlış olabilir ama halkın şekillendirdiği bir şehir yanlış olmaz. Gerçek başarı halkın şehri şekillendirmesine fırsat vermektir. Burdur’un bir kent kimliği var zaten. Yörük kültürü Burdur’da halen devam ediyor.. Biz Teke yöresinin başkentiyiz. Çok zengin türkülerimiz, oyunlarımız var. Hızlı büyüyen şehirlerde şehrin ruhunu korumak zordur, Burdur hızlı büyümediği için bu konuda avantajlı. Hızlı büyüyen illerde sesimizi yükseltmemiz gerekiyor. Hamburger yiyen, rock dinleyen, kot giyen tek tip bir kültür oluşturulmaya çalışıyor. Buna isyan etmemiz lazım. Tek tip yaşayan insanların olduğu bir dünya çok çirkin olur gibi geliyor bana. Biz 600 sene dünyayı idare etmişiz kimsenin kültürüne de dokunmamışız. Belki aşırı bulunabilir ama bence yaşadığın kültüre sahip çıkmak vatana sahip çıkmaktır.
- Mesainizden sonra akşam saatlerinde yaptığınız habersiz denetimleriniz Burdurluları çok şaşırtmış. Akşamları denetim yapmanızın özel bir sebebi var mı?
Bu göreve gelmek için çok çalışıyoruz. Bir sürü işler yapıyoruz. Asıl geldikten sonrası önemli. Hem şehir merkezini hem köyleri mesai dışında çok gezerim. Kimseye haber vermeden denetime çıkarım. Haber verildiğinde bir önemi kalmıyor ki... Bu ildeki her vatandaştan sorumluyum ben. Yurtta kalan çocuktan da, huzurevindeki yaşlıdan da ben sorumluyum. O çocukların aileleri biziz, yaşlılarımızın bizden başka ziyaret edeni yok. Bu nasıl görmezden gelinebilir ki? Bu çok ağır bir görev… Alıyorsanız hakkını vermek gerekir. Ben büyüğüm hepinizi ezerim diye oturmak hizmet etmek değildir. Bu şehrin ucundaki bir evde, bir yaşlı sahipsizlikten inleyerek ölüyorsa ve bundan kimsenin haberi olmuyorsa bunun sorumlusu benim. Ben bunu iliklerime kadar hissederek yaşamalıyım. Ye iç, eğlen gül, oyna kolay olanı… Bu hep var. Ama o ihtiyarı ben bilmeli ve yarasını sarmalıyım. Asıl zor olan bu…
-Meslek yaşamanızda asla affetmem dediğiniz prensipleriniz var mı?
Bizim görevimizin ana kaynağı insan. Vatandaşlarımızın öncelikle eğitim, sağlık ve refahından bizler sorumluyuz. Mesela hastasına kötü davranan bir doktoru affetmem. Onu oraya millet getiriyor. Millete karşı borcunu onlara iyi bakarak ödeyebilir. Başka türlü ödeyemez. Bu devlet, bu millet onu okuttu ve buralara getirdi. Benim babam çiftçiydi ve beni 16 sene okuttu. Devlet olmasa beni nasıl okutacaktı. Bir tane profesör bile tutamazdı beni okutmak için oysa onlarca profesör bana ders verdi. Bugün buradaysam bu millete borçluyumdur. Bırakın mesaiyi, 24 saat çalışsam bu borcu ödeyemem. Bu düşünceye herkesin sahip olması gerekir.
- Burdurla ilgili ekonomik ve sosyal kalkınma projeleriniz neler?
Denizli-Antalya arasını duble yol yapma çalışmamız var. O zaman İzmir’den Antalya’ya kadar duble yol olmuş olacak. 26 kilometresini bu sene yapıyoruz. İlk 12 kilometresini ihale ettik. Çalışmalar başladı. Bu en önemli projelerimizden biri. Bunun yanında 2. Organize Sanayi Bölgesini açmayı düşünüyoruz. Turizm ve eğitimde de yakaladığımız başarıyı kaybetmemek için projeler üretmeye başladık. Kültür-sanat ve spor ise Burdur’un vazgeçilmezi…
- Bir valinin hangi yoğunlukta çalıştığı malum. Ailenize yeteri kadar zaman ayırabiliyor musunuz? Bir aradayken nasıl vakit geçiriyorsunuz?
