17 Ağustos 2010

MURAT KEMALOĞLU



Otizm, üç yaşından önce başlayan ve ömür boyu süren, sosyal etkileşime ve iletişime zarar veren, sınırlı ve tekrarlanan davranışlara yol açan, beynin gelişimini engelleyen bir rahatsızlık ve Akdeniz bölgesinde 12 bin otizmli çocuğumuz var.

Psikiyatrist Murat Kemaloğlu, 1990'lı yılların başında Almanya'dan otistik çocukların yunus terapisine Florida'ya gitmek için iki-üç sene beklemek zorunda kaldıklarını öğrendiğinde, “Otistik çocuklar neden bu kadar uzun süre beklemek zorunda kalsınlar, yunus terapisi Antalya'da da yapılabilir” diye düşündü ve araştırmaya başladı. 2001 yılında açtığı Antalya Ruhbilim Okulu'nun yunus terapisi programına sadece otistik çocuklu aileleri değil, ender rastlanan genetik sendromları olan çocukların ve serebral palsili çocukların aileleri de ilgi gösterdi. Ağır ruhsal travmalar yaşamış çocuklar da çeşitli kuruluşlar vasıtasıyla bu programdan yararlanmak için Antalya'ya gelmeye başladı.

Akdeniz bölgesinde yaşayan engelli çocuklar için de bu hizmeti vermek isteyen engelli aileleri ve Psikiyatrist Murat Kemaloğlu önderliğinde kurulan Yunusla Terapi Derneği, “engelli çocuklar için yapılacak bir şey yoktur” yönündeki düşüncenin yavaş yavaş zihinlerden silinmesi için çırpınıyor.

Oğlunun yunusla terapiden sonra ilerleme kaydettiğini gören Özgür Zengin, derneğe üye olur. Dernek Başkanı Betül Ergüç ise ruhsal ve zihinsel detoks üzerine uzun yıllar çalıştıktan sonra bu dernek sayesinde otizmli çocuklarla tanışır ve gönüllü olarak çalışmaya başlar. Engellilere yönelik sosyal projeler üretilmesi yönünde çalışmalarda bulunan Antalya Valiliği Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü’nden İrem Atsak da derneğin yönetim kuruluna son katılan isimlerden.

Yunusla Terapi Derneği, Dolphinland ve Mepark yetkilileri ile iletişime geçerek “uygun koşullarda yunusla terapi konusunda ailelerimize nasıl katkımız olabilir” projesini sunar. Mepark Genel Müdürü Burhan Gümüşoğlu derneğe üye olarak “ben de varım” der.

Antalya Ruhbilim Okulu ve Yunusla Terapi Derneği'nin işbirliğiyle hazırlanan proje, Antalya ve ilçelerindeki 5000 bedensel ve zihinsel engelli çocuğun Yunusla Terapi'den yararlanmasına olanak sağlıyor. 1 Haziran 2010 tarihinde Serik'teki Özel Sevgi Bağı Rehabilitasyon merkezindeki 4 çocuğun Yunusla Terapi Programına alınmasıyla start alan proje, engelli aileleri için bir umut oldu.

Çocukların “Doktor Yunus” amcası psikoterapist Dr. Murat Kemaloğlu’nun 10 yıldır sürdürdüğü yunus terapiler sonunda, Ramazan daha çok kelime biliyor, Dario daha iyi, Angelika (mikrosefali hastası) daha iyi, Otistik Sava çok değişti, felçli Charlotte hareket etti, nager sendromlu Atila'daki gelişme mutluluk verici, Lochlan'ın dikkati ve hareket koordinasyonu arttı, Berrak artık oturabiliyor, Alper'in konsantrasyonu arttı, down sendromlu Kevin artık daha bağımsız…

Otizm başka dünyaların çığlığı gibi, kendine bile anlatamazsın, başkalarına ise hiç... Aklından bile geçirme…Ta ki onlarla tanışana kadar…



- Yunusla Terapinin engelli çocuklar üzerindeki etkileri nedir?

Dr. Murat Kemaloğlu: Yunus terapi çalışması on gün sürüyor. Çocuk her gün yarım saat yunusla yakın temas halinde yüzdürülmekte, daha sonra da yunus gösterisini izlemektedir. Resim yapan, şarkı söyleyen, top oynayan, çember çeviren, takla atan, hızlı yüzen bu güçlü ve kocaman varlıkla yüzebiliyorsam kim bilir daha neler yapabilirim duygusu çocuğu yeni beceriler geliştirmeye, yeni şeyler öğrenmeye teşvik ediyor. Yunustan çocuğa akan biyo enerji-yaşam enerjisi çocuğun dikkatini, farkındalığını, şefkat duygusunu, dış dünyaya ilgisini arttırıyor ve öğrenme süreçlerini iki ila on kat hızlandırıyor. On günlük çalışmanın ortaya çıkardığı bu olumlu etkilerden çocuk yaklaşık bir yıl yararlanıyor. Bu dönemde çocuklar aldıkları özel eğitim ve terapilerden çok daha fazla şey öğrenebiliyor. Çocukla yunus arasında takdir ve hayranlık duygularının yoğun yaşandığı, tüm yargılardan arınmış bir ilişki oluşuyor. Bu ilişki çocuğa huzur ve mutluluk veriyor. Yapılan kontrollü çalışmalar yunuslarla yüzmenin depresyon giderici bir etki gösterdiğini kanıtlamıştır. Mutluluk maddesi denilen endorfinin arttığı, beyinde alfa dalgaları ile ilgili olumlu gelişmeler, T hücreleri denilen bağışıklık hücrelerinde ve immünglobulinlerde artış olduğu laboratuvar çalışmaları ile anlaşılmıştır. Bazı araştırıcılar yunusların yaydığı ses ötesi dalgaların yara iyileştirici etkisi olduğunu göstermişlerdir.

- Engelli çocukların öncelikle ele alınması gereken sorunu nedir?

Betül Ergüç: Toplumumuz engellilik konusunda bilinçsiz ve hazır olmadığı için, engelli bireylerimizin çoğu ya evlerinde hapis hayatı yaşıyorlar, ya da kıyıda köşede kayıp-saklı kalmış durumdalar. Son yıllarda devletimizin birtakım çabaları ile engelli çocuklarımıza, rehabilite-tedavi edilebilmeleri için düşük de olsa bütçeden belirli oranlarda pay ayrılmaya başlandı. Devletimizin bu katkısı ile çocuklarımızın tedavileri özel eğitim kurumlarında uygulanmaya ve pozitif olarak neticeler de alınmaya başlandı. Ailenin bilinçli olmasının yanında en önemlisi toplumun bilinçli olması. Toplumun engelliler konusunda hazır olması, kaynaşması, iç içe yaşamak zorunluluğu konusunda eğitilmesi ve bilinçlendirilmesi gerekiyor. Bunun yanında, yerel yönetimlerin ve engelliler konusunda hizmet veren kurumların, insan odaklı hizmet verebilmeleri için personelinin eğitimlerinin tamamlanması gerekli, yerleşim yerleri de yine buna göre düzenlenmeli.

- Derneğin kuruluş amacı öncelikle nedir?

Betül Ergüç: Toplumdaki, “bu tür rahatsızlıkların tedavisi yoktur, engelli çocuklar için yapılacak bir şey yoktur” yönündeki düşüncenin yavaş yavaş zihinlerden silinmesi için çalışıyoruz. İleri ve çağdaş ülkelerdeki insanlar bu konuda bizden daha ileri seviyedeler, Avrupa’dan her yıl yüzlerce engelli çocuk bizim ülkemize yunusla terapi almak için gelmekteyken, kendi çocuklarımız bu imkanlardan maalesef yararlanamıyor. Bizler bunun için yola çıktık. Neden bizim çocuklarımız da çok yakınlarında olan yunusla terapi fırsatından yararlanamasınlar? Bu kapsamda engelli ailelerini bilinçlendirmeye ve aynı kapsamda toplumu bu konuda kaynaşmaya ve katılımlarını sağlamaya çalışıyoruz, çağırıyoruz. Hepsi bizim de çocuklarımız. Her yıl Avrupa’dan aileleri tarafından yunusla terapi alması için getirilen çocuklardan bizim çocuklarımızın neyi eksik? Bu konuda öncelikle ailelerimizi bilinçlendirmeye çalışıyoruz ve bizimle iletişime geçmelerini istiyoruz. Bölgesel olarak Antalya-Isparta ve Burdur da bulunan engelli çocuklarımız ve ailelerine çağrıda bulunuyoruz.

- Proje hayata geçti mi?

Özgür Zengin: Yunusla terapiden yararlanmak isteyen ve bizimle iletişime geçen aileler için bir bekleme listesi oluşturduk, kaynağını yarattığımız taktirde bekleme listesinde bulunan çocuklarımıza yunusla terapi aldırmak istiyoruz. Bu yaz derneğimiz aracılığı ile bekleme listesinde bulunan 4 çocuğumuzun yunusla terapi almalarına katkıda bulunduk. Gönül isterdi ki alacağımız toplumsal destekle, 4 değil 40 çocuğumuzu yunusla terapi aldırabilelim. Ancak buna kaynaklarımız şu an için izin vermiyor. Yunusla terapinin katkıları, engelli çocuğumuzun, dikkat süresinin uzaması, dış dünyaya ve kendine güvenin artması, dışarıya ilgisinin artması, sosyal, bilişsel, dil, motor ve becerilerinin daha artması, eğitmen-öğretmen ve terapistlerden daha fazla şey öğrenebilmeleri, moral depolamaları, monoton geçen hayatlarında pozitif bir değişiklik katarak daha sosyal olmaları gibi bir güzel değişimler oluyor. Yine derneğimiz çatısı altında engelli bireyleri, ailelerini ve toplumu hayata hazırlama gibi bir misyon da üstlendik. Önümüzdeki süreçte, bizimle iletişim içerisinde olan ailelerimiz ve çocuklarımız için hayata geçirmeyi düşündüğümüz birçok sosyal projemiz mevcut.

- Dolphinland’ın sevimli gösteri grubuyla ilgili bilgileri sizden alabilir miyiz?

Burhan Gümüşoğlu: Mila adlı beyaz balina, Alişa ve Suera adlı iki yunus Gena ve Daşa adlı iki deniz kedisinden oluşan bir gösteri grubumuz var. Dolphinland'ın yunusları, "Şişe Burun" olarak da adlandırılan Afalina türüne mensuplar. Afalina türü yunuslar Karadeniz'de yaşayan üç yunus türünden biri. Karadeniz'in, Akdeniz'den daha az tuzlu suyunda yaşayan yunusları için Dolphinland'ın havuzunun suyundaki tuz, özel yöntemlerle azaltılıyor. Dolphinland'in sevimli yunusları 10 yaşında, yaklaşık 200-250 kg. ağırlığındalar. 2 sevimli deniz kedimizin yaşları ise 9 olup, dişi 30, erkek deniz kedisi de 100 kilo. Yunusların ortalama ömürleri 25-30 yıl arasında değişiyor. Havuzlarda bakılan yunusların ömürleri daha uzun oluyor. Elbette sınırlı bir alanda yaşamaları beni de üzüyor ama o kadar iyi bakılıyorlar ve besleniyorlar ki mutlu olduklarını umuyorum.

- Yunus Terapilerine sizin de desteğiniz mevcut değil mi?

Burhan Gümüşoğlu: Otizmli çocukları olan aileler için en önemli şeyin hayatlarındaki ilkler olduğunu gördüğümde biz de şirket olarak Yunus Terapi Derneği’nin çalışmalarına destek olmak istedik. Ailelerin durumu gerçekten çok zor ve yorucu… Bir aileyi hiç unutamam mesela, çocukları terapi sonrası gülümsediğinde o kadar mutlu olmuşlardı ki, “Çocuğumuz bugüne kadar hiç gülmedi, ilk defa gülüyor. Onun bir gülüşü için her şeye değer” demişlerdi. Bir gülüşün ne kadar önemli olduğunu o gün bir kez daha anladım. Derneğe ben de üye oldum ve elimden geleni hem kendi adıma hem şirketimiz adına yapmaya hazır olduğumu bir kez daha belirtmek isterim.

BÜNYAT ÖZPAK



Kriz dönemlerinde genelde batan şirketler, işten çıkarmalar, duran üretim, duran turizm haberleri öne çıkıyor. Ağlayan, ümitsizlik türküsü söyleyen işadamları konuşuyor.
Halbuki krize rağmen üretimini, büyümesini sürdüren, işçi çıkarmayan, işini büyütme arayışından ve çabasından vazgeçmeyenler de var.

Dört genç girişimci, dinamik, değişimci ve öncü anlayışlarıyla, entelektüel birikimleriyle, başarıya olan tutkularıyla turizmin vazgeçilmez bir hizmet markası, çözüm ortağı ve sektörde lider olmayı hedefliyor. Qualitum Turizm’in önümüzdeki dönemde çarpıcı projelerle Antalya’daki incentive ve kongre sektörüne yenilikler getireceğine inanıyorum.

2005 yılında İstanbul’da kurulan Qualitum Turizm yatırımlarına hız kesmeden devam ediyor. 2009 yılında Antalya IATA belgeli şubesini açan Qualitum Turizm, Haziran ayında Ankara’da açmış oldukları ofislerinin ardından dün de Fener Mahallesi’nde Feria Tours markasıyla bilet satış ofislerini açtılar.

Turizm sektöründe havacılıkta da iddialı çalışmalar yaptıklarını belirten Bünyat Özpak, “Qualitum Turizm ailesi olarak İstanbul ve Antalya’da ofislerimiz ağırlıklı MICE ve havacılık ile uğraşmaktayız. 2010 ve 2011 sezonu Türkiye’de incentive açısından olumlu geçeceği sinyalleri şimdiden alınmaya başlandı. Qualitum Turizm ailesi olarak gerek yurtiçi gerekse yurtdışı pazarlarında 5 yıldır olduğu gibi bu sene de tartışılmaz varlığımızı hissettirerek misafirlerimize hayallerinin fazlasını sunmak için çalışmalarımızı devam ettirmekteyiz. Son yıllarda artık MICE (Meeting, Incentives, Conferences, Events) pazarında eskiden olduğu gibi konseptsiz organizasyonlar yapılmıyor” diyor.

Qualitum Turizm Creative ekibi olarak her gruba özel, değişik konseptler toplantı fırsatları sunduklarını belirten Özpak, yaratıcılıkta sınır tanımadıklarını özellikle vurguluyor.

