08 Kasım 2009

HÜSEYİN ŞANLI

Avrupa ve Asya’nın en köklü film festivallerinden biri olan “Antalya Altın Portakal Film Festivali” başarısını uluslararası platformda da kanıtlamış olan ülkemizin en eski sinema etkinliği.
1995 yılında Altın Portakal Film Festivali’ne kurumsal bir kimlik kazandırmak amacıyla kurulan Antalya Kültür Sanat Vakfı’nda (AKSAV) işler planlandığı gibi gitmedi. Antalya’nın iş, politika, medya ve siyaset dinamiklerinden oluşan 109 kişilik kurucu üye grubu olmasına rağmen bütçesi belediyelere bağımlı olan AKSAV, her seçim sonrası farklı bir kriz yaşadı. Hem ulusal hem de uluslararası platformda rüştünü seneler önce ispat etmiş olan festival öncesinde, her yıl hep aynı konular gündeme taşındı.
14 yıl önce kurumsallaşmaya karar veren vakfa ait haberler bu yıl da festival öncesinde moralleri bozmaya devam etti. 45 yıldır devam eden festival bu yıl adeta direkten döndü.
Festival hazırlıklarının bitmiş olması gereken zamanda yapılan yönetim kurulu seçimleri hazırlıkların festivale 4.5 ay kala başlamasına yol açtı. Kısa sürede yapılan bu büyük organizasyonun öncesinde yaşananlar hatırlanırsa, emeği geçenleri gerçekten tebrik etmek gerekiyor.
Altın Portakal Film Festivali’nden kimler geldi kimler geçti. 1964 yılından itibaren yerli ve yabancı sanatçılar ve sinema otoritelerine ev sahipliği yapan Antalya’da festival öncesinde yaşananlar, festivalin ardından yaşanan coşkuyla unutulup gitti.
Muratpaşa ve Büyükşehir Belediyesi eski Meclis Üyesi ve Başkan Vekili Hüseyin Şanlı,
bu yıl festivalin ardından ilk olarak 14 yıl önce alınan kurumsallaşma kararının uygulanması için çalışmalara başladı. Festival öncesinde yaşanan sıkıntıların bir daha yaşanmamasını isteyen Şanlı, festivalin devamlılığının garanti altına alınması gerektiğine inanıyor. 1989 yılında başladığı vakıf yönetimindeki çalışmalarına bir süre ara veren Şanlı, bu yıl tekrar görevdeydi.
Altın Portakal Film Festivali’nin yaşadığı sıkıntılara birçok kez şahit olan Hüseyin Şanlı’dan, festivalin kimi zaman hüzünlü kimi zaman keyifli hikâyesini dinlerken, yaşananlar hafızalarımızda tekrar canlandı.
Altın Portakal Film Festivali'ni belediye mi yürütmeli yoksa AKSAV mı tartışmalarına son noktayı AKSAV Yönetim Kurulu Üyesi Hüseyin Şanlı koydu.