Çocuklarım zaten dışarıda okuyor. Eşimle birlikte çıkıyoruz dolaşmaya… Eşimde gönüllü projelerde yardımcı oluyor. Benim amacım sorun çözmek ve doğru gözlemlemek... Millet bizim hizmetkarımız değil, bizler milletin hizmetkarıyız. Özel hayatımda da gözlem yapmaya ve incelemeye dikkat ederim. Geçen gece bir düğüne davetliydik. Düğün olunca herkes resmi giyinmiş. Ben tişörtle gittim. “Kusura bakmayın tanıyamadık” diyen o kadar çok oldu ki… Oysa ben o kadar rahatım ki… Arada benimde dinlenmeye ve rahat olmaya ihtiyacım var. Akşam denetimlerine de ben günlük kıyafetle çıkarım. Bazen koruma ve şoför kullanmam. Bu tabiî ki biraz garip geliyor. Herkes beni hep kravatlı görmek istiyor. Sanki kravat iş yapacak. Oysaki ben işimle konuşulmak istiyorum. Kravatımla ya da kıyafetimle değil. Yaptıklarım insanların dilinde olmalı. Buna alışılması elbette biraz zaman gerektirecek. Kolay olacağını sanmıyorum.
-Burdur’a geldiğinizde ilk dikkatinizi çeken çalışma nedir?
Burdur’un insanı gerçekten çok vefalı… Başka yerde çok fazla göremediğim ama burada gördüğüm bir şey var. Altınyayla’da bir hayırseverimiz tek başına 3 milyon ytl civarında bir yatırımla yüksekokul yapma çalışmasına başladı. Yeşilova’da da 2 milyon ytl civarında bir yüksekokul ve hastane yapım çalışması devam ediyor. Bu okulları hayırsever vatandaşlarımız tek başlarına yapıyor. Yurtdışında bu böyle değildir. Vergilerini öder insanlar, devlet yapar. Ama bizde manevi bir bağlılık var ki ülkenin kalkınması açısından çok önemli… Burdurlu iş adamlarımız bir vefa örneği sergiliyor ve iş yerleri başka bir ilde de olsa Burdur’a mutlaka yardım ediyor. Bu her yerde görmeye alışık olduğumuz bir tablo değil.
İbrahim Özçimen Kimdir?
1960 yılında Denizli-Çivril’de doğdu. İlk ve ortaokulu Çivril’de, liseyi Uşakta, Yüksek Öğrenimini İ.Ü.Hukuk Fakültesinde tamamladı. 1982 yılında Uşak Kaymakam adayı olarak mesleğe başladı. Çankırı-Orta Kaymakam Vekilliği, İstanbul-Eminönü Kaymakam refikliği görevlerinden sonra 1984 yılında K.Maraş-Andırın Kaymakamlığına atandı. 1988–1990 yıllarında Bingöl-Karlıova’da mahrumiyet hizmetini tamamladı. Daha sonra bir yıl süre ile İngilizce Öğrenimi amacı ile İçişleri Bakanlığınca gönderildiği ABD Wisconsin-Millwaukee’de kaldı. Dönüşte sıra ile 1991–92 yıllarında Bitlis-Ahlât, 1992–94 yıllarında Bilecik-Gölpazarı, 1994–96 yıllarında Kayseri-Yahyalı, 1996–1999 yıllarında Sakarya-Ferizli Kaymakamlıklarında bulundu. 12 Kasım 1999 Düzce depreminden sonra Sakarya Vali Yardımcısı olarak çalıştı. Ekim 2003’te Ankara Vali Yardımcılığına atandı. 2004 - 2008 yılları arasında Muş Valisi olarak görevine devam etti. 21.04.2008 tarihli ve 2008/13529 sayılı Kararname ile Burdur Valisi olarak atandı ve halen bu görevini sürdürmektedir. İyi derecede İngilizce bilmektedir. Evli ve üç çocuk babasıdır. Eşi halen öğretmen olarak çalışmaktadır
.