“Kriz nedeniyle, dünya turizmi gerilerken, Türk turizmi büyüdü. Turizm ve havacılık sektörü son 20 yılda kriz yönetimleri sayesinde önemli mesafe kaydetti. Bu krizlere rağmen bu süreçte havacılık sektörü de hızla ilerledi. Yeni pazar arayışına girerek, tanıtım atağı yapmamız gerekiyor. Özellikle komşularımız bu anlamda önem taşıyor. Dünyada yeni tanıtım trendleri oluşmaya başladı” diyen Tuncay Dal ise şirketin İstanbul ofisinin yöneticisi…

Qualitum Turizm, dönem ve bayi toplantıları, ürün lansman tanıtım toplantıları, eğitim toplantıları, motivasyon toplantıları ve organizasyonları, yurtiçi - yurtdışı gezi ve tur organizasyonları, uçak bileti temini, turlar (tekne turu, yurtiçi-yurtdışı kültür turları, rafting, jeep safari, quadsafari, dalış v.s), özel gün gece kutlama organizasyonları, yiyecek içecek hizmetleri (catering), dekorasyon, sahne ve stand taşımı, üretimi, ses - ışık - görüntü sistemleri sanatçılar ve show programları, sanatçılar ve gösteri programları, prodüksiyon çalışmaları, basılı malzeme tasarımı ve üretimi, tanıtım faaliyetleri ve promosyonel faaliyetler, bireysel iş ve tatil gezileri, sosyal aktiviteler (indoor-outdoor oyunlar, piknik v.s organizasyonlar) gibi bir çok kolda hem Antalya’da hem İstanbul’da hem de Ankara’da hizmet veriyor.

Erkan Yargan ile oluşturdukları Qualitum markasını 2009 yılında Alper Sert ve Bünyat Özpak’ın da ortaklıklarıyla geliştirdiklerini belirten Tuncay Nural “ Hepimiz kendi branşımızın profesyonelleriyiz, bir araya gelmemiz bizim için büyük şans oldu. Adeta “voltran”ı oluşturduk. Bizim gibi komplike çalışan ve her branşı bünyesinde bulunduran başka bir acente daha yok” dedi.

Bu hafta 2010 turizm sezonunda yaşananları, acente gözüyle kongre hizmetleri, havacılık, MICE, yurt içi ve yurt dışı tur organizasyonlarıyla kısa zamanda sektörün güvenilir markaları arasına adını yazdıran Qualitum Turizm’in genç ve dinamik patronlarından dinledik.

- Seyahat acentelerinin en büyük sıkıntısı nedir?

Acentelerin en büyük sıkıntısı, mesleki rekabet diyebilirim. Çok fazla acente olması sektörel rekabeti ciddi boyutlara taşıyor. Kendi pazar payını arttırmaya çalışan acenteler zorlanıyor, zorluklar yaşıyor. Özellikle Antalya’ya baktığımızda oteller dolu olduğundan yer bulamıyorsunuz. Akdeniz bölgesi dışındaki konaklama işletmeleri turizmi gerçek anlamıyla yaşıyor. Yılın 12 ayına yayılan bir talep söz konusu olduğu için otellerin avantajları yıl boyu devam ediyor. Özellikle İstanbul yılın 12 ayı talep gören bir şehir. Incentive son dönemlerde inanılmaz büyüyen ve gelişen bir pazar olmasına rağmen sektörün bu piyasadaki kurumsal kimlik çalışmalarında ciddi sıkıntılar yer almaktadır. Biz Qualitum Turizm olarak gerek kurumsal yapımızla gerekse iş bilgisi, tecrübe ve satın alma gücümüzle misafirlerimize rüya tadında business seyahatler ve iş toplantıları organize ederek sektörün ileri gelenlerinden olmayı hedefliyoruz. Sektördeki hizmet kirliliğine niteliksiz cep acentelerin pazar payına olan olumsuz etkilerine Qualitum Turizm gibi kurumsal firmalara hizmet üreten acentelere olan güveni sarsıcı, haksız rekabete sebep olan bu tip faaliyetlerin başta Qualitum Turizm dengi acentelerin de desteği ile sektörde güç birliğine gidilmesinin son derece önemlidir.

- Sizi bu kadar kısa zamanda zirveye taşıyan farkınız nedir?

Bizim en büyük avantajımız biletlemenin dışında charter seferler yapabiliyor olmamız ve hem İstanbul’da hem de Antalya’da hazır ekiplerimizin ve teknik ekipmanımızın olması. Bu hizmetleri yerinde veriyor olmamız fiyatlandırmada da avantaj sağlıyor. Kalabalık ve işinde uzman, sektöre en az 15 yıl hizmet vermiş kişilerle çalışıyoruz. Krize rağmen ekibimize ve portföyümüze güvenerek her türlü riski aldık ve büyüdük. Sonuçtan da son derece memnunuz, ikili ilişkilerimizin iyi olması, sektörde güvenilir bir ismimiz olması bizim krize rağmen büyümemizi sağladı.

- Kongre turizminde dünya standartlarını yakalayabildik mi?

Kongre ve toplantı pazarında son dönemlerde önemli gelişmeler yaşanıyor. Fakat sektör içerisindeki bazı firmalar bu gelişmelerin gerisinde kalarak sektörü köreltiyor. Periyodik bazda gelişim gösteren ve değer yargıları farklı olan sektörümüzde kongre ve incentive pazarı büyümekle birlikte yeni dünya trendlerine cevap verebilecek hali almıştır. M.I.C.E sektörüne baktığımızda özellikle yaşanan ekonomik kriz sonrasında bir çok kongre ve incentive amaçlı düzenlenen toplantılar ileri tarihlere atılmıştı. 2010 ve 2011 yılında bu krizin etkisinden sıyrılan firmalar gerek satış güçlerini artırmak, gerek yeni ürün lansmanları, gerekse müşterideki marka bilinirliğini arttırmak amacı ile organizasyonlarını yeniden gündeme aldılar. 2011 yılının çok daha iyi olacağını düşünüyoruz.

- Kongre turizminde Antalya neden istediği yerde değil?

Kongre turizminde Antalya çok büyük bir pazar... Antalya turizminde iyi fiyat vermek çok önemli bir avantaj. Firmalar artık o kadar doyum noktasına ulaştı ki bayi toplantıları için Filipinler, Vietnam, Kamboçya gibi ülkeleri tercih etmeye başladılar. Hatta Bangkok ve Mısır’a gitmeyen bayi neredeyse kalmadı bile denebilir. Antalya’da çok büyük kongre salonu olan oteller olmasına rağmen özellikle Kundu ve Belek bölgesine yapılacak bir kongre merkezi kış aylarında tercih yaratabilir. Firmalar Ramazan dolayısıyla toplantılarını erkene almaya başladılar. Mayıs, Haziran aylarında toplantılar yapılıyor.

- Antalya’nın yaz sezonu kısalıyor mu yoksa basına yansıyan haberler mi bu şekilde?

Antalya’da 2005 yılından beri bir değişim söz konusu. Biz bunu ilk yıllarda o yıla özel diye düşünmüştük ama yıl 2010 ve hala bu değişim devam ediyor. Eskiden Antalya’nın sezonu nisan ayında açılır ağustos döneminde en üst seviyeye ulaşır daha sonra düşük sezona geçerdi. Son yıllarda mayıs ayında başlayan sezon haziran ayında en üst seviyeye ulaşırken temmuz-ağustos ayında düşüşe geçiyor ve eylül-ekim aylarında tekrar tırmanışa geçiyor. Son yıllarda birbirinden bağımsız iki en üst seviye oluşmaya başlayınca, turizmde çift başlılık konuşmaları yapılmaya başlandı.

- Antalya’da kış aylarında ne gibi çalışmalar yapılabilir?

Antalya’nın sadece denizi, kumu ve güneşi yok. Çok güzel tarihi yerler var ama mesela ben bile Japon turistleri Antalya’da görmüyorum. Kapadokya’ya gidiyorlar. Bu konuda çalışmalar yapılabilir. Mesela son yıllarda 10 gün konaklamalarda turistlere günübirlik İsrail turları sunulmaya başlandı. Günübirlik İstanbul’a turlar düzenleniyor. Hatta şimdi son gelişme olarak Mısır’a günübirlik tur ayarlamaları yapılmaya çalışıyor. Antalya’ya önceki yıllarda sadece yaz aylarında uçak seferleri yapılırken son yıllarda kış aylarında azaltılmakla beraber uçuşlar devam ediyor.

- 2010 sezonu otel fiyatların da geçen seneye göre değişiklik oldu mu?

Elbette ciddi değişiklikler oldu. Hatta bir çok zincir otel başta olmak üzere, fiyatlarda yüzde elliye yakın artış oldu. Geçen seneye göre çok daha yüksek konaklama satıyoruz. Ağustos ayı Ramazan dolayısıyla biraz durgun olsa da bu sezon geçen seneye göre daha iyi şartlarda çalıştık diyebiliriz.

- Seyahat acentesi olarak, havacılığın kendi bünyenizde olmasının avantajları nelerdir?

Havacılık bölümümüzün başında 22 yıldır havacılık sektörüyle ilgilenen ve işinde marka olan Alper Sert bulunmaktadır. Uzun yıllardır havacılık ve turizm sektöründe edindiği tecrübelerle, yerli-yabancı tüm havayolu şirketleri ile olan ilişkileri sayesinde tüm tur operatörlerinin ihtiyaçları doğrultusunda uzun-kısa dönem dizi charter kiralıyoruz. Acil durumlarda veya hasta naklinde tam donanımlı hava ambulansları ile yurtiçi veya yurtdışına hasta ve yaralıları en hızlı şekilde ilgili hastane veya lokasyonlara ulaşıyoruz. 450 farklı havayolu şirketiyle,140 farklı ülkede 270 noktaya uçuş sağlıyoruz. Sonuç olarak havacılık bizim bir parçamız ve olmazsa olmaz bir bölümümüz…

- “Acenteler turistleri şehir esnafından uzak tutuyor” iddiası var, bu görüşe katılıyor musunuz?

Örneğin Rusya’nın bir kasabasının bir köyünden bir turisti getiriyoruz. Uçak, konaklama, aktivite programını son derece uygun fiyatlara ayarlıyoruz. Otele yerleştiriyoruz ki bu riski yüksek bir sektördür. Bizim de bir yerden para kazanmamız gerekiyor. Shopping merkezlerinin acentelere sağladığı avantajlar cazip geliyor. Bizim küçük esnafla ilgili bir sorunumuz yok. Ama anlaşma ve beklenti bazında bizlere istediğimiz imkanları sunan ve ciddi yatırımlar yapan shopping merkezleri var. Biz de planlamalarda buraları tercih ediyoruz. Turist kendisi şehir merkezine gitmek isterse gidebilir buna biz karışamayız. Sonuçta hepimiz ticaret yapıyoruz. Olaya ticari bakmak zorundayız.

NEŞE KAREL



“Sosyal devlet miyiz, değil miyiz ?” tartışmaları bir yana, bu haftaki söyleşimiz hayatın içinden gerçek bir yaşam öyküsü…

Engelli çocuklarımız,

Bedensel ve zihinsel engelli canlarımız,

Onlar, bizim bir parçamız…

Sosyal hayattan kopmak zorunda bırakılan, eğitim imkanları kısıtlı bir hayatın içinde en büyük korkuları ailelerini kaybetmek olan çocuklarımız… Kendi kendilerine yetebilme durumu olmayan engelli çocuklarımızın en büyük sıkıntısı aileleri dışında kalacak yerleri olmaması…

Neşe Karel, 43 yıl zihinsel engelli oğluyla yaşamış, bir öykü yazarı… “Çok acıttığı için bu konuları hiç konuşmak istemem. Okumasaydım yazmasaydım ya intihar etmiştim yada Bakırköy’de parmaklıkların ardındaydım. Beni, okumak ve yazmak kurtardı” diyen Neşe Karel, oğlunu kaybetti ama vazgeçmedi. Karel, hala engelli çocuklar için yapılan çalışmalara tam destek vermeye devam ediyor.

Geçtiğimiz haftalarda basına yansıyan “Özel Eğitime Muhtaç Çocukları Koruma Derneği”nin haberini hem sevinerek hem içimiz burkularak okuduk. 10 yıldır geceli gündüzlü çalışan dernek üyeleri çaylar düzenleyerek 330 bin lira para topladı ve Antalya’da engelli çocuklara özel eğitim verecek 8 derslikli bir okul yaptırmak için harekete geçti. Antalya Valisi Ahmet Altıparmak’la yapılan protokol görüşmesinde “Biz çocuklarımıza bir okul yaptırabilmek için yola çıktık ama çocuklarımız bugünleri göremeden öldüler” cümlesiyle içimize işleyen cümlenin sahibi olan Neşe Karel, “oğlum benim hayatımdı” dediği yılları tüm samimiyetiyle anlattı.

Devlet politikamız uzun yıllardır engelli çocuklarımızı yok saymak üzerine kurulu olsa da dernekler ve engelli yakınları hiç vazgeçmeden mücadelelerine devam ediyor. Son yıllarda yapılan güzel çalışmalar ve yasalardaki düzenlemelerle tam istenilen seviyeye gelememiş olsak da yine de yapılan düzenlemeler geleceğe dair umut veriyor.

“Öykü; yazarın, yaşamın tüm renklerini yüreğinde harmanlayarak elde ettiği gökkuşağıdır. Ehl-i keyiftir, olur olmaz zamanlarda görünmez. Rüzgârlısı, fırtınalısı, kasırgalısı vardır. Bazen de bir kedi gibi gizemli ve sakindir. İşte o zaman ürkütmeden seve okşaya yakalamak gerekir” diyen ve sevgi dolu öykülere imza atan Neşe ablama, kaleminden “aşk”ın ve “sevgi”nin damladığı nice güzel öyküler diliyorum ben de…

“Bak çocuk” diye başlayan cümleleriyle yılların birikimini bizlere aktaran, ırmak mavisi gözlerinde hala bir çocuğun hınzır gülümsemesini saklayan, yaşamın tüm güzelliklerini barındıran kocaman yüreğiyle, öyküler biriktirdiği yaşlarının yüzünde bıraktığı yorgunluğa rağmen ismi gibi etrafına neşe saçan, Karel acılarla ördüğü yaşamının sevinçlerini ve hüzünlerini bizlerle paylaştı.



- 10 yılın sonunda “Engel Tanımayan Çocuklar” okulunun protokolünü geçtiğimiz günlerde imzaladınız. Peki bu sürece gelene kadar neler yaşandı?

Derneğimizi, “Engelli çocuklarımızın eğitim ve barınma ihtiyacını karşılayacak bir yer yapmamız gerekiyor” düşüncesiyle kurduk. Biz hiçbir zaman sosyal devlet olamadık. Yıllar içinde topladığımız bağış paralarına hiç dokunmadan bankaya yatırdık. Okul yapmak istediğimizi söylediğimizde, bize öyle yerler gösterdiler ki anlatamam. Tek derdimiz biz öldükten sonra çocuklarımıza kalacak yer olmasıdır. Çaylar verdik, yemekler verdik. Kapı kapı dolaştık. Yaptığımız organizasyonlarda “Menüde ne yemekler var?” diyenlerle de karşılaştık, bize okul yeri olarak mezbelelik mekanları satmaya çalışanlarla da tanıştık. Ama en acısı bu organizasyonlara bilet satmak isterken, “Allahın boş verdiği çocukların siz niye peşinde koşuyorsunuz?” diye sorulması oldu. Onlar, bizim çocuklarımız, bizim birer parçamızdı oysa ki…

- Engelli ailelelerinin en büyük ortak sorunu nedir?