- Bu yılki festivalin sizin açınızdan değerlendirmesi nedir?
Bu yıl gazetelerde çıkan haberleri de göz önüne alarak, halkın da katılımıyla olumlu bir festival yapıldığı kanaatindeyim. Dar bir bütçeyle kısa bir süre içerisinde yapılabileceğin en iyisini yapmaya çalıştık. Burada benim söylemek istediğim, festivalin güzel olduğu değil, imajı nedir? Bu bence daha önemli. Yani bir vakıf olarak ortaya çıkıyorsunuz. Çeşitli kişilerin eleştirileri başlıyor ve konu borçlara geliyor. “Üzerindeki borçlardan dolayı bu vakıf festivali yapamaz” deniyordu. Arkasından bu festival kendiliğinden oluşuyor ve yapılıyor. Antalya Kültür Sanat Vakfı’nda 109 tane kurucu üye bulunuyorsa, Antalya’daki bütün belediyeler de bu vakfın üyesiyse bu vakfın borç ayıbı belediyelere ve bu şehre aittir. Böyle bir şey olamaz. Hem bir şeyler yapmak için ortaya çıkacaksınız hem de bu vakıf aciz bir vakıf diyeceksiniz. Bu mümkün müdür? Bu festivali AKSAV’ın yapmaması lazım diyenlerin fikrini vakıf yönetim kurulu üyesi olarak kabul etmiyorum.
- Kaç yıldır bu organizasyonun içindesiniz?
1989 yılından 1994 yılına kadar Altın Portakal Film Festivali’ni yürütme kurulu adı altında yaptık. Bu kurul 28 kişiydi. 1995 yılında Atatürk Kültür Merkezi’nin de inşaatı bitince o zamanki Belediye Başkanımız Hasan Subaşı gerçekten tarihi bir karar aldı ve bu festivalin belediye ve partilerin üstüne çıkması için kurumsallaşması gerektiğini vurguladı. İstanbul Film Festivali’ndeki şimdiki sistemi kurmak için biz 14 yıl önce karar aldık. Vakıf tüzüğünün 4. maddesindeki “Altın Portakal Film Festivali’ni bu vakıf yapar” hükmünü etkinleştirmek için Hasan Subaşı elindeki bütün yetkilerini vakfa devretti. Kurumsallaştırmak için de belediye imkânlarında ne varsa kullanmaya çalıştı. Ondan sonraki dönemde vakıf siyasetin üstüne çıktı ve siyasetten bağımsız bir kimlik kazandı. Antalya iş, medya, siyaset ve politika dünyasından 109 kişilik grup oluşturuldu. AKSAV’ı ekonomik yönden de güçlendirmek için atılan bu tarihi adım Hasan Bey’in seçimi kaybetmesiyle birlikte kesildi. Yeni seçilen belediye başkanının da bu kararı devam ettirmesi gerekirken yapılan çalışmalar bir anda durdu.
- Bu yıl festivale merkez ilçe belediyelerininde katkısı oldu mu?
Antalya şu anda 5 ilçesi olan bir Büyükşehir ve durumunun güncellenmesi gerekiyor. Tek belediye olduğu zamanlarda alınan kararlar tekrar güncellenmelidir. Benim bu yılki gözlemim, diğer belediyelerin bu olayın dışında kaldığıdır. Bu kadar da açık söylüyorum. Bunun sebebi belki de kendileriyle geniş anlamda bir toplantı yapılmaması veya kendilerinden ne alıp ne verileceğinin konuşulmamasıdır. Antalya tek belediyeden altı belediyeye çıkmışsa farklı düşünceden ve partilerden belediye başkanları elbette ki olacaktır. Biz siyasi bir düşüncenin festivalini yapmıyoruz. Biz “Antalya’nın festivali”ni yapıyoruz.
- 45 yılda kaç belediye başkanıyla çalışıldı?
Bugüne kadar 11 belediye başkanı değişti. Adalet Parti’sinden başlayan bu süreç, CHP, Anavatan, DYP ve AKP gibi farklı düşüncelere sahip siyasi çeşitliliğin denendiği bir süreçtir. Demek ki Türkiye’de ne kadar fikir yelpazesi varsa en azından bir kere Antalya’nın yönetiminde bulunmuştur. Altın Portakal Film Festivali artık markasını tescillemiş Avrupa’ya adım atmış bir festivaldir. Bu festivali belediye boyutlarından çıkarıp, belediye damgalı değil, şehir damgalı bir sürece sokmamız gerekmektedir. 14 yıl önce alınan bu karar uygulamaya konulabilseydi bu yıl festival öncesi yaşananların hiç biri olmayacaktı. Bunu yapamazsak sponsorluk anlaşmalarında ve organizasyonda ciddi sıkıntılar yaşanmaktadır ve yaşanacaktır. Bu yıl festivalin kapanışına her şart altında Meclis Başkanı’nın ve Kültür Bakanı’nın katılımını bekledik. Mustafa Akaydın’ın davetiyeleri eliyle teslim etmesine rağmen katılım olmadı. Bu festivali siyasi bir kısır döngüde bırakırsak zarar gören Antalya olacaktır. Bu festival siyasi bir görüşün değil, Antalya’nın festivalidir. Her düşünceden insanın bu festivale yardımcı olması Antalya adına yapılan bir yatırımdır.
- Festival organizasyonu’nun kurumsallaşması siyasetten uzak yapılabilecek mi?
Biz kurumsallaşmayı iktidar değişikliğinde kendi düşüncemizdeki adamları bir yerlere getirme olarak görüyoruz. İşin ehline verilmesi gerekmektedir. Festivalin “ bu benim adamım” düşüncesinden uzaklaşması gerekmektedir. Festival kendi ayakları üzerinde basmadığı için her seçim sonrasında gelen yeni belediyenin manevi baskısı oluyor. Bu yıllardır yaşanan bir gerçektir. Bu baskının kalkması gerekmektedir. Festival davetiyeleri dağıtılırken Antalya Film Festivali’nin davetiyeleri diyebilmeliyiz. Bu bir eksikliktir. Bir takım gizli çekişmeler bu festivalin siyasallaştığını gösteriyor. Biz bu vakfı güçlendirip kendi ayakları üzerinde durmasını istiyoruz. Kültürel ve sanatsal faaliyetlerin siyasi düşüncesi olmaz.
- AKSAV’ın görev alanında sadece bu festival mi var?