HÜSEYİN ÖĞÜTÇEN


Cumhuriyetimizle yaşıt bir mülkiyeli… Gülümseyen çehresinde yılların yorgunluğu görülse de, Antalya’da olmasının heyecanı ve mutluluğu hissediliyor. Bir Antalya’ya, bir de dağlara sevdalı bir Trakyalı Hüseyin Öğütçen…
Çocukluğu Balkan Savaşı faciasını dinlemekle geçen, 1933 yılında köylerine ilk defa gelen kaymakamın “İçinizde Kaymakam olmak isteyen var mı?” sorusuna farkında olmadan iki elini birden kaldıran Hüseyin Öğütçen, çok az sayıda ki özel insandan biri…
İsmet Paşa ve Atatürk’ün ışığında sürdürdüğü idarecilik hayatında, yaşamı birbirinden değerli anılarla dolu olan Hüseyin Öğütçen, bir röportaja sığmayacak kadar büyük bir insan…
Bazı şeyler vardır, bize öylesine doğal gelir ki hiç merak etmeyiz, ne olmuş, nasıl olmuş, ne zaman olmuş diye… İlk kim ya da kimler yapmış hiç aklımıza gelmez.
Antalya’daki birçok ilke imza atmış olsa da “Bunlar benim çocuklarım gibi” diye anlatmaya başladığı Tünektepe Döner Restoran ve Saklıkent Kayak Merkezi’nin onun hayatındaki önemi bambaşka…
Sadece 1 saatlik röportaj için sözleştiğimiz sohbetimizin ardından, “Sen benim üçüncü kızımsın” artık dediği anda gözlerimde biriken yaşlara engel olmakta zorlandığımı hatırlıyorum. O sabah otel lobisinde, lacivert takım elbisesi, beyaz gömleği, bordo desenli kravatı ve ceketinin cebindeki mendiliyle asansörün kapısında göründüğünde geçen yılların aksine zindeliği ve enerjisiyle kendisine hayran olmamak elde değil…
Röportajın ardından Antalya’daki son gününde Saklıkent’i görmek isteyen eski valimizle birlikte bu yolculuğa bende katıldım. Ne şanslıyım ki, Hüseyin Öğütçen’le geçirdiğim saatler hayatım boyunca hafızamdan silinmeyecek anılar olarak kalacak.
Yol boyunca 70’li yıllarda yaşanan zorluklardan ve Antalya’daki hızlı değişimden bahsettiğimiz sohbetimizde arabayla bile 1 saati geçen bu yolculuğu o yıllarda atlarla ya da İller Bankası’nın jipiyle defalarca yaptıklarını söyleyen Hüseyin Öğütçen’in en büyük dileği Saklıkent’in hak ettiği gibi kullanıldığını görmek… “Saklıkent, kış sporlarında vazgeçilmez bir yer olmalıydı” diyen Öğütçen, biraz buruk ama hala umutlu…
Saklıkent inşaatı başladığında ölüm tehlikesi atlatan ama yine de inşaatı durdurmayan Öğütçen’in, Saklıkent’teki meydana isminin verildiğini gördüğünde yaşadığı mutluluğu kelimelere dökmek neredeyse imkânsız… Yağmurun altında, şiddetli rüzgâra aldırmadan bacası tüten her evin önünde arabayı durduruyor, inip ev sahipleriyle sohbet ediyor. Hala Saklıkent için ne yapabileceğini araştırıyordu.
Saklıkent dönüş yolunda Portakal Durağı’nda durakladık. Saklıkent inşaatı başladığında her dönüşte bu durak da durup, biraz mola verip portakal yerlermiş. Aradan 34 yıl geçmişti ve artık aynı durak da portakal ağacı yoktu ama büyüleyici güzellikteki vadi ayaklarımızın altındaydı. 1940 yılında ezberlediği bir şiiri dağlara karşı okumak isteyen ve bir an bile duraksamadan dakikalarca şiir okuyan bu özel insanı, hayranlıkla izleyen, o anın canlı şahitlerinden biriyim. Sonbaharın etkileyici renkleri göz alabildiğine uzanırken, ıslak toprak kokusu ve kulaklarımda Sarıkız şiiriyle yola devam ettik.