Tek derdimiz bizden sonra bu çocuklara bakan bir yer olsun. Benim canım yandı. 43 yıl ne demek, bir ömür… Ama iyi ki ardımda kalmadı. Oğlum, kuş gibi uçtu gitti. Ama inanıyorum ki bir yerlerde tekrar doğdu ve dilerim ki yeni yaşamında çok mutlu olur. Benim yanımda yapamadığı her şeyi yeni yaşamında yaşar. Bütün bir ömrüm oğlumla geçti, onun bir yerlerde tekrar doğduğuna inanmak istiyorum. Ayrılmak istemedim. Onun ölümüne kadar hiç aklımda olmamasına rağmen, onun ölümünün ardından bir aile mezarlığı aldım. Oğlumun mezarını yaseminlerle, hanımelleriyle kapladım. Her gün gidiyordum ama çok üzüldüğüm için dostlarım engel oldular. Haftada iki gün gidiyorum şimdi.

- Çocuğunuzun tam olarak rahatsızlığı neydi?

Çocuğum gayet sağlıklı doğdu ama doktor hatası yüzünden, zihinsel engelli bir çocuk olarak hayatına devam etti. 7.5 aylık sağlıklı bir bebeğin hayatı bir gecede mahvoldu. Oğlum bir akşamüstü ateşlendi, o zamanlar Ankara’da yaşıyoruz. Hemen Hacettepe Hastanesi’ne götürdük. Doktorlar zatüre başlangıcı dediler. Bir sürü ilaçla eve gönderdiler. Eve döndük, ilaçları verdik ama ateşi bir türlü düşmüyor. Saat gecenin ikisi ateş hala düşmüyor, aldık tekrar hastaneye götürdük. “Bu çocuk menenjit niye getirmediniz” dediler. Halbuki ilk doktor bizi eve göndermese böyle olmazmış. Saat beşten gece ikiye kadar olan sürede alınamayan tedbir, düşürülemeyen ateş çocuğun beyninin sağ ön tarafında bulunan ve konuşma merkezini kapsayan bölgeye oksijen gitmemesine sebep olmuş. “Yüksek ateş konuşma merkezindeki bütün hücreleri yakmış” dediler, nasıl anlatılır ki bütün bir ömür, anne, baba ve çocuk bütün bir ömür yandık.

ALMANYA MACERASI

- Tedavi sürecinde yapılabilir hiçbir şey kalmamıştı, dediniz, bu olaydan sonra hayatınızda neler değişti?

Türkiye’de göstermediğimiz hiçbir hekim kalmadı. Analar, kaynanalar da, bir yandan hacı, hoca, evliya… Dediler ki Avrupa’ya götürün belki bir çaresi bulunur. Ben çalışmıyorum o yıllarda, zengin aile çocukları değiliz ki yurtdışına çocuğumuzu götürelim. Baba yüksek tahsilli ama memur, maaşı belli. Eşimle konuştum ve ben Almanya’ya işçi olarak gitmeye karar verdim. Hemen başvurdum işlemlere ve şansıma ilk grupta beni seçtiler. İşlemler bitti tam gideceğim bir apandist ameliyatı çıktı başımıza, benim grup gitti haliyle, ben arkalarından 3 gün 3 gece süren tren yolculuğuyla başladım Avrupa macerasına… Sene 1970, 27 Aralık… Tekstil fabrikası falan nerde, şansıma metal fabrikasında vardiyalı işçi olarak çalışmak çıktı. Üç kadın bir odada kalıyoruz. Boşnaklarla Türkler beraber kalıyoruz. Yunan kadınlar başka lojmanda kalıyor, işte çalışılıyor ama lojmanda şaç saça baş başa yoluşuyorlar diye Türklerle Yunan kadınlarını ayırmışlar.

- İlk Avrupa izlenimleriniz nasıldı, beklediğiniz gibi miydi?

Almanya’da kaldığım zamanlarda o kadar çok şey biriktirmişim ki döndükten sonra orada edindiğim izlenimlerden ilk kitabım olan ‘Yalnız Kadın Irmağı’nı yazdım. Kadınların hayatları ve gurbetteki yaşamlarını anlattım. Kimileri eşlerini getirtiyor, kimileri orada birine sevdalanıp eşlerini bırakıyor. Gurbetteki yalnız kadınların hikayeleri…

- Peki, çocuğunuza baktırabildiniz mi planladığınız gibi?

Almanya’da 6 ay çalıştım, bu sürede Türkiye’de yapılmış olan tüm tetkikleri Almancaya çevirttim. 8 yaşında bir çocuk, hem de çok güzel bir çocuk ama konuşamıyor. Ataklar geldiği zaman kollarımı tırmalardı. Bu kollarımdaki izler oğlumdan yadigar… Ya beni tırmalayacak ya da kendini ısıracak. Gönül razı olmaz ki kendine zarar vermesine… Beyin hücrelerine yeterince oksijen gitmiyormuş, bu krizler o yüzden olurmuş. Burada yapılabilecek her şey Türkiye’de yapılmış dedi Alman doktor. Kocaman tarlaların içinde kocaman parklar evler kurulmuş. ‘Peki bu çocuklara ne yapıyorsunuz burada?’ dedim. “Onların hem bakımını hem de eğitimini sağlıyoruz” dediler. “Benim de çocuğumu eğitin” dedim. Ayda 1600 Mark. “Ben o kadar kazanmıyorum ki ben 500 mark kazanıyorum bu çocukların aileleri nasıl karşılıyorlar bu paraları” dedim. “Bir kısmını kiliseden, bir kısmını devletten, bir kısmını aileden alıyoruz” dedi. İşte o zaman, yıkıldım. “Nolur, ben burada sadece karın tokluğuna çalışayım karşılığında benim çocuğumu da eğitin” dedim. Doktor bana baktı ve “Bu çocukların ne kadar yaşayacağı belli olmaz, o kadar gençsiniz ki hayatınızın kırk yılını sizden istemeye hakkım yok” dedi. Böylelikle biz de 74 yılının Temmuz ayında Kıbrıs’a yapılan çıkartmayla birlikte döndük geriye…

ÖZEL ÇOCUKLARIN BAKIMI

- Özel çocuların, bakımları da özel oluyor değil mi?

Devlet ilaçlarını karşılıyor ama bu çocukların o kadar özel bakım masrafları var ki bu çocuklar devlet hastanelerinde saatlerce sıra bekleyebilecek çocuklar olamıyor maalesef. Özel doktora götürmeniz gerekiyor. Sosyal hayat hala bu çocukları kabullenmiş değil. Ben sırf oğlumu gezdirebilmek için ehliyet almıştım. Çocukların hissetmediğini zannediyorlar ama onlar kendilerine olan bakışları hissediyorlar. 1975 yılında ehliyet aldım, bir tosbağa arabamız vardı. Onunla gezmeyi çok severdi. Zaten bir gün babasıyla gezmeğe gitmek için evden indiklerinde arabaya oturuyor ve o anda kalp krizi ve epilepsi krizi geçiriyor vefat ediyor. Aşağı inip Erdal’ı gördüğümde inanamadım. Az önce kapıdan uğurlamıştım oysa ki babasıyla… Ve biliyor musun çocuk, ben o günden beri ağlayamıyorum. Benim gözyaşlarım hep içimde… Sular seller gibi ağlasam, zehrim akacak ama ağlayamıyorum. Demek ki diyorum içimden “ben acılara kaşarlanmışım.”

ÖYKÜ YAZMAK BAĞIMLILIK

- Öyküleriniz hep sevgi ve kadınlar üzerine, hep yaşadıklarınızı mı yazdınız?

Öykü yazmak çok farklı bir şeydir. Öyle bir bağımlılıktır ki yazma zamanın geldiğinde engel olamazsın kendine. Cümleler birden dökülüverir yüreğinden. Çocuk, ben kalemimi yüreğime bandırıp yazıyorum öykülerimi… Hepsi hayatın içinden, bütün kahramanlar içimizden… Kendi yaşadıklarım değilse bile dinlediğim, gördüğüm olaylardan besleniyorum. Çünkü kadınları çok iyi tanıyorum. Bir daktilom var, bir de küçük masam, annem gelirdi, kaynanam gelirdi, teyzem vardı bizimle yaşayan, ben tam yazarken oğlum gelir masayı devirir ben hemen daktiloyu kaparım. O kadar hengame içinde o enerjiyi nasıl buldum da bu kadar öykü yazdım ben bile bilemiyorum. Bak çocuk, sevgi dostluktur, sevgi güvendir. Zaman zaman düşünmüşümdür, “Eşim için üçüncü dünya savaşını çıkarır mıydım” diye… Çıkarırdım, çocuk. Biz eşimle bir ömrü paylaştık. Şimdiki gençlere bakıyorum da bilgisayara bağımlı bir hayat yaşıyorlar. Eski aşklar, sadece öykülerde kaldı.

- Kadınları ve onların yaşamlarını yazan bir yazarın ilk aşkı kimdi?

İlkokul bire gidiyorum. Bir oğlan çocuğuyla yan yana oturuyoruz. Kahkülleri olan tatlı bir çocuk. İsmi Yavuz. Yağmurlu havalarda şemsiyesiyle beni eve kadar bırakıyor. Gözü bende ama üçüncü sınıfa giden bir başka çocuk daha var. Benim de gözüm o çocuğa kayıyor. Tombalak bir oğlan… Sahile indiğimiz bir gün kalp şeklinde bir çakıl taşı buldum. Sınıfların dışına paltolarımızı asardık, paltosunu buldum, cebine çakıl taşını koydum ellerim titreyerek... Hemen uzaklaştım, bir duvarın dibinden izlemeye başladım. Geldi, paltosunu giydi. Elini cebine attı. “Kim koymuş bu taşı benim cebime” dedi ve fırlattı attı. Hayatımdaki ilk yıkım… Nasıl oldum tahmin edemezsin, bir düş kırıklığı, bir üzüntü… Halbuki o çocuğun hiç günahı yok, nerden bilsin bir kız çocuğunun onun cebine kalp şeklinde bir çakıl taşı bıraktığını…

- ‘On parmağında on marifet’ sizin için söylenmiş sanırım. Sizi sahnelerde de izledik. Nasıl gelişti bu tiyatro projesi?

Bu oyun “Kadınlar Tiyatroyla Buluşuyor” projesi kapsamında, farklı yerlerden bir araya gelen 35 kadının rol aldığı bir projeydi. Meryem Nart'ın sigortacılık yaptığı 2003 yılında, Çek Kanunu kapsamında takipsizlikle sonuçlanan davasında, cezanın kayıtlardan düşmemesi nedeniyle 50 gün boyunca Antalya ve Buca cezaevlerinde geçirdiği günler anlatılıyor oyunda. Hayatın kendisi de bir tiyatro sahnesi değil mi zaten? Toplumdaki rolüm “yazarlık”, yıllar sonra böyle bir “oyunculuk” teklif geldi önce şaşırdım ama sonra kabul ettim. Bu oyunda bir kadın satıcısı rolündeyim. 48 yıllık eşim, “Sen tanınmış insansın. Bu rol üstüne yapışır kalır” dedi. “65 yaşımdan sonra yapışıp kalsa ne olacak” dedim. Bu rol teklifi kendimi çok yorgun hissettiğim bir zamanda geldi. Bana da çok iyi geldi. Ölmeden önce kendi rolümün dışında bir rol oynamak canıma can kattı.



Neşe Karel kimdir?



1943 Bursa doğumlu olan Neşe Karel evli, Erdal adında bir çocuk annesi. Yaşamını Antalya’da sürdürüyor. Yazarın dört kitabı var. Yaşam anlayışından söz ederken her ne kadar “Beni bütün kâinat ilgilendiriyor” dese de öykülerinde en çok kadınları anlattı yazar. İlk kitabı olan Yalnız Kadın Irmağı’nda, gurbetçi kadın işçilerin öyküleri vardı. İkinci kitabı olan Sokak Kedisi’nde de öyle. Üçüncü kitabı, Bisikletli Gelin’de yine yurt dışında yaşayan işçilerin iki kültür arasında sıkışmış çocuklarını ve yüreklerdeki hiç büyümeyen çocuğu anlattı. Erkekler De Sever dedi dördüncü kitabında. Karel şu anda, Tuna Perileri adını verdiği ilk romanının üstünde çalışıyor ve yerel bir gazetede ‘Sokak Kedisi’ isimli köşesiyle okurlarıyla buluşuyor. Araştırmaları: Türkiye’de Almancı, Almanya'da Yabancı (1995), Erguvan Bayramı (1998), Uludağ’ın Etekleri Gümüşten (1999), İpek Şehrin Günlüğü (2000)

İBRAHİM ŞENCAN



Bu haftaki konuğumuz Antalya’nın en renkli ve girişimci simalarından İbrahim Şencan. 1953 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi’nden (İTÜ) mezun olduktan sonra Antalya’da kendi firmasını kurarak inşaat sektöründe çalışmaya başlayan İbrahim Şencan’la sohbetimiz inşaat sektöründen ziyade Çallıoğlu firmasının bugünlere gelişi üzerine oldu.

İlk yurtdışı seyahatini üniversiteden mezun olduğu yıl gerçekleştiren Şencan, otostopla seyahat ettiğini söylediğinde eminim yaşadığım şaşkınlık yüzüme de yansıdı. Çallıoğlu Şirketler Grubu’nun sahibi İbrahim Bey, gençliğinde maceracı ve girişken yapısıyla da tanınıyormuş. Şiir okumayı ve spor yapmayı sevdiğini öğrendiğimiz başarılı müteaahit Şencan ile gençlere örnek olacak bir söyleşiye imza attık.

İbrahim Şencan’ın odası şiir kitaplarıyla dolu ve bir çok şiiri ezbere biliyor. İçlerinde yazarlarından imzalı kitapların da bulunduğu kütüphanesinde Süleyman Demirel’in kendi imzasıyla “Devran” kitabını görüyor ve konuyu siyasete getiriyoruz.

Siyasete kırgınlığını açık sözlülükle ifade eden Şencan, 1970 yılında noktaladığı aktif siyaset hayatını bir daha gündemine almamış. Bir nevi zorla istifa ettirildiğini ve istifasının kabul edildiği yazıyı gördüğünde yaşadığı hayal kırıklığını, bugün anlatırken bile hala sesi titriyor.