Aslında Antalya’daki tüm kültürel faaliyetlerin tek çatısı olması için başlayan bir çalışmaydı. Ama bakıyoruz ki bir yere çarşı kuruluyor o çarşının geliriyle bir takım sanatçılar geliyor ya da başka belediyeler şölenler yapıyor. Bu etkinlikler tek çatıda toplanıp güç birliği haline gelirse o şehir kültürel olarak ayakta kalır. Bütün belediyeler vakfın üyesidir ve bu etkinlikler vakıftan bağımsız olmamalıdır.
- AKSAV’ın yeni kimliğinde belediye başkanları devre dışı mı kalacaklar?
Hayır, yönetim anlayışındaki çeşitlilik devam edecektir. Herkesin kendine ait bir siyasi görüşü vardır ama bu organizasyonlara gölge düşürmemelidir. Hangi belediye olursa olsun parasal olarak bağımlı olmazsak yapılan her etkinlik zirveye ulaşır. Bu vakıf şu anda babasından harçlık alan bir çocuğun durumundadır. Harçlık kesilmesin diye babası ne derse kabul eden çocuk olmaktan çıkıp, bu vakfın kendi ayakları üzerine basacağını iddia ediyorum. Bu vakıf siyasetin üzerine çekilmelidir. Bunları söylerken belediye başkanlarını hedef almıyorum. Belediye Başkanı Mustafa Akaydın saygın ve akademisyen bir başkan ve benim söylediklerimi belki de en iyi algılayabilecek insanlardan biridir. Benim söylediğim Hasan Subaşı’nın başlattığı bu tarafsızlık çalışmasını sürdürmesini istediğimizidir. Bu vakfı kurumsallaştırmasını istiyoruz kendisinden.
- AKSAV’ın üyeleri bu yıl organizasyonun hangi aşamasında görev aldılar?
Bizim üyelerimizin hepsi kendi branşların da lider isimlerdir. Birçoğu kendilerini geri çekti. Seçimden seçime geliyorlar, oy kullanıp gidiyorlar. Hatta çoğu gelmiyor vekâlet veriyor. Ne zaman ki etkili bir durum oldu o zaman hepsi ortaya çıkıyor. Her parti değişiminde insanları küstürürseniz vakıf vakıflıktan çıkar. Ben isterdim ki önceki dönemlerde de yönetimde bulunanlarla bir araya gelinsin bir birlik ve beraberlik altında ilerlensin. Bu yıl bu festivale yıllarca emek verenleri darılttık. Bunlar bireysel hatadır belki ama zararı vakıf ve Antalya görmektedir. Eğer bu festivali siyasetten bağımsız hale getirirsek, heykelini de kimse değiştiremez. Bir başka parti gelip, bir başka figür istiyor diye yönetim kuruluna kabul ettirse onu mu koyacağız? Bazı kurallar vardır ve değiştirilmemelidir. Sempati kazanmak adına bu kurallarla oynanamaz. Biz Altın Portakal’ın heykellerini çöplükte bulduk. Depolara atılıp, üzerlerine de çöp atılmıştı. 13 tanesini bulabildik, gerisini bulamadık zaten. 40 yıl uzun bir süre ve bu festival bu heykelle tanınmış. Bir takım insanlara sempatik görünmek için gelenekleri bozarsanız, etki tepkiyi doğurur. Bir kendini bilmez de gider heykeli yakar. Bu dışardan bakıldığında hoş bir şey mi? Biz öyle kurallar koymalıyız ki kim gelirse gelsin değişmemeli. Festival aynı sürecinde devam etmeli.
- Festivalin ardından AKSAV’ın son mali durumu nedir?
O açıdan bakarsanız belediye de borçlu. Belediyenin şirketleri de borçludur. Türkiye’de zaten alacaklı hiçbir belediye yok. AKSAV’ın borcu o kadar büyütüldü ve göz önüne serildi ki bu süreci şaşkınlıkla izledim. AKSAV tüzel kişiliği olan ve bu festivali yapan bir kuruluş ve bu kurumu borçlu olarak lanse ediyorsunuz. Bu festivali yapamayacağını söylüyorsunuz. Bu kendi kendinizi yok etmektir. İdarelerde temel bir esas vardır. Nerden aldıysanız oradan devam etmektir. İkincisi de benim en nefret ettiğim sözdür. “Enkaz devraldık” cümlesi olamaz. O zaman devralınmasın, başka biri çıkar talip olur. Önemli olan enkaz devraldıysanız o enkazı ayağa kaldırma sanatını kullanmaktır. İşin aslı bu değil midir? Enkazın üzerine enkaz yapmak marifet değildir. Biz Sayın Hasan Subaşı’yla bu işi aldığımızda 28 kişilik bir yürütme kuruluyla yapıyorduk bu işi. O zamanlar resmi de değildi. Kendi arasında oluşmuş bir gruptu ama işler yürüyordu.
- Önümüzdeki sene de sizi bu festivalin içinde görecek miyiz?
Biz 47. Altın Portakal Film Festivali’ni vakıf olarak yapacağız. Bunun için de bir yönetim kurulu kararı aldık. Sponsorluk çalışmaları için de bir ekip oluşturduk ve haftaya görüşmelere başlayacağız. En büyük hata festivale 4 ay kala çalışılmaya başlanmasıdır. Belediye Başkanı da elbette işin içinde olacaktır ama işin içine girmeyen insanları da önümüzdeki yıl işin içinde görmek istiyoruz.
- Bu yıl yaşanan aksaklılar sizin açınızdan nelerdi?
Kol kırılır, yen içinde kalır. Bizler yaşanan en küçük şeylerin de farkındayız. Ama yazılan güzel yazıları bunların gölgesinde bırakmak istemiyoruz. Bizim hedefimiz zaten bunları da seneye yok etmek. Önümüzdeki senenin yapılanması 10 gün içinde şekillenecek ve halkımızla paylaşılacaktır.
- Bu yıl yeni başlayan Halkın Portakalı devam edecek mi?
O bir imaj meselesidir. Belediye Başkanı’nın çok hoşuna giden bir projeydi. Devam edip etmeyeceği de insanların düşüncelerine bağlıdır. Eğer bu projeden hoşlandılarsa ve devamını istiyorlarsa devam eder. Ama bana göre ödül töreni Altın Portakal ödül töreni gecesinden ayrı bir gecede yapılması lazımdı. Filmler zaten 10’ar dakikalık olduğu için üçünün de gösterileceği ayrı bir gece düzenlenip, yirmi kişiyi aynı anda sahneye çıkarıp ödüllerini verip göndermek amaç olmamalıydı. O filmler halka gösterilip ayrı bir ödül töreni olabilirdi. Bu yıl çok hızlı organize olunduğu için bu yapılamadı ama seneye kendi özel programı içerisinde mutlaka değerlendirilecektir.