Çayını kıtlama, kahvesini az şekerli içen Öğütçen, Saklıkent’deki vadiye karşı kahvesini yudumlarken, uzaklara dalan gözlerinde, 34 yıl öncesi görülüyordu. Duygusal dakikaların yaşandığı anlardan birinde “ En büyük zevkim sabah kahvaltısından ve öğle yemeğinden sonra günde iki kez kahve içmektir” diyerek konuyu değiştiren, bu mütevazı yaşamdan öğrenilecek çok şey var. “Benim arabam 73 model Volkswagen, arabam çok güzel sadece 36 yaşında” dedikten sonra muzipçe gülümsemesinin altında aslında çok fazla ayrıntıyı anlattığı da aşikârdı. Hala her sabah 7’de uyandığını ve günde 10 saat çalıştığını, son bir yıldır yaşadığı ufak sağlık sorunlarından dolayı artık eskisi kadar çok seyahat edemese de Antalya’ya tekrar gelmek istediğini söyleyerek noktaladı sohbetimizi…
Eşine az rastlanır bir idareci geçti Antalya’dan… 1971- 75 yılları arasında Antalya Valisi olarak geldiği Antalya’dan kopamamış, dağlarına sevdalanmış emekli bir idareciyi konuk etti Antalya…
Yeniliklere son derece açık, modern ve ilerici bir idareci olan Hüseyin Öğütçen’in başarılarla dolu hayat hikâyesinde, sayısız ödül ve teşekkür belgesi var ama İçişleri Bakanlığı’ndan aldığı 14 takdirname hayatını neredeyse özetliyor bizlere… Türkiye’de bu kadar çok takdirname alan tek idareci olan Öğütçen, bütün hayatını milletine hizmet etmekle geçirmiş. Halen İzmir Türk Eğitim Vakfı Başkanlığı yapan Öğütçen, bütün birikimini, tecrübelerini ve zamanını çocuklara, Türkiye’nin geleceğine vakfetmiş. Bundan nasıl bir keyif aldığını, o masmavi gözlerine yansıyan sevgi dolu ışıktan anlamak mümkün…

-34 yıl aradan sonra Antalya’da neler değişmiş?
Eski Antalya gitmiş yepyeni bir Antalya gelmiş, o kadar değişiklikler var ki… Antalya çok büyümüş. Çok aşırı nüfus artışı var. Bu normal bir artış değil... Ben Antalya’ya geldiğimde nüfus 95 bin kişiyken, şimdilerde 840 bin yazıyor ama milyonu geçmiştir belki de... Görüyorum ki maalesef şehir planı gelişmenin gerisinde kalmış. Bu kadar hızlı gelişme olan yerleşimlerde planlama, şehre yetişmek de zorluk çeker. Antalya’nın mimari planı 1972–73 yılında İller Bankası tarafından yaptırılmaktaydı. Selahattin Tonguç’un da o dönemki imar planlarına çok katkısı olmuştur. Değerli bir arkadaşımızdı. Bazen ters düştük, bazen aynı kulvarda koştuk, bazen aksi istikamette gittik ama dostluğumuz hiç bozulmadı.
-Yeni idareciler sizin görüş ve tecrübelerinize sık sık başvuruyor mu?
Benim asıl Antalya’ya gelme sebebim Menderes Türel’le görüşüp, kentin sorunları ya da yapılması gerekenler üzerine sohbet etmekti. Ben asıl Menderes’in babasını tanırım. Ben görevdeyken bir 23 Nisan günü babası, annesi, Menderes ve benim ailem Saklıkent’e gitmiştik. Menderes’in ilk defa kar gördüğü gün o gündür. Bütün gün karların üstünde yuvarlanmıştı. Yani ailecek de görüşürdük, benim ailesiyle dostluğum da vardı. Bu sebepten kendisiyle görüşmeyi çok istemiştim ama şehir dışında olduğu için görüşemedik. Geçen yıllarda neler yapılmış, nasıl gelişmiş bunların üzerine sohbet etmek isterdim. Bir dahaki sefere sohbet ederiz artık…
-Antalya’da yaptığınız projeler hep yüksek dağların üzerinde… Dağlara karşı özel bir ilginiz mi vardı?