Üç kuşak İTÜ mezunu olan Şencan ailesinden, mezuniyetinin 50. yılını dolduran İbrahim Şencan, kızı Nur Aksoy ve torunu Hande Aksoy’un da aynı üniversiteden mezun olması dolayısıyla “3 kuşak İTÜ´lü” ödülünün de sahibi…

Antalya, Burdur, Isparta, Afyon, Aydın ve Hatay'da sulama tesisleri, barajlar, köprüler, bina inşaatları ile İstanbul, Antalya, Burdur, Isparta ve Eskişehir'de muhtelif sanayi tesislerinin prefabrik karkas inşaatlarını yapan İbrahim Şencan’ın, “Özellikle, 1981 yılında kızım İTÜ İnşaat Fakültesi’ni, 1988 yılında oğlum Boğaziçi Endüstri Mühendisliği Bölümü’nü bitirdikten ve İTÜ mezunu damadımın da 1987’de aramıza katılmasından sonra grubumuz daha da güçlenmiştir. Çocuklarımdan her biri şirketlerden birinin yönetimini üstlenmişlerdir” derken yaşadığı gurur ve mutluluk gözlerine yansıyor.

“Mühendislik ve müteahhitlik diğer mesleklere göre çok meşakkatli ve önceden tahmin edilemeyen mali ve idari pek çok sorunu olan bir meslektir. İnsanın, bu sorunların içinde iken mesleğinden şikayetçi hatta pişman olduğu zamanlar vardır. Ancak, bütün bu sıkıntılardan sonra meydana getirdiğiniz eserin insanlara ve ülkeye yarar sağladığı görülünce duyulan haz, sevinç ve huzuru hiçbir meslekte duyamazsınız” diyen Şencan’ın mütevazı tarzı ve işle ilgili prensipleri sektörün lideri olmasının da sırrını ortaya koyuyor.

1995 yılında amatör Çallıspor Satranç Kulübü kuruculuğunu da üstlenen Şencan’ın, onur üyesi olduğu kulüp halen Türkiye Satranç 1. Ligi’nde şampiyonluk mücadelesi veriyor. “Satranç maçlarını izlemeyi severim. Satranca karşı özel bir düşkünlüğüm hep vardı” diyen

Şencan’ın işyerinin altında da Çallıspor Satranç Kulübü’nün merkezi bulunuyor.

Antalyalı işadamlarının ve yaşadığı Çallı bölgesinin ‘İbrahim Amca’sı da olan Şencan, gerçekten soyadı gibi şen ve güler yüzlü bir işadamı… Bir ömrü yazmakla bitmeyecek kadar çok hatıralarla dolu olan İbrahim Şencan’la yaptığımız sohbetten geriye yılların yorgunluğuna rağmen ışıl ışıl bakan gözleri ve ilk günkü heyecanını hissettirdiği çalışma azmi kaldı hafızalarımızda…



- Yıl 1953. Sektöre giriş öykünüzü bizimle paylaşır mısınız?

1948 yılında İTÜ İnşaat Fakültesi'nde mühendislik tahsiline başladığım zaman sektörümü de belirlemiş oldum. 1953 Haziran ayında İTÜ'den mezun olarak Antalya'da inşaat, proje ve müteahhitlikle iştigal edecek büromu açtım. Aynı yılın Kasım ayında Antalya Ticaret Odası'na kaydımı yaptırarak DSİ (o zaman ki adı ile Sular İdaresi Reisliği) Antalya Şube Müdürlüğü’nden ilk taahhüt işimi aldım. Bu işin keşif bedeli o zamanki fiyatlarla 28.897 Lira idi. Bu suretle Türkiye müteahhitlik sektöründe karınca kararınca yerimi almış oldum. 7 yıl önce yani 2003 yılında Antalya Ticaret Odası'ndan ticarette 50. yıl ve İTÜ Rektörlüğü’nden de mühendislikte 50. yıl rozet ve plaketlerimi aldım.

- Sektöre 57 yıldır hizmet veren bir firma olarak sektördeki değişimi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sektörün problemleri çoktur. Bunların içinde çözüme ulaştırdığımız en önemli konu, Yapıda Denetim Sorumluluk ve Sigorta Mevzuatıdır. 1988 yılından itibaren üzerinde ısrarla çalıştığımız Yapıda Denetimle ilgili mevzuat, "Yapıda Denetim Hakkında Kanun" olarak yasallaştırılmıştır. Çıkarılan kararname ve kanunda bize göre noksanlar vardır. Ancak, 12 sene üzerinde ısrarla çalıştığımız bu mevzuatın artık beklemeye tahammülü olmadığını, yapıda denetim sisteminin ülkemizde bir an önce hayata geçirilmesi gerektiğini, zamanla uygulamada tespit edilecek noksanların değiştirilerek düzeltilebileceğini savunduk. Yasanın yürürlüğe girmesinden sonra ülkemizde büyük bir başıboşluk içinde olan özel sektör inşaatları denetim altına alınmıştır. Üzerinde çalıştığımız ikinci önemli konu inşaat sektörünün anayasası diye tanımladığımız KİK (Kamu İhale Kanunu) olmuştur.

- İnşaat sektöründe bir ömrü geride bıraktınız ve hep başarılı yatırımlarınız oldu. Günümüzün en iyi yatırım aracı hala gayrimenkul yatırımları mıdır?

Ticarette akıllıca risk almak önemlidir. Ticarette en önemli unsur, geleceği tahminin de ötesinde hissedebilmektir. Geleceği görerek o işe gireceksiniz. Gözü kapalı bir işe girmemek gereklidir. Gözü kapalı bir işe girmek işi şansa bırakmaktır. Ticari piyasadaki gelişmelerin nasıl olacağını görerek o işe gireceksiniz. Ben gençlere de hep tavsiye ederim. Gayrimenkul hala en iyi yatırım aracıdır. 57 yıldır ticaretteyim, risk almam gerektiğini bilirim ama geleceğini göremediğim riskleri hiç almadım.

- 57 yıl önce başladığınız iş hayatınızda unutamadığınız pek çok bir hatıranız olmuştur. Sizi en çok etkileyen hangisiydi?

Türkiye Müteahhitler Birliği’nde iki sene önce Olağan Genel Kurulu toplantısı vardı. Bizlerle de kurul öncesi kısa röportajlar yapıldı. Ben de şöyle diyorum. “İlk işimi 1953 yılında aldım. Keşif bedeli şuydu, şöyle bitirildi” diye bir açıklamam var. Başbakanımız Sayın Erdoğan’ın bir vesileyle yanıma geldiğinde söylediği "Sen işe başladığın zaman ben henüz doğmamıştım" sözünü bir iltifat ve güzel bir anı olarak hep hatırlıyorum.

ÇALLI İSMİNİN HİKAYESİ

- Çallı semtine ismini veren de sizin şirketiniz, neden size ‘Çallıoğlu’ deniliyor?

Bu aslında ayrı bir hikaye… Babam 4-5 yaşlarındayken arpa buğday hasadından sonra harman yeri kurulurmuş. Bir ay kadar süren bu göçebe hayatında kadınlar sac üstünde ekmek pişirirlerdi. Sıcak ekmeğe tereyağ sürüp çocuklara verirlermiş. Babam da bir gün annesine “Ana habbi çal” demiş. Habbi ekmek demek çocuk dilinde o zamanlar, annesine “ekmeğe yağ sür” diyor yani babam. Ekmek yapan kadınlardan biri babama seslenmiş ve “ Çallı, sen gel bakayım buraya, ben sana çalayım” demiş ve o günden sonra babamın lakabı “Çallı” kalmış. Hem köyümüzde hem de Antalya’da babam, “Çallı Mehmet” olarak bilinirdi. 1953’te şirketi kurmaya karar verince babamın da isteğiyle firmanın adını “Çallıoğlu İnşaat” koyduk.

Halen şirket merkezimiz olan binanın yerinde o zamanlar hiçbir şey yoktu. İhaleyle buradan iki tane arsa satın aldım. Borcu ödeyebilmek için de bir tanesini satışa çıkardık. Her parselin üzerine Çallıoğlu arsaları diye tabela diktik. Zaman içinde herkes buraları Çallıoğlu ya da Çallı diye bilmeye başladı. Geçen seneki kavşak inşaatında bile yönlendirme levhalarında Çallı Kavşağı yazdı. Özetle, buranın adının Çallı olmasının babamın çocukluğuna dayanan bir hikayesi var.

- Üniversiteden sonra İstanbul’da kalmayı hiç düşünmediniz mi?

1953 yılında üniversiteyi bitirdim. Staj için Almanya’ya gittim. Dört ay orada çalıştım. O zamanın öğrencilik şartları altında Almanya’nın Kassel şehrinden çıktım, otostopla Hannover, Hamburg üzerinden İsviçre’ye geçtim. Buradan İtalya’da Napoli’ye kadar otostopla geldim. Oradan da vapurla Türkiye’ye geçtim. O yıllarda oralarda devlet desteğiyle kurulmuş gençlik pansiyonları vardı. Geceliği 1 Mark’tan kalırdım. Bu staj ve otostopla seyahat benim eğitimimin devamı oldu diyebilirim. Ucuza mal ettiğim bir seyahatti ama çok şey öğrendim. Bu seyahatten sonra Antalya’ya döndüm ve kendi bölgeme hizmet etmeyi tercih ettim.

- 70’li yıllarda aktif siyasette olmanıza rağmen neden sonrasında uzak kalmayı tercih ettiniz?

1967 yılında siyasete girdim. Bir yıl sonra Adalet Partisi İl Başkanlığı’na seçildim. İki yıl sonra da senato seçimlerine girmek istedim. Seçimlere girebilmek için de beş ay öncesinden il başkanlığından istifa etmem gerekiyordu. Ancak senato seçimlerinin geri bırakılması gündemdeydi. Parti Genel Başkanlığı “Siz bir dilekçe verin, usulen işleme konulsun eğer seçim geri bırakılırsa dilekçeyi geri çekeriz, göreviniz devam eder” dedi. Siyasette kimseye güven olmuyormuş oysa ki… Çarıklı namıyla bilinen İhsan Ataöğ, aynı zamanda Adalet Partisi Genel İdare Kurulu’ndaydı ve benim il başkanlığında olmamdan rahatsızdı. Şubat ayında çıkarılan bir yasayla senato seçimleri geri bırakıldı. Ama ondan bir hafta önce Antalya’ya bir yazı geldi Ankara’dan… “İbrahim Şencan’ın İl Başkanlığı’ndan istifası kabul edilmiştir. Yerine yönetim kuruludan başka birinin seçilmesi uygundur.”

Bu olaydan sonra aktif politikadan ayrıldım. Politikayı takip ettim ama bir daha da aktif siyasette yer almadım. O zamandan bu yana bir sürü hükümet değişti. Her gelen hükümet enkaz edebiyatı yapar ama 1950’den bu yana bakarsanız bu ülkede çok büyük yatırımlar yapıldı. Türkiye’de imar seferberliğinin oluştuğu yılları yaşadık. İTÜ’nün düzenlediği Cumhuriyet’in 75. yıldönümü kutlamasında konuşma yapan, dönemin başbakanı Süleyman Demirel’in bizlerin gururunu okşayan şu konuşması da hep aklımdadır: “Türkiye’de 75 senede gördüğünüz bir çok eser bu üniversiteden mezun olan kişilerin yaptığı eserlerdir.”

- Masanızdaki Türk Şiir Antolojisi gözüme takıldı. Sever misiniz şiir okumayı?

Şiir yazmam ama okumayı severim. Ezberim de çok kuvvetlidir. Bir kere okuduğum şiiri ezberlerim. İTÜ’de okurken okulun yurdundaki oda arkadaşım her sabah şiirler okuyarak uyandırırdı beni, ben de ondan öğrendiğim şiirleri aynı gün sınıfta okurdum. Beni gören arkadaşlarım “Hadi İbo, bize bir şiir oku” derlerdi. Sonra o arkadaşım rahmetli oldu. Resimler yapan, şiirler yazan bir sanatçıydı. Hatta onun öğrencilik yıllarımızda başladığı bir tabloyu eşi ölümünden sonra satışa çıkardı ve almak bana kısmet oldu. Tablo üzerinde çalıştığı bir resimdi ve ben görünce hemen tanıdım. Benden sonra tamamlamıştı. 1950’lerden bugüne bende hatırası olan bir tablosunu da almak kısmet oldu. O yıllarda en sevdiğimiz şiir, öğrencilik sıkıntılarını yansıtan şiirlerdi.

“Babamın bir evi varmış,

ben doğmadan kül olmuş,

Sat anasını…

Anamın sütü bolmuş,

Emziremeden ölmüş,

Sat anasını…

Talihi yar olanın

Yar sararmış yarasını,

Boş teselli, yarimiz de yok ama,

Sat anasını…”

Öğrencilik yıllarımızın en çok okuduğumuz dizeleri bunlardı. Yıllar içinde çok şiir okudum ama hala şairlerin isimlerini pek bilmem. Öğrencilik hayatımızın sıkıntılı yıllarını yaşayınca daha güçlü, daha bilinçli hayata başladık.



İbrahim Şencan kimdir?

1931 yılında Bucak Ürkütlü köyünde doğdu. Antalya Lisesi’nden mezun oldu. 1953 yılında İTÜ İnşaat Fakültesi'ni bitirdi. Kasım 1953’de Antalya Ticaret ve Sanayi Odası'na kaydolarak taahhüt işlerine başladı. Kasım 1953'den beri Y. Müh. İbrahim Şencan Firması (İlk taahhüt işini Kasım 1953'de DSİ'den almıştır), Nisan 1976'dan beri Çallıoğlu İnşaat A.Ş, Mayıs 1982'den beri Çallıoğlu Prefabrik A.Ş, Kasım 1991'den beri Çallıoğlu Beton A.Ş, Kasım 1995'den beri Çap İnşaat A.Ş’nin Yönetim Kurulu Başkanı. 1968 - 1970 AP (Adalet Partisi) Antalya İl Başkanı, 1973 - 1977 Antalya Belediye Meclisi ve Ticaret Odası Yönetim Kurulu Üyesi, 1993 Nisan - 2001 Kasım İNTES İşveren Sendikası Başkanı, 2002 Ekim - 2005 Kasım İNTES Yüksek Danışma Kurulu Başkanı, 1995 Aralık - 2001 Aralık TİSK Yönetim Kurulu Üyesi, 1996 Ağustos - 2000 Ocak TÜSİAD Üyesi, 1998 Temmuz-1999 Haziran AGH (Antalya Güçbirliği Holding) Kurucu Başkanı, 1995 - Amatör Çallıspor Satranç Kulübü kurucusu, 1968- Çallıoğlu Camii ve Külliyesi Vakfı kurucusu ve Mütevelli Heyet Başkanı olarak caminin inşaatını gerçekleştirdi. 1995 Nisan - 1999 Şubat’ta 234 ortaklı halka açık Belköy A.Ş’nin (Antalya Beldibi Turizm Yatırımları ve İşletmeciliği A.Ş.) başkanı olarak 1600 yataklı Club Belköy Tatil köyünün yapımını tamamladı. 2001 yılında Antalya-Manavgat Odaönü köyünde kendi adını alan 15 derslikli ilköğretim okulunu yaptırdı. 2003 yılında Antalya-Düzlerçamı İpek Şencan Sağlık Ocağını yaptırdı.