Dağları denizden daha çok seviyorum. Hakkâri’ de 3000 metreden yüksek 26 tane dağ vardır. Bu dağların çoğuna tırmandım. İran-İrak- Türkiye sınırında bir hafta boyunca bütün sınırı gezdim. Damlarda yattım. Köylülerin sorunlarını dinledim. Benden başka o bölgeye giden devlet memuru sadece tahsildarlardı. Bunun dışında hiç giden yoktu. Yakın zamana kadar da olduğunu sanmıyorum. O bölgeye yollar yapılmasına çok önem verdim. Her hafta Salı günü Şemdinli’ye gidip, bir gece yatar, çalışmaları yerinde gördükten sonra dönerdim. Hayat orada hep zordu. Antalya’ya gelirsek 640 km sahile sahip bir şehir… Dünyanın en güzel sahili ve benim üzerimde en çok etki yapan yer Antalya… Turizm zaten var olan bir çalışmaydı ama dağlarının güzelliği bilinmiyordu o yıllarda… Benim çocuğum gibidir Tünektepe ve Saklıkent, birbirinden ayıramam ama daha iyi görmek isterdim ikisini de…
-Yeşile ve doğaya düşkün bir idareci olarak Antalya’daki betonlaşmayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Antalya’da değil bütün illerde ki ortak sorun betonlaşma… Antalya’da bugün 250 bin konut fazlası var. Arsa gittikçe değerleniyor. Bu yüzden taban alanı katsayısı yüksek tutuluyor. Daha düşük tutulabilse yeşil sahalar daha çok olacak. Yeşil alana yatırım yapılmaması uzun dönemde geri dönüşü olmayan sonuçlara yol açacak. Vehbi Koç’un bana bir öğüdü vardı. “Sakın şehrin plan ve programına ayırdığın paradan kaçma… Bütçenin en önemli kısmını planlamaya ayır “demişti ve ben hayatım boyunca bu sözü hep hatırladım ve bu öğütle çalıştım. Büyükşehir Belediyesi’ nin de dünyanın önemli mimar ve şehir planlayıcılarını Antalya’da misafir ederek onların projelerinden yararlanmasını öneriyorum. Büyük kavşaklarda ki yuvarlak dönüş alanları çıplak kalmış. Onların üzerine değerli heykeltıraşların heykelleri olmalı… Orijinal heykeller yaptırılmalı… Bazı heykeller insanı alıkoyuyor, gözlerinizi ayıramazsınız. Böyle çalışmalara ağırlık verilmeli…
-Saklıkent’te bir kooperatif yapmak ve kış sporlarına açmak farklı bir düşünceydi. Bu kararınız nasıl karşılandı?
Öncelikle Antalya’nın sorunları, ihtiyaçları ve yayla kasabası hakkında bir toplantı düzenledim. Antalya’nın ileri gelenlerinden 150 kişiye davetiye gönderdim. Sadece 50-60 kişi geldi. Gelenlerin de bir kısmı devlet memuruydu. Daha önce Kaymakam ve Vali olarak bulunduğum yerlerde davet ettiğim kimselerin tamamı toplantıya katıldığı için büyük hayal kırıklığına uğradım ve çok şaşırdım. Oysaki dört yıllık Antalya valiliğimde daha birçok hayal kırıklığına uğrayacağımı o gün bilmiyordum.
-Saklıkent’in sizin hayatınızda farklı bir yeri var. Bunun sebebi nedir?