CENGİZ HAYDAR BARUT



Side-Manavgat Turizm İşletmecileri Derneği (Side-TUDER) Yönetim Kurulu Başkanı Cengiz Haydar Barut, on parmağında on marifet olan bir Side aşığı… Side, ülkemizde turizmin ilk filizlendiği bölgelerden ve Cengiz Haydar Barut burada doğdu, burada okudu, burada yaşıyor ve burada çalışıyor.

Tüm hayatını turizme ve Side- Manavgat bölgesine adayan Cengiz Haydar Barut, bu sezon Side ve yöresine 3 milyon 500 bin turist gelmesini beklediklerini belirtti.

Antalya turizm sektöründe önemli bir yeri olan Barut Otelleri’nden birinde bizi ağırlayan Cengiz Haydar Bey, otel işletmecilerinin turistleri konaklama tesisinin dışına çıkarmadığı görüşünün doğru olmadığını söyledi. Dünyanın 100 saygın oteli içinde Side destinasyonunda yer alan otellerin ilk sırada olduğunu söyleyen Barut, üç yıldır düzenli bir şekilde yaptırdıkları müşteri memnuniyeti anketlerinde, turistlerin büyük çoğunluğunun konaklama tesislerinden memnun kaldığının da altını çizdi.

Aynı zamanda AKSAV Yönetim Kurulu Üyeliği görevini de altı yıldır devam ettiren başarılı işadamı, bu yıl Altın Portakal Film Festivali’nin bir ayağının da Side- Manavgat’ta gerçekleşmesini sağlayacaklarını belirtti.

AÇIKHAVADA SİNEMA KEYFİ

Yaz aylarında ailece gidilen yazlık sinemalar artık nostalji oldu. Side – Manavgat bölgesi bir zamanların vazgeçilmez eğlencelerinden olan açıkhava sinemalarına bu yıl festival kapsamında yer verecek ve anılarımızı canlandıracak. 47. Altın Portakal Film Festivali’ni akşamları çeşitli etkinliklerle Side-Manavgat bölgesine de taşıyacak olan Barut, halkın sinemaya olan ilgisini arttırmak, açıkhava sineması geleneğini yaşatmak için etkinliklere tam destek vereceklerini belirtti.

Mütevazı tarzı ve güler yüzlü anlatımıyla, tecrübelerini de bizlerle paylaşan turizmci, 24 yıldır hizmet verdiği sektörün sorunlarını tüm içtenliğiyle masaya yatırdı. Antalya’nın sayılı işadamlarından biri olan Cengiz Haydar Barut kararlılığı ve yenilikçi yapısıyla turizmde kısa zamanda zirveye çıkmış. Bir dönem siyasetle yakından ilgilenen ve belediye başkan adayı olan Barut, hayata bakış açısı, vizyonu ve ileri görüşlülüğüyle de politikadaki farkını ortaya koyuyor.

10 milyon turistin geldiği ve saçının teline zarar gelmeden geri döndüğü dev sektörün yasal altyapısının olmaması ironik bir durum ama deneyimli turizmcilerimiz sayesinde Antalya artık bir dünya markası… Her on günde bir değişen 400 bin turist ağırlıyoruz. Neredeyse ‘Burdur’ ilini her on günde bir ağırlıyoruz denebilir. Hal böyle olunca da “turizm” konusu sık sık söyleşi tercihim oluyor.

Bu haftaki keyifli söyleşimizin konusu turizm, sanat ve çevre, turizm sektörünün tecrübeli işadamı Cengiz Haydar Barut da konuğum olunca ortaya öykü tadında bir sohbet çıktı.



- Side TUDER’in çalışmaları sizden öğrenebilir miyiz?

Side - Manavgat bölgesindeki turistik tesislerin sahip ve yöneticilerini bir çatı altında toplayarak aralarındaki iletişimi açmak, ortak sorunlara çözümler üretmek, bölgeyi ilgilendiren hususlarda pazarlama ve tanıtım konularında ortak hareket birlikteliğini sağlamak, tarihi ve kültürel varlık ve faaliyetlere sahip çıkmak, bu amaçla belediye ve kamu kuruluşları ile koordineli işbirliği yapmak, bölgenin yurtiçi ve yurtdışı tanıtımının en iyi ve yararlı şekilde benimsenmesini sağlamak, diğer dernek, birlik, vakıf ve her türlü özel kamu kuruluşları ile dayanışma içinde olup seminerler-konferanslar ve etkinlikler düzenlemek, Turizm Bakanlığı ve seyahat acenteleriyle bağlantılı çalışmalar yapmak ve iç-dış turizmi teşvik etmek derneğin amaçlarını oluşturmakta. Bölgenin altyapı ve çevre problemlerini titizlikle takip ederek yol, kanalizasyon ve çöp sorununun çözümünde üyeleri ile birlikte en önemli yeri aldı. Side-TUDER, bölgede gerçekleştirilen tüm kültürel ve sanatsal faaliyetleri ana sponsor konumunda destekliyor ve süreklilik için çalışmalarını aralıksız sürdürüyor.

- Turizm sezonu bu yılki beklentilerinizi karşıladı mı?

Side-Manavgat bölgesi 150 bin yatak kapasitesiyle Türkiye’nin en yüksek yatak kapasitesine sahip bölgesi. Türk turizmindeki en önemli bölgelerden biriyiz. Turizm bu sezon gayet iyi gidiyor. Sayısal olarak da iyi gidiyor ama turizmcinin en büyük problemi döviz. Girdiler artıyor, kur düşük, maliyet yüksek… Geçen seneye göre fiyatlarımız daha yüksek. Türkiye ucuz satılıyor dense de bu böyle değil, ucuz yatak da var ama suit odalar ya da kral dairelerini düşünürsek bin avroya kadar çıkan fiyatların olduğu tesisler var. Tamamen Türkiye ucuz destinasyon dememek lazım. İyi satan tesisler Side-Manavgat ve Belek’te oldukça fazladır.

- Sektör olarak görülmeyen ama en büyük gelir kaynağı olan turizmin yasal düzenlemelerinde ne aşamaya gelindi?

Turizm bir bağımlılık, turizm Türkiye’nin petrolü ve bunu değerlendirmemiz lazım. Turizm hem bir bağımlılık hem de iyi bir yatırım ama yasal bir altyapısı hala yok. Hepimiz bu yasal düzenleme için uğraşıyoruz. En büyük sektör turizm ama yasal altyapısı yok. Hala sektör olarak görülmüyor. Uzun vadede Türkiye’nin kurtuluşu turizmden geçecek bu yüzden yasal altyapının oluşması gerekiyor.

- Side-Manavgat bölgesinin çevresel sorunları var mı?

Side-Manavgat bölgesi şanslı bir bölge, altyapı konusunu çözmüş bölgeler, MATAB tarafından yapılan son teknoloji arıtma sistemimiz de bugünlerde açılacak. Atık su arıtma sistemini çözdük, özellikle son yatırımla bir damla arıtılmamış su denize gitmiyor. Çöp konusu zaman zaman sıkıntı olsa da Side-TUDER, Altyapı Birliği ve belediyelerle birlikte bir proje oluşturmuştuk. Toplanıp düzgün depolanması konusundaki projemizle “Dünya Çevre Ödülü”nü aldık. Şimdi geri dönüşüm üzerine çalışmalar yapılıyor. Yatırımcı ve yerel yönetim işbirliğinin en önemli örneklerini bölgemizde görmeye başladık.

- Ben yıllardır sormaktan yoruldum ama sizin fikrinizi de merak ediyorum. Turizmin 12 aya yayılamaması problemini siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Halen Side Antik Kent'e tatile gelen turistler arasında, Side Antik Tiyatro'dan haberdar olmayanlar bulunuyor. Yerel yönetimlerin konser verme yerine ilçede yapılan uluslararası organizasyonlara destek vermesini istiyoruz. Belediyelerin turist getirme adına yaptıkları ferdi konserlerin bölge turizmine hiç bir katkısı yok. Tanıtımlar fuarlarda yapılıyor. Dağ bisikleti maratonu ve Side Kültür ve Sanat Festivali gibi uluslararası etkinliklerimiz var. Bu organizasyonlara destek olalım. Yerel yönetimler münferit festivallere ayırdıkları bütçeyi bölgenin altyapısına kullanmalı. Tanıtım da tek elden yapılmalı. Dünyanın en güzel dağ bisikleti parkur alanı Manavgat'ta. Bunu ben söylemiyorum. UCI yetkilileri söylüyor. Fakat ne yazık ki her yıl Güney Kıbrıs Rum kesimine 150 bin bisiklet sporcusu giderken Manavgat'a bin bisikletçi getiremiyoruz. Dünyanın en gözde dağ parkur alanı bizde. Acı bir durum ama bin bisikletçi getiremiyoruz. Bunu oturup düşünmemiz lazım. Biz tanıtım yapmazsak turist niye gelsin. Dünyada bir sürü alternatifi var. Bölgemiz ayrıca dünyada en güzel 100 konaklama tesisi içinde ama kış turizmine yönelik çalışmalar halen mevcut değil. Turisti kışın gezdirebileceğimiz mekanlar yok. Side’deki sahil yolu, Çolaklı ve Evrenseki’deki sahil yolu kış turizmine uygun ama aynı yatırımı Belek ve Kundu da yapmalı, turist kışın geldiğinde otele kapanmak istemiyor. Taksilerdeki gece tarifesi uygulaması bile turisti etkiliyor. Gece tarifesine kalmamak için 23.30’da otele dönen turistler, alışveriş merkezlerini boşaltıyorlar. Öncelikle bu sorunları çözmemiz gerekiyor.

OTELLERİN HEPSİ ARLI NAMUSLU

- Side bölgesi daha çok aile konseptiyle hizmet veriyor. Side’ye gelen turistlerin tatilden beklentileri nelerdir?

Bölgemiz aile konseptine en uygun işletmelerin bulunduğu yer. Aile konsepti denilince akla kadın ve erkeğin ayrı tatil yaptığı işletmeler gelmesin. Aile konsepti demek, çocuk faktörünün ön planda olduğu, çocuğa yönelik aktivitelerin daha fazla olduğu, odalarda çocuklarıyla birlikte kalınabilen düzenlemelerin olduğu otellerdir. Tesettür otelleriyle aile konsepti otellerin birbirine karıştırılmaması gerekir. Kendilerine “Arlı-namuslu otel işletiyoruz” diyen işletmeler için belirtmeliyim ki Antalya’daki otellerin tamamı arlı-namuslu otel işletmeleridir.

- Her şey dahil konsepti de en çok tartışılan konulardan biri, sizin fikriniz nedir?

Her şey dahil sistemi tüm dünyanın kabul ettiği bir sistemdir. Turistlerin en önemli tercih nedeni her şey dahil konseptidir. Özellikle çocuklu aileler çocuklarıyla tatile geldiklerinde rahat etmek istiyorlar. Her şey dahil sistemi düşünülenin aksine israfın olmadığı, son derece ince hesaplamaların olduğu, tüketimin yoğunluğundan dolayı hiçbir yiyeceğin israf edilmediği bir sistemdir. Her şey dahil konsepti turizmin olmazsa olmazıdır. Bu konseptin Antalya’da çok iyi yapıldığı tesislerin sayısı oldukça fazla ama diğerleri için de yasal bir denetleme olmalı ve bu düzenlemenin denetimi Ankara’da olmamalı. Denetimin turizmi bilen kişiler tarafından yapılması sağlanmalı.

- Altın Portakal Film Festivali bu yıl ilçelere ve çevre illere de yayılıyor. Sizin bölgeniz bu konuda ne gibi çalışmalar yapacak?

Festivalin bu yılki teması 'Toplumsal İletişim'. Bu bağlamda festivalin istenilen amaca ve temaya daha uygun hale getirilmesi için Antalya dışında, ilçeleri ve çevre illerini de festival kapsamına dahil etmek istiyoruz. Açıkhava film gösterileri ve benzeri etkinlikleri buralarda da gerçekleştirmek için lojistik destek istiyoruz. Manavgat ve Side'de daha çok vizyon filmlerinin gösterileceği açıkhava sinemaları ve bu gösterimlerde filme dahil sanatçıların hazır bulunması ya da misafir sanatçılarla halkı kaynaştırmak esas hedefimiz.



Cengiz Haydar Barut kimdir?



1966 yılında Side'de doğdu. Evli ve bir kız babası. 22 yıldır aktif turizm hareketinin içinde yönetici olarak bulunuyor. 2000 yılından bu yana Side Manavgat Turizm İşletmecileri Derneği’nde başkan olarak görev yapıyor. 2006 yılından beri MATAB (Manavgat Çevre Turizm Altyapı Birliği) Yönetim Kurulu Üyesi, 2005 yılından itibaren AKSAV (Antalya Kültür Sanat Vakfı) Yönetim Kurulu üyesi. Uzun yıllar Manavgat Ticaret ve Sanayi Odası yönetim kurulu üyeliği yaptı, 1988'den beri de Barut Otelleri Yönetim Kurulu üyesi.

MUSTAFA KÖSEOĞLU



Baharın çiçek kokan günlerinin ardından, yazın tatil rehavetini müjdelediği günlere nihayet geldik. Bir yanda neşelenen, sevinen ama bir yanda da düşüncelere dalan tatilciler... Yazın yaklaşması, muhafazakârları düşündürüyor çünkü her geçen yıl biraz daha dünyevileşmenin çevrelerini ve ailelerini sardığını hissediyorum. Alternatif tatil arayışı modern dünyanın engellenemez ihtiyacı olunca, gazetelerde de “alternatif tatil” sloganıyla hizmet veren tatil yörelerini duyuran reklamlara rastlıyoruz.Son zamanlarda bu ihtiyacın farkına varan turizm yatırımcıları, muhafazakar hassasiyetlere uygun tatil merkezleri meydana getiriyorlar ki Antalya merkezinde bu konuya ilk imzayı Harrington Resort Park oteliyle Mustafa Köseoğlu attı. Kadınlara mahsus havuzların, spor alanlarının ve sosyal mekânların bulunduğu oteller veya turistik tesisler, ciddi bir şekilde ilgi görüyor ve bu durum, bu çeşit tatil mekânlarının sayılarının hızla artmasına sebep oldu.Adına “Alternatif tatil”, “İslami tatil” veya “Aile tatili” denilen, yeni tatil anlayışında, şekli kurallar bakımından dini hassasiyetlere ve Türk örf ve adetlerine özen gösteriliyor. Tatil yaparken de inançlarının gereğine dikkat eden kişilerin sayısı ve sosyo-ekonomik seviyesi, artık cazip bir müşteri kitlesi oluşturacak duruma ulaşmış bulunuyor. Ancak yine de içime huzursuzluk veren bir nokta var, acaba bu tatil modeli gerçekten İslami mi? Yani havuz hanımlara mahsus olunca, onun kenarında uzanıp bronzlaşmak, gerçekten alternatif bir tatil anlayışı oluşturuyor mu? O yüzden ben bu tatil anlayışına “Mutaassıp Tatili” demeyi daha çok tercih ediyorum.İçkisiz, animasyonsuz ve tesettürlü-tesettürsüz hanımlara uygun imkânları olan aile otelleri, petrol zengini ülkelerin sermayesini çekmek için bu tarzda serbest turizm bölgesi kurulmasını öneriyordu. Bu öneriye göre içinde alkolün olmadığı, kadın ve erkeklerin bir arada denize girmediği, alışverişten günlük yaşamın her alanına kadar her şeyin özel kurallara göre düzenlendiği bir kent kurulursa, buraya kendi kurallarına göre tatil yapmak isteyen çok kişi gelirdi. Bu fikirden yola çıkarak çoğalan muhafazakâr otellerin sayısı da günümüzde ellilere yaklaştı.
Bir zamanlar örtülü olmak hiç de kişisel bir şey değildi. Ama hayat artık çok farklı ve dört mevsim, işte ve evde, evlilikte ve tatilde… Artık hayat, kişiye özgü bir bencillik biçimi olarak algılıyor örtünmeyi, oysa hala hiç de kişisel değil bu… Bize yöneltilen bakışların bizi tedirgin etmesi için kadın-erkek, açık-örtülü, Alevi ya da Sünni olmamız fark etmez, eğer kendimiz olma önünde bir engel seziyor, hissediyor ve eziliyorsak biz o anda ötekiyizdir. Toplum olarak yaşamak zorunda bırakıldığımız biz ve öteki temasını, metodolojik bir hassasiyetle algıladığımızda anlamsızlaşmaktadır.