Türkiye’de konusunda uzman kişileri saptadım ve 6 Mart 1972’de Antalya’da olacakları şekilde davet ettim. 2 Mart akşamı rahatsızlandım. Doktorlar 20 gün kesin istirahat verdiler. Kalbimle ilgili bu sorun ciddiydi ama dört gün sonra bizzat telefonla arayarak çağırdığım heyet Antalya’da olacaktı. Benden başka kendilerine yeterli bilgi verecek kimsede yoktu. Gizlice kaçtım ve heyetle beraber Saklıkent’e çıktık. Bütün konukların görüşleri olumluydu. Saklıbeli’ ne tırmandım. Ada şeklinde büyük kayanın kuytusundan Bakırlı Dağı’nı ve çevreyi seyrederken doktorların kararını ve Türkiye’de planlı olarak kurulacak ilk kış sporları merkezini ve yayla kasabasını düşünüyordum. O anda ölüm tehlikesi kurulacak kent ile Antalya’ya ve memleketime yapacağım hizmetin verdiği heyecan ve mutluluk karşısında hiçbir anlam taşımıyordu. Antalya’ya indiğimizde doktorlar beni heyecanla bekliyorlardı. Evden kaçtığımı ve dağlara tırmandığımı öğrenince, “Bu adam düpedüz deli. İntihar ettiğinin farkında değil” demişler. Saklıkent’in benim yaşamımda sağlığımdan ve ölüm tehlikesinden daha büyük önemi vardır.
-70’li yıllarda dağlara tesis yapmak neredeyse imkânsızken, Tünektepe inşaatı bittiğinde neler hissettiniz?
Doğayı sevmeyen insanı insandan saymıyorum. Doğayı sevmeyen insanın gözü ve gönlü kör demektir. Tünektepe doğayı seven, doğa güzelliklerinin ve doğa nimetlerinin değerini bilen, bu güzellikleri sevdikleri ile paylaşan insanların yeri… Çok emek verdik buranın yapılmasına da… İlk çıkışımız atlarlaydı. Buranın yolunu açmak da hiç kolay olmadı. Tünektepe yolunu 9 ayda tepeye ulaştırdık. İnşaat boyunca akşam bile aklıma bir şey takılsa Özcan Kırmızıoğlu’ nu arar, ‘şantiyeye bakmaya gidelim’ derdim. Gece, gündüz uğraştım burası açılsın diye… Döner restoranın kaba inşaatı bitmişti ve ben Antalya’dan ayrılmak zorunda kaldım. Ben gidince inşaat 6 yıl terk edildi. 1980’de Yılmaz Türktekin döneminde biten inşaatın açılışına beni de davet ettiler. Açılışı Cumhurbaşkanı Kenan Evren yapacakmış. Dağ yolu sel suları yolu aşındırdığı için epey daralmış. Biz iki arabalık yer bırakmıştık ama tek araba neredeyse zor geçiyor. Döner restorandaki yemekte Cumhurbaşkanı bana “ Öğütçen, manzara her şey çok güzel ama bu tepeye çıkılır fakat inilmez” dedi. Cumhurbaşkanı inilmez derken yolu kastediyordu. “Sayın Cumhurbaşkanım biz bu yoldan 10 tonluk kamyonları, otobüsleri çıkardık. Yol bana hava meydanı gibi geliyor. Biraz onarım istiyor” deyince herkes güldü. Tünektepe Döner Restoran benim çocuğum gibidir. İnsan çocuğuna toz kondurabilir mi?
-Antalya kentine yaptığınız en önemli hizmet size göre nedir?
Hiç tereddütsüz Akdeniz Parkıdır. Parkın adını Akdeniz Parkı olarak düşünmüştüm. Bu parkta bütün Akdeniz ülkelerinin Türkiye’de bulunmayan ilginç bitki türleri de yetiştirilecekti. Akdeniz Parkının adını sonradan belediye “Atatürk Parkı” olarak değiştirmiş. Hiçbir kentimizde ya da kasabamızda Atatürk Parkı adına rastlamadım. Atatürk adı olur olmaz yerlere verilemez. Çünkü parklarda içip içip rezalet çıkaranlara, gece yarısından sonra uygunsuz durumda yakalananlara, uyuşturucu madde bağımlılarına rastlanmaktadır. Polis raporlarında, gazetelerde bu olayların suçluları ile Atatürk adının birlikte geçmesini doğru bulmuyorum. Antalya Belediyesi yeni açılacak büyük bir bulvara Atatürk adını, parka da tekrar Akdeniz Parkı adını vermelidir.
-Antalya’da en çok eleştiriyi hangi konularda aldınız?