Harrington Resort Park Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Köseoğlu bu ayrımı en aza indiren uygulamalarla, mutahassıp tatil anlayışını modernize ederek, yeni bir pencere açıyor. Kadın ve erkekler için ayrı havuz olmasına rağmen, eğer bir erkek havuza eşiyle girmek istiyorsa girebiliyor. Alkol ikramı otelin genel kullanım alanlarında değil, sadece lobi barda veriliyor. Mustafa Bey hemen arkasından da ekliyor, “Alkol zaten barda içilen bir içecek değil midir? Havuzda, bahçede, lobide alkol servisine ne gerek var?”

Antalya’nın yaygınlaşmış her şey dahil sisteminin aksine yarım pansiyon olarak hizmet verecek olan Harrington Resort Park Oteli, bu tercihini de israfa karşı bir önlem olarak uyguluyor. Tonlarca yiyeceğin çöpe gitmesinin milli bir servet kaybı da olduğunun altını çizen Köseoğlu, “Biz tam bir aile oteliyiz. Ailesiyle tatil yapmak isteyen yerli ve yabancı misafirlerimize en kaliteli hizmeti vereceğiz” diyor.

Otelin proje çiziminden başlayarak inşaatına hatta iç dekorasyonundaki en ince ayrıntıya kadar Mustafa Köseoğlu’nun kendisinin yaptığı öğreniyoruz. 7 yıldız standartlarındaki otelin lobisinde Farid Farjad’ın ünlü besteleri duyuluyor hafiften… Osmanlı saraylarının ve Osmanlı dönemine ait yaşamın resmedildiği dev tabloların süslediği otel lobisinde, Mustafa Köseoğlu’nun gençlik yıllarında yazdığı şiirler gözüme takılıyor. Bunlardan bir tanesini sizler için yazıyorum ben de:

Ömrümün her gününde aşkın ruhumda olsa

Her sabah güneş yalnız ikimiz için doğsa

Gül kokulu yapraklar ne sararsa ne solsa

Seni görmek çok güzel rüyada bile olsa



Sevgi dolu şu kalbim aşka seninle doysa

Dudağım gözlerine bahar adını koysa

Haberin gelmez oldu dargın değildik oysa

Seni görmek çok güzel rüyada bile olsa



Gönlümün anahtarı, gönül kapısına uysa

Gecelerde yıldızlar, bize göz kırpıp dursa

Mehtabın nur ışığı hep yüzüne vursa

Seni görmek çok güzel rüyada bile olsa



Otelin hemen her yerinde altın rengi harflerle duvarları süsleyen dizeler ve fondan gelen müziğin rahatlatıcı etkisi yadsınamaz.

Dünyanın en ünlü plajlarından biri olan Konyaaltı sahilinde hizmet vermeye başlayan Harrington Resort Park Otel’in sahibi Mustafa Köseoğlu’nun içten sohbeti dikkatimizi çekiyor. Çalışanlarına “Mustafa Bey” demeyi yasaklayan ve kendisine “Mustafa Amca” denilmesini isteyen Köseoğlu, “Biz burada bir aileyiz ve aile oteli işletiyoruz” diyor. Oğlu Barbaros Köseoğlu ile birlikte yönetimde bulunan Mustafa Amca, “Çocuklarımla beraber bu işin içindeyiz ama benden başka kimse karışamaz, benim dediğim olur, son sözü ben söylerim” diye eklemeyi de ihmal etmiyor.

Mustafa Amca’nın torunu Emirhan da bugünlerde dedesiyle birlikte tatil yapıyor. Cin gibi bakışları ve mahcup gülümsemesiyle sohbetimize katılan Emirhan’dan da haklı olarak tatilinin bitmesini hiç istemediğini öğrendik.

Köseoğlu ailesinin sıcak karşılamaları ve içten sohbetleriyle bu hafta sizler için, “alternatif tatil” penceresinden baktığımız bir söyleşimiz oldu.



- Mustafa Bey öncelikle sizi tanıyabilir miyiz?

Ben Bayburtluyum, köylü çocuğuyum. 1989’da İstanbul’a gelerek inşaat işine girdim. Yassıada’da taşeronluk yaptım. NATO’da işler aldım. Böyle böyle inşaat işinde yap-sata başladım. Bir dönem Suudi Arabistan’da çalıştım ama orada epey kaybımız oldu. Dilimiz olmadığı için devam etmedik. Bu dil sorununda dolayı da çocuklarımı hep dışarıda okuttum. 6 çocuğum 8 torunum var. Gençler şimdilerde çocuk yapmıyorlar eskiden olsa 30-40 tane torunum olurdu. Gençler artık daha bilinçli.

- Bize otel hakkında bilgi verir misiniz?

12 bin metrekare alana konumlanmış olan otelimiz 334 oda ve 11 kattan oluşuyor. Standart odalarının yanı sıra, değişik çeşitlerde suit odalar Kral ve Prens dairelerimiz var. Tüm odalarda bornoz ve terlik, kasa, merkezi klima, saç kurutma makinası, telefon, küvet ve duş, minibar, internet bağlantısı, müzik yayınlı LCD, uydu televizyon boydan boya halı, 24 saat kesintisiz oda servisi veriliyor. Dört restoranın yanı sıra, Pool Snack Bar, disko, vitamin bar, 6 tane masaj odası, 2 saunası, 2 fitness center’ı ve 2 tane kuaförü bulunuyor. Tüm ayrıntılar özenle hazırlanmış olan, bayanlara özel kapalı havuz, yine bayanlara özel açık havuz, kapalı ve açık 2 adet çocuk havuzu, kapalı ve açık olmak üzere 2 adet baylara özel havuz tesisimizde konumlanmıştır.

- Basında “tesettür oteli” olarak yer aldınız. Nedir konseptiniz?

İstanbul’da arsa bulamadığım için Antalya’ya geldim. Bizim otelimiz aile oteli, basında çıkan haberlerde “tesettür oteli” diye geçti ama orada bir yanlışlık oldu. Konseptimiz aile oteline uygun, bizim için “tesettür oteli, dinci oteli” dediler. Bizim çok dürüst bir çalışma anlayışımız var. Hiçbir otelde mescit yokken bizde iki tane var ama aynı zamanda kilisemiz de var. Biz ailelere hizmet vermeyi planladık. Biz herkese hizmet ediyoruz. Burada adam gibi bir işletmemiz olacak. Arlı namuslu bir işletmecilik anlayışımız vardır.

- Otelin fiyat politikasını nasıl belirlediniz?

Bizim için kapalı-açık ayrımı yoktur. Biz herkese hizmet vereceğiz. Bizim en önemli farkımız yerli ve yabancı turiste aynı fiyat politikasını uygulayacağımız. Yabancı turist ne kadara kalıyorsa yerli turist de aynı fiyatı ödeyecek. Yerli turistlere daha pahalı olan tatil anlayışını ben yapmayacağım. Otelimiz yarım pansiyon olarak konaklama sağlıyor. Yapılan yiyecek israfından dolayı her şey dahil sistemine karşıyım.

- Antalya’ya başka yatırımlar düşünüyor musunuz?

Otelcilik çok ciddi bir yatırımdır. İnşaat işi gibi görünse de otel yatırımı çok farklı bin kalem mal bulunuyor. Bayburt’ta da çok yatırımım oldu. 16 derslikli Demirözü Mustafa Köseoğlu Lisesi ve daha sonra bu liseye yurt da yaptırdım. Şimdi de bir yüksekokul yaptırmak istiyorum. Eğer başka bir otel yatırımım olursa o da aynen bunun gibi olur. Bizim bazı arkadaşlarımız 10 aylık ama ben dokuz aylığımdır. Ben dokuz ayda kaldım, yükselmek de istemiyorum, bu halimden memnunum. İnsanları severim, kendimi kafdağında görmem, benim için verilen sözler önemlidir.

- Antalya’daki otel doygunluğunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Antalya’da otele doygunluk var. Her şey dahil sistemden dolayı çok da ucuz, turistleri doldur boşalt mantığıyla işletiliyor. İnşaat işinde olmasaydık Antalya’da otel yatırımı yapmak çok da akıllıca değil artık. Bizim ayarımız 7 yıldız ama 5 yıldız alacağız. 7 yıldız da alsanız para veren yok, 5 yıldız da alsanız para veren yok. İnşaat sektörüne karşı genel bir doygunluk var. Biz kendimiz bu işte olduğumuz için en kaliteli malzemeyi kullandık.







Mustafa Köseoğlu kimdir?



1989 yılında Köseoğlu Turizm Sağlık ve İnşaat AŞ’yi kuran Mustafa Köseoğlu 1940 yılında Bayburt’un Demirözü ilçesi, Pınarcık köyünde doğdu. Evli ve 6 çocuk babası Köseoğlu, genç yaşında müteahhitliğe başladı. Yassıada’da çeşitli inşaat işleri ve Milli Eğitim için çeşitli okul inşaatları da yaparak müteahhit firma olarak çalıştı. O tarihlerde kısa bir süre Aydın Doğan ile ortaklıkta bulundu, 1970’lerde İstanbul Merter’de sayısız apartman ve site, Florya’da villalar ve Etiler’de lüks konutlar inşa etti. 1980’li yıllarda Arabistan Cidde şehrinde çeşitli inşaatlar yaptı. 1988 yılından itibaren kendi inşa ettiği 4 yıldızlı Fatih Berr Hotel ve Pianoforte otelleri ile turizm işletmeciliğine başladı. Aynı zamanda çeşitli semtlerde lüks konut inşaatçılığına da devam etti. Mustafa Köseoğlu turizm yatırımlarının yanında sağlık sektöründe de faaliyet göstermeyi hedefliyor.

09 Temmuz 2010

MEHMET YEŞİL YEŞİL

Ata sporumuz yağlı güreşin en önemli merkezlerinden olan Antalya, er meydanına birbiri ardına başpehlivanlar sürüyor. Antalya’nın çıkardığı son başpehlivan ise Mehmet Yeşil Yeşil. Antalyalı güreşçiler elbette bu başarıları tek başlarına elde etmiyorlar. Kırkpınar’da büyük bir başarıya imza atan Antalyalı güreşçiler Başpehlivan Mehmet Yeşil Yeşil’in yanı sıra, Kırkpınar 2’ncisi Ali Gürbüz, 3’üncüsü Sermest Bulut, Başaltı birincisi Süleyman Aykırı, Büyük Orta birincisi Fatih Alabacak, Tozkoparan 2’ncisi Yaşar Şan oldu.

Bu yıl yapılan 648’inci Kırkpınar Yağlı Güreşleri’nde ikinci kez üst üste başpehlivanı olan Mehmet Yeşil Yeşil, üç kez üst üste şampiyon olarak Altın Kemer’in kalıcı sahibi olma hedefine bir adım daha yaklaştı. Yeşil aynı zamanda Kırkpınar’ın en genç başpehlivanlarından biri.

Gelecek yıla hazırlanmaya şimdiden başlayacağını ifade eden Yeşil, “Emeklerimin karşılığını aldım. Final maçının olduğu gün doğumgünümdü, başpehlivanlığım da aynı güne denk geldi, güzel oldu. Er meydanındaki duyguyu anlatmak inanın ki mümkün değil, orada sadece konsantre var, bence kelimelerle bunu cümlelere dökmek mümkün değil. Altın kemere çok yaklaştım, antrenmanlarım neyi gerektiriyorsa o doğrultuda olacak. Yeni sistemlere açığım. Hocalarımız nasıl bir program belirlerse onu uygularım. Şimdiden çalışmaya başlayacağım” diyor.

OKUL ARKADAŞINI YENDİ

Başpehlivanlık unvan güreşinde okul arkadaşı Ali Gürbüz ile güreştiğini belirten Yeşil Pehlivan’ın, “Ali Gürbüz ile Karamanoğlu Mehmet Bey Üniversitesi Beden Eğitimi Spor Yüksekokulu'nda eğitim görüyoruz. Ben 4, Ali 2. sınıfta. Kırkpınar'ın iki kardeşin güreşmesiyle başladığı biliniyor. Burada iki kardeş kıran kıran güreşerek vefat ettiler. Kardeşler güreşiyorsa okul arkadaşları da güreşir. Güreş, centilmenlik, dostluktur. İyi hazırlanmıştım, kazanacağımı düşünüyordum, kazandım” derken mutluluğu gözlerinden okunuyordu.

Üniversitede okuyan, basketbol ve futbol oynayan, trendleri takip eden, 3G’ye hemen geçecek kadar teknolojiyle ilgilenen ve sinemaya gitmeyi çok seven Yeşil Pehlivan, ailenin üçüncü kuşak güreşçisi… Dedesi meşhur Yeşil Pehlivan’ın nâmını devam ettiren Milli güreşçi şu günlerde hayali olan altın kemere bir adım daha yaklaşmanın mutluluğunu yaşıyor.