Birincisi yolların genişliği meselesidir. Antalya’da dünya standartlarının çok üzerinde bir büyüme var. Eğer bir ilde büyüme % 800 oranındaysa elbette ihtiyaç karşılanamaz. Burası bir tatil şehri ve büyüme hızı normal değerlerde hesaplanmıştı. Havaalanı mesela, 20 yıl içinde 16 bin gidiş, 16 bin dönüş, 32 bin kişi hedeflenerek planlanmıştı. Şimdi 10 milyon turistin kullandığı bir alan... Yollarda kent nüfusundaki normal artışa göre hesaplanmıştı. Kimsenin bu kadar hızlı bir değişimi önceden görmesi mümkün olamazdı. Benim zamanımda nüfus 95 bin kişiydi. Birde valilik binası inşaatı var. Vali konağı ve devlet konuk evi için belediyeden ruhsat alındı ve harç ödendi. İnşaata başlandı. Kaba inşaat, duvarlar ve çatı işi bittiğinde yerel seçimler oldu ve Adalet Partili belediyenin yerine Cumhuriyet Halk Partili belediye geldi. İlk iş Valilik, Özel İdare ve Turizm Bankası Oteli’nin inşaatlarını durdurdu. Belediye meclisi imar planında değişiklik yaparak inşaatın yerini yeşil saha yaptı ve onanmak üzere İmar ve İskân Bakanlığı’na gönderdi. Dosyayı inceleyen Bakan Ali Topuz “ Vali konağı ve devlet konukevinin yerini Cumhuriyet Halk Partili, Adalet Partili ve Güven Partili üyeler oybirliği ile tespit etmişler. Bu kararı Bakanlık incelemiş, uygun bulup onaylamış. Arsayı belediye ve hazine satmış. Yapı bitmek üzereyken şimdi plandan çıkarılıyor. Böyle rezalet olmaz” demiş. Bakanlıktan gelen dosyayla inşaat tamamlandı. Ama başladığı ilk günde söylediğim gibi, “Bu bina bittikten sonra, her adımıma bir milyon lira verseler, hiç kimse beni bu konakta göremeyecektir” demiştim ve hala da sözümün arkasındayım.
-Antalya’ da bulunduğunuz dönemde Milli Eğitim Seferberliği’ne önemli katkılarınız da oldu. Bu konuda unutulmayan bir anınız var mı?
1974 yılında Akseki’ye iki hayırsever Endüstri Meslek Lisesi yapacaktı. Kışa girerken okulun temeli atılacak. Soğuk bir gündü. Temel atma töreni için Akseki’ye gittim bir de ne göreyim? Temele atılacak harç için kumun içine birkaç avuç kireç atmışlar. Söze başlarken, “Bizim Aksekililerin hakkı yenmiş, gereksiz yere Kayserililerin adı çıkmıştır. Bu güne kadar pek çok okulun temelini attım fakat birkaç avuç kireçle hazırlanan harçla ilk kez Akseki’de bu okulun temelini atıyorum” dedim. Törene katılan herkes güldü. Meğer ben gelmeden önce aralarında konuşmuşlar “Kış geliyor, temele atılacak bu harç ziyan olacak. Vali nasıl olsa anlamaz. Kireçle harç yapalım” demişler. Belediye Başkanı, “Akseki’deki ilkokulu da biz yaptırdık. O zaman törene gelen valiye de kireçli harçla temel attırmıştık. Fark etmedi” dedi. “Fark etmiştir de nezaketen söylememiştir” yanıtını verdim. Hizmet edeni takdir etmez, hata yapanı eleştirmezsek yerimiz de sayarız.
-Meslek hayatınızda yeniliklere açık bir idarecisiniz, kendi hayatınızda da yenilikleri kolay kabullenir misiniz?
Sadece meslek hayatımda değil, tüm hayatımda yeniliklere açık biriyimdir. Gittiğim yerlerde ve yurtdışı gezilerimde şehir planlamalarına, park ve bahçe düzenlemelerini gezmek için çok vakit ayırırım. Bu benim özel ilgi alanım denebilir. Yaptığım hiçbir şeyden pişmanlık duymadım, bugün yine aynı yollardan geçsem aynı şeyleri yaparım. Mesela kendi hayatımdan örneklersem 45 yıldır doğu ve batı müziği konserlerini yakından izliyorum. Her türlü müziğin güzel parçasını zevkle dinliyorum. Gençlerin bayıldığı, insanın kafasına tokmakla vurur gibi etki yapan elektronik müziği bile... Müzik bir tutku, insanı çeken yücelten ayrı bir dünya… Zaman size değil, siz zamana ayak uydurursanız, çağın gerisinde kalmazsınız.