Gençliğinin enerjisi yüzüne yansıyan Yeşil Pehlivan hoşsohbeti, beyefendiliği, içtenliği ve samimiyetiyle gönlümüzdeki sevgisini daha da pekiştirdi. Altın Kemer’ini benim de takmama izin verme nezaketiyle renkli görüntüler ve esprilerin ardı ardına geldiği söyleşimizde, Yeşil Pehlivan’la tadına doyulmaz bir sohbetimiz oldu. “Altın Kemer”in ayrı bir büyüsü olduğu tartışmasız bir gerçek ki benim bile oturuşumun değiştiğini fark eden Yeşil Yeşil, “Bakın sizin bile duruşunuz değişti” deyince, kahkahalarla noktaladığımız söyleşimizde sizleri Mehmet Yeşil Yeşil’in başarılarla dolu hikayesiyle başbaşa bırakıyorum.

- Öncelikle biraz sizi tanıyalım...
1986 yılında Antalya Karaöz’de doğdum, ailem hâlâ orada. Belek’te yalnız yaşıyorum. Benden 6 yaş büyük bir ağabeyim var. Babam un imalatı yapıyor, annem ise ev hanımı. Karamanoğlu Mehmet Bey Üniversitesi, Beden Eğitimi Öğretmenliği son sınıf öğrencisiyim.

- Güreşe neden ve nasıl başladınız?

8 yaşında başladım. 1994 yılında dedemin vefatıyla birlikte ailemizdeki geleneği ben devralmak istedim. Özellikle aile büyüklerinden dedemle ilgili anıları dinlemeyi çok seviyorum. Dedem eski başpehlivanlardan “Yeşil Pehlivan.” 1940 ve 1955 yılları arasında bu yörede güreşirmiş. Ben adım olan Yeşil’i de onun isminden alıyorum zaten. Soyadımız olan Aykın’ı da mahkeme kararıyla değiştirip Yeşil yaptık. Böylece Yeşil Yeşil oldum. Ama özellikle resmi dairelerde soyadınız iki kere yazılmış diyerek birinin üstünü çiziyorlar, çok problem yaşadım bu yüzden… Bana Mehmet dendiğinde çoğu zaman bakmıyorum. Çünkü hem adım hem soyadım Yeşil. Bu işe başlamamın nedeni de dedem gibi başpehlivan olmak ve onun anısını yaşatmaktı. Şu anda Belek Belediye Spor Kulübü’nde güreşiyorum. Buraya Amasya Şekerspor’dan transfer oldum. Belek Belediye Başkanı Yusuf Mecek’in de emeği çoktur bende o yüzden öncelikle kendisine, hocalarıma ve emeği geçen herkese teşekkür etmek istiyorum.

- Kırkpınar’a nasıl hazırlandınız?

Bu hazırlık süreci tüm yılı kapsıyor. Son 2 hafta kala ağır antrenmanları sonlandırıp daha hafif çalışmalar yaptım. Her sabah 07.00’de kalktım. Önce 1 saat koşu, 1 saat de teknik antrenman yaptım. Ardından yarım saat yüzdüm. Akşamları ise haftada 4 gün ağırlık antrenmanı, 3 gün ise diğer güreşçilerle güreştim. Akşamları da saat 23.00’te uyudum. Pazar günüm tatil. Çarşambaları ise sauna-masaj günüm.

- Sizi tanımayanlar için, başpehlivanım dediğinizde “Haydi bir güreşelim” diyen çok mu?

Antalya’da herkes tanıyor zaten beni, gelip tebrik ediyorlar. Ama İstanbul’da durum böyle değil tabii. Antalya için yağlı güreşin ocağıdır diyebiliriz. Çok meraklıdır bu spora herkes. Diğer illerde çocuklar güreşe minderde başlar, ama Antalya’da direkt yağlı güreşe başlarlar. Beni gördüklerinde “Haydi bir güreşelim” diyen çok oluyor. Böyle diyen hiç kimseyle ciddi ciddi güreşmek kısmet olmadı ama beni her gören bir kere mutlaka söyler…

- Seyirci sayısı nasıl güreş müsabakalarında?
Çok fazla, futboldan bile daha çok... Normal güreş müsabakalarının 20 bin, Kırkpınar’ın ise 30 bin seyircisi var. Futbolda bu rakamlar yok. Güreş sporunun çok özel bir seyircisi vardır. Dualarla, ‘Allah Allah’ sesleriyle maçlar yapılır. Ne bir küfür, ne bir kötü sözü asla duyamazsınız. Manevi yönü çok yüksek bir spor dalı olduğu için güreşin seyircisi özeldir. Güreş sporu futboldan daha az yer alıyor medyada, ama seyirci ilgisi futboldan fazladır. Bir spor gazetesinde sadece futbol var, diğer dallar çok küçük yer alıyor.

- Başpehlivan olduğunuzda kimler aradı tebrik için?

Cumhurbaşkanımız taktı zaten altın kemerimi, ziyaretine de gittim. Onun dışında pek çok bakan, devlet adamı aradı. Ama en çok şaşırtan oyuncu Sümer Tilmaç’ın tebrik telefonu oldu. Antalya’da çiftlik evi olduğu için oradan tanıyor beni. Yolda beni tanıyanların tebrikleri hala devam ediyor.

- Altın kemeriniz nerede duruyor, kasada mı saklıyorsunuz?
Çok yoğun şekilde davetlere katıldığım için yanımda taşıyorum şu günlerde, takmamı istiyorlar çünkü. Ama normalde özel bir kasada duruyor, evde değil. Ağırlığı, 1 kilo 450 gram. Benim bir tane daha altın kemerim var. O kemerin hayat boyu sahibiyim. Elmalı Güreşleri’ni üç yıl üst üste aldığım için altın kemerin ömür boyu sahibi oldum. Elmalı Güreşleri’nin tarihi çok eskidir, Kırkpınar’dan 9 yıl öncesine dayanır. Başpehlivanlık için de 2008 yılında güreşmeye başladım. 2009 yılında altın kemeri aldım, bu yıl da ikinci kez aldım ve hedefim Altın Kemer’in ebedi sahibi olmak…

KISPET ÇOK RAHAT

- Kıspet rahat bir şey mi? Çok rahatsız görünüyor da...
Evet, hem de çok. Çünkü çok yumuşak. Yağlı olduğu için giyimi de kolay. Bozulmasın diye kullanmadığımızda yağlayıp kaldırıyoruz. Kıspetin kullanım süresi 2 yıldır. Kıspetin içinde tutacak dikiş yerleri var, oradan tutuyoruz. Zaten ya paçadan ya da kasnaktan tutacaksın, başka yer yok. 9 yaşındayken Burdur'un Dirmil ilçesinde güreşlere katılmıştık. O gün bezden bir kıspet giyiyordum ve bağladığımız ip belimi sıktığı için ikinci turda elenmiştim. O gece bırakmak istedim ama babam saat 02.00'de bir kıspetçi bulup, bana ilk kıspetimi diktirdi. Ne mutlu ki bugün ikinci kez Altın Kemer sahibiyim.

- Güreşin zorluğu nelerdir?

Kırkpınar alanının etrafı kapalıdır. Üstten güneş vurur, alttan bir hava sirkülasyonu da olmaz. Çim 25 cm boyutundadır. O da güreşten ve yağdan yandığı için inanılmaz bir sıcaklık verir. Zaten bir güreşçi her maçından sonra en az 3 kilo zayıflar. Kırkpınar final maçında 5-6 kilo vermişim. Finalde 100 dakikaya yakın güreşmişiz. Kolay değil yani... Yılda ortalama 200 güreş müsabakası düzenleniyor ve ben 50 tanesine katılıyorum.

PEHLİVANIN KULAĞI KIRIK OLUR

- Bir pehlivan başka pehlivanı görünce tanır mı?

Evet, yürüyüşünden bile tanır. Pehlivan, kendinden emin yürür, omuzları geniş, vücudu kaslı olur. Ve tabii kulakları da kırık olur.

- Her iyi pehlivanın kulağı kırık mıdır?

Genelde. Alınan darbeler nedeniyle kulak kırılıyor. Ama minder güreşinde bu daha çok olur. Benim de kulağım kırıktır mesela, ama duymada sorun yok.

- Başpehlivanın bir günlük beslenme mönüsü nasıl?
Kahvaltıda, yumurta, bal, peynir, zeytin ve çok az ekmek. İçecek olarak süt ya da portakal suyu. Üzerine de çay. Ara öğünde, bol bol kuruyemiş ve meyve. Öğlen, 1 porsiyon et ya da balık. Yanına salata ve meyve. İçecek olarak meyve suyu, gazlı içecek asla içmem. İçki ve sigara kullanmıyorum. Balık ürünlerinin hepsini çok severim Akşamları, sulu bir yemek çeşidi, yanına makarna ve salata. Üzerine fıstıklı baklava. Ara öğünde de ballı yoğurt yiyorum. Pehlivanların bir oturuş da on tavuk yediği sadece şehir efsanesidir. Edirne’de bizi ciğerciye götürdüler bana gelen tabak neredeyse 4 porsiyondu. Fotoğraf çekimi falan bittikten sonra tabağı gönderip normal insan porsiyonu istedim. Yani öyle abartıLI porsiyonlar yemiyorum. Daha çok organik beslenmeye çalışıyorum.

- Maçlarda size özel taktikleriniz var mı?

Rakibimin açıklarını çok iyi analiz ederim. Eski maçlarını seyrederim. Eksi ve artılarına bakarım. Ülkemizde zaten 60 başpehlivan var. Hepimiz birbirimizi tanıyoruz. Taktiğimi rakibime göre belirlerim, hücum mu yoksa müdafaa mı yapacağıma karar veririm. Final maçımda normal sürede hücum güreşi yaptım, finalde de daha kontrollü güreştim. Rakibimin hata yapmasını bekledim. Maça çıkmadan önce mutlaka dua ederim. En centilmen spor, güreştir. Çünkü usta-çırak ilişkisi var.

- Eski takım arkadaşınız Recep Kara’yı iki senedir yeniyorsunuz, sahaya çıkınca neler hissediyorsunuz?

Recep Kara geçen sene benim durumumdaydı. İki kez altın kemer almıştı eğer geçen sene birinci olsaydı altın kemerin ebedi sahibi olacaktı. Bu maçlara çok sıkı hazırlanıyoruz. Bir yıl sadece bu maçı düşünüyoruz ve sonuç çok önemli oluyor. Ahmet Taşçı ve Cengiz Elbeye’nin pehlivanlığını kendime örnek alarak büyüdüm. Pehlivan olduğunuzda hayatınıza, giyiminize, hareketlerinize çok dikkat etmeniz gerekiyor. Pehlivanlar örnek olan kişilikler olmalıdır. Dedem zamanında, Kırkpınar’a gidememiş parasızlıktan, onun hayalini ben gerçekleştirdim. O yıllarda güreşmek için yürüyerek giderlermiş er meydanına… Yolda bir at arabası falan denk gelir de alırsa yol bitermiş. Şimdi devir çok değişti, imkanlar var, hocalarımız var. Sorumluluğu çok ağır bir nam taşıyorsunuz.

‘YEŞİL’ BAŞPEHLİVANIN EN SEVDİKLERİ…
Film: Cesur Yürek
Şarkıcı: Beyonce, Sezen Aksu, Teoman
Aktör: Antonio Banderas, Şener Şen
Şehir: Amsterdam
Parfüm: Davidoff

Mehmet Yeşil Yeşil kimdir?

27.06.1986 yılında Antalya’nın Manavgat ilçesinin Karaöz köyünde doğdu. 8 yaşında güreşmeye başlayan Yeşil, Karamanoğlu Mehmet Bey Üniversitesi Beden Eğitimi Spor Yüksekokulu son sınıf öğrencisi.

1999- Kırkpınar’da ilk madalya
2001- Tozkoparan’da ikincilik
2002- Deste Küçük Boy’da ikincilik
2004- Deste Büyük Boy’da birincilik
2005- Amasya Spor Kulübü’ne transfer oldu ve minder güreşine de başladı.
2006- Avrupa Şampiyonu oldu.
2006- Dünya Şampiyonası’nda üçüncü oldu...
2009- Kırkpınar Başpehlivanı oldu. Minderde, Uluslararası Yaşar Doğu Turnuvası’nda ikinci oldu.

2010-İkinci kez Kırkpınar Başpehlivanı oldu.

FİKRET OTYAM


Birçok tanınmış gazeteci ve yazara, öğrencilik yıllarında sağlam temeller atan, toplumla doğrudan ilişkiler kurmasını sağlayan, empati yapmasında ısrarcı olan, çıkardığı kitaplarını bugün keyifle okuduğunuz “Ustaların Ustası” Fikret Otyam, bu haftaki söyleşimin şeref konuğu benim için…



Fikret Usta’yla röportaj öncesi yaşadığım heyecanımı ve mahcubiyetimi sizlere anlatacak kelimeleri inanın bulamıyorum. Usta bir röportajcı ile söyleşi yapmanın kendi adıma ne kadar zor ve titiz bir çalışma gerektirdiğini söylememe gerek yok.



Sürekli onu izledim oturduğu o koltuktan...


Onu tanıyanların kendisi için söylediği her sözü mahcubiyetle karşılayan, yüzü kızaran, hata bulduğunda ise düzeltmekten çekinmeyen, sözünü esirgemeyen bir sanat ustasıydı karşımda duran...


Yılların yorgunluğu, yüzünün çizgilerinde gizli… Ama gözleri hala 16 yaşında bir delikanlının çevikliği ve kurnazlığıyla bakıyor. Yüreği hala 18 yaş heyecanıyla çarpıyor. Yüzüne yerleşen yıllar, yüreğini ele geçiremediği için ilk günlerdeki hevesle sanata devam ediyor.


Zor bir yaşam… Bir yanda duygu yükünden uzak, kariyerinin getirdiği yükümlülüğü taşıdığını kanıtlamak, bir yandan sevdiğinin güvenilir kucağına sığınıp, herkesten uzak bir yerlerde doğayla iç içe yaşamak... Yılların yorgunluğunu ve yaşadığı bu zorlu dönemin getirdiği bütün sıkıntıları yüzünde ustaca saklayan, maharetli elleriyle hiç durmadan çalışan bu kocaman yürekli insanın, fikirlerinden uzaklaştıkça çok yoksullaşacağız, diye düşündüm elimde olmadan…


Bugün 84 yaşında olan Fikret Otyam, emekli olunca yerleştiği Antalya Gazipaşa’da, devrimciler örgütlü diye herkesin işkenceden geçirildiğini anlatıyor anılarla olan yolculuğumuzda. Yazı yetmediği zaman fotoğraf, fotoğraf yetmediği zaman resim olan hayatında, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yaşayan kadınları konu alan çalışmaları ilgiyle takip edilen sanatçı, özellikle de ezilmiş insanlar, yüzünde ifadesi olan insanlar, kadın portreleri, yılların yorgunluğunu ve acısını yüzünde okuduğu insanların portreleriyle tanınıyor.


"Gazeteci olarak tüm Türkiye'yi gezip görmüştüm. Ama Antalya benim Türkiye'de gördüğüm son il olmuştu. İşte o anda Tanrı'dan, 'Eğer ben sevgili kulunsam Beydağları'nda yaşamayı nasip et bana' diye diledim. İşte dileklerim gerçekleşti" derken yaşadığı mutluluk yüzünden okunuyor.


Otyam çifti, Geyikbayırı’nda, Keklikbeleni mevkiindeki çok sevdikleri Beydağları'yla iç içe olan yeni evlerinde mutlu. İç mimar Filiz Otyam, inşaat halinde aldıkları evi sekiz ayda yaşanır bir hale getirmiş. Resimlerini yapıp fotoğraflarını çektikleri Beydağları'nın tam içinde yeni yaşamlarına başlayan sanatçılar, Geyikbayırı’nı anlatırken, "Burada hava bedava, su bedava. Nem Antalya'daki gibi rahatsız etmiyor. Beydağları'yla koyun koyuna yaşayacağız geri kalan ömrümüzde" diyerek mutluluklarını dile getirdi.


Resim çalışmalarını Cumhuriyet gazetesinden emekli olduktan sonra yoğun biçimde sürdüren Otyam’ın, resimlerinin konusu 1950'li yıllardan itibaren Anadolu'nun doğası, halkı ve yaşantısını yansıtmaktadır. Akademik bir eğitim görmüş olmasına karşın, akademicilikten uzak, geleneksel çizgileri temel alan bir tarz resimlerine yansımaktadır. İlk resim sergisini 1952’de açan sanatçı günümüze kadar yurt içi ve yurt dışında otuzun üzerinde sergi açmıştır ve resimleri birçok yurt dışı müzelerinde ve özel koleksiyonlarda yer almaktadır.



Eşi Filiz Otyam ile 1977 yılında evlenmiş. Birlikte 1979'da Antalya'nın Gazipaşa ilçesine yerleşmişler. Amerika'da iç mimarlık eğitimi alan Filiz Otyam sanatını dokumalar yaparak sürdürmektedir. Otyam'ların ortak sergileri yurtdışında Kuveyt, Kopenhag, Münih, Köln, Esslingen, Leverkusen, Bercsichgladbach gibi birçok şehirde açıldı.


Hayata karşı duruşu ve doğa sevgisiyle tanınan Otyam, geçtiğimiz haftalarda “Ben yaştaki sedir, çam ve nice ağaçların acımasızca kıyıma uğratıldığını acıyla izlerken ve bu kıyımı kıyasıya eleştirirken, aynı amaçlı bir ödülün de Çevre ve Orman Bakanı Prof. Dr. Veysel Eroğlu'na da verilmesi, doğa sevgime ve bu konulardaki yazılarıma ters düşeceği; aldığım takdirde yaşanan orman katliamına ortak sayılacağımdan dolayı ödülü almayacağımdiyerek bilinen ‘Fikret Otyam’ cevabını verdi.


Kendine has üslubuyla doktorlarından bile “canabakan” diye bahseden Fikret Otyam’ın, tedavi gördüğü hastanede, kendisini tanıyıp sırasını veren hastalardan bahsederken gözleri doluyor, sesi titriyor. Benden önce gelen bir hasta beni görünce sırasını verdi ve eşine ‘O Fikret Otyam’ diyerek bize döndü ve ‘buyurun siz geçin’ dedi. Biz kabul etmedik ama bu duyguyu yaşamak tarif edilemez” diyen Usta’nın, mavi gözlerindeki kendine has ışığı görmek için, gözlerine bir kez bakmanız yeterli…


1950'de başladığı gazeteciliği 30. yılında bırakan Fikret Otyam, eski denizlerine, fırçasına ve tuvaline yelken açmak üzere gider Antalya'nın Gazipaşa'sına yerleşir. Nedeni mi?
"Yapamadığı resmi yapabilmek için, yazamadığı kitabı yazabilmek için, içemediği rakıları içebilmek için, giremediği denize girebilmek için, soluyamadığı temiz havaları soluyabilmek için."


Sanatçı kişiliğiyle bizlere örnek olan, topluma ışık yayan, karamsarlığı unutturan, resmi, fotoğrafı sevdiren Anadolu'yla, dostlukla, aşkla, emekle örülü bir hayatın emekçisi değerli sanatçının, saygıyla ellerinden öperim.




-Fotoğraf sanatındaki ilerleyen teknoloji çekilen resimleri de etkiliyor mu?


Kendi fotoğraflarımızı çekerdik, yıkardık. Şimdi dijital makineler var artık… Fotoğrafla ilgisi yok. Kapağı açacaksın, filmi koyacaksın, saracaksın. Açacaksın, çekeceksin, bekleyeceksin. Şimdi çekiyorsun, görüyorsun, bilgisayarda her türlü değişimi yapıyorsun. İşin içine sahtekarlık girmediği sürece işimiz daha kolay.. Dijital makineyle istediğiniz kadar fotoğraf çekebiliyorsunuz. Beğenmediklerinizi siliyorsunuz. Film bitti, baskı gerekli derdi yok. Tek önemli olan sergilerde kullanılan fotoğrafların ham haliyle sergilenmesi. Üzerinde oynanmış fotoğraf sergilenemez.


-Resim sanatına olan ilgi nasıl Türkiye'de?


Geçen gün resim malzemesi satın aldığım dükkanın vitrininde şöyle bir yazı gördüm. 'Hızlandırılmış resim kursları...' Hızlandırılmış tren kazası 30 kişiyi öldürdü, hızlandırılmış kurslar da resim sanatını öldürüyor. Resim yapmanın hızlandırılmış kursla öğrenilerek yapılabilecek bir sanat olduğuna inanmıyorum.


-Neden keçi ve kadınları resmediyorsunuz?


Güneydoğu`daki kadınların gözleri doğadan, doğuştan sürmeli. Doğulu kadının gözleri zaten sürmeli. Bir de sürme çekerler, olur fincan gibi. Biraz da ben abartıyorum. Bu gözler benim imzam gibi oldu. Harranlı, Doğulu kadın... İmzam olmasa da ‘Bu Otyam’ derler. 45 yıldır bu simge oldu. Keçiye gelince... Biz çocukken kuzu beslerdik. Gazipaşa`ya geldiğimizde keçi besledik. Şimdi Geyikbayırı`ndaki evimizin bahçesinde de keçimiz var hatta beyaz keçim bize torun verdi. Aslında satmadığım resimlerimde var. Antalya’yla ilgili birçok resmim var ama benim resimlerim çok büyük olduğu için sergilenmesi zor oluyor. Aksu’daki balıkçıları resmetmiştim geçtiğimiz yıllarda, şimdi orayı dağıtıyorlar. Aksu’daki balıkçılar bile resimlerde kalacak bundan sonrasında…


-Kadın portreleri denilince asla vazgeçemeyeceğiniz nedir?


Ben, bütün yüzlerdeki acıyı ve dehşeti olduğu gibi veririm. Benim resim anlayışım oydu. Pamukta çalışan kadınlar, pancarda çalışan kadınlar, buğday ve arpada çalışan kadınların yüzleri. Yorgun, hepsi acılar içinde. Çökmüş avurtlar, gözlerinin altı mor. Portrelerimde çoğunluk bunlar vardı. Bir Ankara sergimde, iç hastalıkları profesörü bir hanım dostum var, benden hep resim alır. Sergimize geldi. Hep çiçek getirir. Ben de, ‘Yaa hocam, bir şişe rakı getirsene, daha makbule geçer’ diye ona takılırım. Ondan sonra, bütün sergilerimize rakı şişesiyle geldi. Ve her sergiden muhakkak ufak ya da büyük bir portre alır. O gün sergiye geldiğinde almadı. Cumhuriyet Gazetesinde yazıyorum o zamanlar. Bana ‘Sen, bugün kendi gazeteni okudun mu?’ diye sordu. ‘Okudum’ dedim. O günkü Cumhuriyetin manşeti, ‘Bugün 19 Ölü’. Gençler vuruşmuş, 19 genç hayatını kaybetmiş. ‘Yaaa. Ben, bu gençlere onların acılarına yanarken, düşünebiliyor musun 19 genç can gitmiş, bir de para vereceğim, bu acı suratları alacağım, bu acıları duvarıma asacağım. Ne hakkın var buna’ dedi. Onun bu söyledikleri beni çok düşündürdü. Ve ben kadınlarımı güzelleştirdim. Ama o yüzdeki hüznü getirdim, gözlerine koydum. Hala o minval üzerinden devam ediyorum.


– Uzun yıllar oldu gazeteciliği bıraktığınızdan beri, günleriniz nasıl geçiyor?


Antalya Geyikbayırı’nda şehre 7 kilometre ötede bir yer aldık. Orada projeyi, eşim Filiz Otyam’ın da yardımıyla yaşama geçirdik. Filiz iç mimardır. İlk işim, orayı ağaçlandırmak oldu. Yıllardır keçileri gözlemlerim. Çiçekler, ağaçlar filan. Her yıl, on, on beş keçi sürüsü gelir. İlkbahar’da gelir, sonbaharda giderler. Orada otlanırlar. Ben de bahçeyi sulamaya çıkarım. Hani, keçiler zararlı bilinir ya. Çaydan su içerken bir günden bir güne çiçeklerimi yediklerini görmedim. Ben bahçeyi sularken onlar bana bakar, ben onlara bakarım. Bahçemde rengarenk çiçekler, değişik yapraklar var ama keçiler oralı olmaz çayın kenarından geçer giderler. O zaman anladım, bu keçilerin, zavallıların adı çıkmış. Bir gün bir tanesi öyle mahzun bakıyordu ki, dayanamadım resmini yapayım dedim. Bir kaç desen çizdim. Baktım, hakikaten çok grafik bir hayvan. Öyle kocaman keçiler yapıyorum. Bir gün çaydan geçip şehre ineceğim. Yolun ortasında keçi sürüsünün tam ortasında kaldım. Önüm, arkam, sağım, solum keçi. Korna çalıyorum. Oralı değiller. Mecburen orada durup keçi sürüsünün geçmesini bekliyorum. Onları izlerken birden fark ettim. Hayvanın sakalı çenesinde değil, çenesinin altında boğazına doğru. Ben resimlerde sakalı hayvanın çenesine oturtuyorum. Şehre gitmekten vazgeçtim. Gerisin geriye hemen eve döndüm. Bütün resimlerdeki sakalın yerini düzelttim. Keçiye zararlı derler. Siz hiç elinde çakmak orman yakan bir keçi gördünüz mü? Ya da elinde balta ağaç kesen bir keçi? Keçi sevgimi bilenler beni geçen yıl Ege Üniversitesi’nin düzenlediği bir sempozyuma davet ettiler. Orada keçiler üzerine bir konuşma yaptım ve yaptığım keçi resimlerinden oluşan bir sergi de açıldı. Beni baş çoban ilan edip bana küçük bir keçi ile özel dokunmuş bir kepenek hediye ettiler.


- Gazipaşa’ya yerleşmenizin üzerinden 30 yıl geçti. Gazipaşa’daki değişimi nasıl değerlendiriyorsunuz?


Eylül 1980 askeri darbesiyle, Antalya, Gazipaşa`da çok sayıda insan topluca gözaltına alınarak Burdur Cezaevi`nde işkenceye tabi tutuldu. Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği üyesi olduğumuz için, devrimci veya Halk Partili olduğumuz için o dönem en ağır zulümlerle karşılaştık. Emniyet birinci şubede pardösülü, kır saçlı bir siyasi polis, Gazipaşalı çocuklara işkence yapıyor. Onlara `bizi Fikret Otyam bizi örgütledi, bize şunları şunları söyledi` dedirtmeye çalışıyor. Bir öğretmen, ‘Fikret Otyam seni bilmem ne yapsın` diyor, yine cevap yok. İşin komik tarafı Gazipaşalı 20-25 tane gence bunu söyletemeyince Alanyalı genç bir çocuğa, ‘Sen tanıyor musun Fikret Otyam’ı’ diye soruyorlar. ‘Tanırım, ak donla gezen ak saçlı sakallı bir adam’ demiş. Ben o zamanlar Manisa Tarzanı gibi şortla gezerdim, sakalım da vardı. Sen bize yalan söylüyorsun, diye çocuğa nasıl işkence yapmışlar. ‘Ne yalanı doğru söylüyorum efendim’ demesi fayda


etmemiş. Arkadaşlar diyorlardı ki, ‘Hem ağlıyoruz, hem gülüyoruz’. Bu konuyu gündeme getirmek istedim, görüşmeler yaptım. Ben gidip geliyorum; bir keresinde Gazipaşa`ya döndüğümüzde polis bana, `Sizi Antalya Sıkıyönetim Komutanı istiyor` deyince anladım, haber yerine ulaşmıştı bile... Ertesi sabah görüştüğümüz Paşa, işkence şikayetlerimizden rahatsızdı. Bir sürü cinayetler oldu. Böyle başlayan Gazipaşa maceramızda aradan yıllar geçti. Doğayla ve hayvanlarla iç içe bir hayatımız oldu. Evimizde keçilerimiz, ceylanlarımız, köpeğimiz, kedilerimiz ve tavus kuşumuzla hayatımızın en güzel yıllarını Gazipaşa’da geçirdik.


-Antalya’da sizinle ilgili başka sergilerde gezebilecek miyiz?


''Gazetecinin Objektifinden'' sergileri Antalya'ya en çok yakışan kültür sanat etkinliklerinden biridir. İlk kez bir sergide kendi çabalarımız dışında fotoğraflarımız basılarak sergilendi. O kadar kalabalıktı ki ben sergiyi doğru düzgün gezemedim bile… Uzun yıllardan beri kapalı galerileri kullanıyorduk, açık hava sergisi daha ferah daha güzel olmuş. Sokaktan geçen insanların ilgisi o kadar yoğundu ki, çok mutlu olduğumuz bir çalışma oldu. Benim tuvallerim çok büyük olduğu için henüz bu ölçülerde bir galeri Antalya’da yok, Filiz’in eserleri de büyük mekanlara göre oluyor ama şartlar sağlanırsa elbette isterim.



Fikret Otyam Kimdir?



1926’da Aksaray’da doğdu. Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü'nden mezun oldu. Burada ünlü ressam Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun öğrencisi oldu.
Gazeteciliğe 1950 yılında "Son Saat" gazetesinde başladı. Daha sonra Cumhuriyet Gazetesi'nde çalıştı ve köşe yazarlığı yaptı. Özellikle Anadolu ve Güneydoğu Anadolu ile ilgili yazdığı röportajlarla tanındı. Bu röportajlarını çok sayıda kitapta topladı. Otyam halen, Aydınlık Dergisi'nde her hafta yazmaya devam ediyor. Emekli olduktan sonra resme ağırlık verdi. Sanatçı Antalya'da yaşamını sürdürüyor. Akdeniz Gazetecilik Vakfı ve Altın Portakal Kültür Sanat Vakfı'nın kurucu üyelerindendir. Fikret Otyam, ünlü besteci ve orkestra şefi Nedim Vasıf Otyam'ın kardeşidir. Dokuma ve fotoğraf sanatlarıyla ilgili sanatçımız Filiz Otyam ile evlidir.