-Birçok ilde görev yaptınız. Her ilin kültürü farklıdır. Alışmakta zorlanmadınız mı?
Antalya’da göreve başlayalı iki yıldan fazla bir zaman geçmişti. Çok yakın bir arkadaşım ve eşi bize ziyarete geldiler. Vali konağında çalışan aşçı kadına sıkı sıkı tembihledim. “Bugün iyi bir koyun eti alınsın. Alırken dikkat etsinler keçi veya sığır eti olmasın” dedim. Yemekte verilen et kösele gibi lezzetsiz ve sertti. Aşçı kadına “Ben size iyi koyun eti alınsın diye ısrarla söylemedim mi? Kart bir hayvan eti alınmış. Bir daha koyun eti alınırken dikkat edilsin” dedim. Aşçı kadın, “Beyefendi biz konağa hep keçi eti alırız. Şimdiye kadar koyun eti hiç almadık. Buranın keçileri yaylada otlar onun için eti lezzetlidir. Antalya’daki koyunların cinsi iyi değildir, eti de tatsızdır. Siz ille de koyun eti olsun dediğiniz için ben de ilk defa koyun eti aldırdım. Yemek bu yüzden tatsız oldu” dedi. Hayret bir olaydı. Meğer biz iki yıldan beri keçi eti yiyormuşuz da haberimiz yokmuş.
-Hayatınızda her gittiğiniz yerde birbirinden değerli birçok anınız var. Bu Antalya seyahatinizde de unutamayacağınız bir an yaşandı mı?
Antalya’nın son derece nazik ve ileri görüşlü bir Valisi var. Alaaddin Yüksel Bey’le İzmir’den de tanışırız. Hayata farklı açılardan bakan birisidir. Antalya’ya geldiğimi öğrenince sağ olsun bir şoför, bir araç, bir de koruma göndermiş. Antalya’da bulunduğum sürede bana eşlik etsinler diye… Hakkâri, Niğde, Antalya, İzmir ve Kocaeli’ yle birlikte 5 ilde valilik yaptım. Hiç koruma kullanmadım. O zamanlar asayiş de tamdı. Şimdi bana eşlik eden bir koruma var. “Hayatımda ilk defa biri beni koruyor” , bu benim içinde değişik bir duygu oldu.

HÜSEYİN ÖĞÜTÇEN KİMDİR?
19 Nisan 1923'te Edirne’nin İpsala İlçesi Sarıcaali Köyü'nde doğdu. Edirne Lisesi'nden sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler ve Ankara Hukuk Fakültelerini bitirdi. Kaymakamlık kursundan birincilikle mezun olduktan sonra, birçok ilçede kaymakamlık ve Hakkâri, Niğde, Antalya, İzmir, Kocaeli illerinde de valilik yaptı. İçişleri Bakanlığı'nca yayınlanan Osmanlı ve Cumhuriyet Döneminde görev yapan 87 kişinin adlarının bulunduğu İz Bırakan Mülki İdare Amirleri adlı kitaptaki bilgilere göre; sicilinde 14 takdirname bulunmaktadır. Hayattayken bu listede yer alan iki kişiden biri olan Öğütçen görev yaptığı yerlerden ayrıldıktan 9 ila 32 yıl sonra iki bulvar, bir cadde, bir meydan, üç park, bir toplantı salonu, bir şölen bahçesi, bir spor salonu ile Hakkâri Cilo Dağları'nda 3311 rakımlı tepeye olmak üzere toplam 11 yere adı verilmiştir. İdareciler Derneği tarafından her yıl “Yılın En Başarılı Kaymakamı”na “Hüseyin Öğütçen Başarı Ödülü” verilmektedir. Hüseyin Öğütçen 1 Temmuz 2002 tarihinden itibaren Türk Eğitim Vakfı İzmir Şubesi Başkanı olarak görev yapmaktadır.