Hüseyin Şanlı Kimdir?

1949 yılında Antalya’da doğdu. Antalya Lisesi’nin ardından Ankara Üniversitesi İktisat Akademisi’nden mezun oldu. Muratpaşa ve Büyükşehir Belediyesi Meclis Üyesi ve Başkan vekilliği, Kepez Elektrik Santrali Yönetim Kurulu Üyeliği, Antalyaspor’da 4 yıl Mali Asbaşkanlık, Büyükşehir Belediyespor Kulübü Başkanlığı, Antbirlik Genel Sekreterliği ve ATSO Genel Sekreter Yardımcılığı görevlerinde bulundu. 1989 yılında Altın Portakal Film Festivali Başkan Vekilliği ile başlayan Şanlı bu yıl AKSAV Yönetim Kurulu Üyesi ve Danışma Kurulu Başkanlığı görevlerini yürütüyor.


ORHAN ŞALLIEL



Gerçekleştirdiği projelerle alanında “ilk”lere imza atan orkestra şefi Orhan Şallıel, bugüne kadar Bulutsuzluk Özlemi, İbrahim Tatlıses, Şebnem Ferah, Sertab Erener, Hüsnü Şenlendirici, Özcan Deniz ve daha birçok popüler sanatçı ile konserler verdi. Modern Folk Üçlüsü ile sahneyi paylaştığı konserde Timur Selçuk tarafından Avusturyalı ünlü şef Herbert Von Karajan’a benzetilerek ‘Tombul Karajan’ diye hitap ettiği şef, müziğe Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda başladı.
Konserlerinde eşlik ettiği sanatçıların farklı tarzları müzik çevrelerinde yadırganmasına rağmen, başarılı çalışmaları dilden dile yayılan Şallıel’in hayata farklı bir pencereden baktığını hissedebiliyorsunuz.
Arabesk ve alaturka müzik sanatçısı olan babası Rıfat Şallıel’in ısrarı sonucu, klasik müzik eğitimine başlayan Şallıel’in en büyük tutkusu piyano olmasına rağmen, müzik hayatı fagot eğitimiyle başlamış. Müziğe ilk başladığı yıllarda babasının “Bu benim oğlum olamaz. Bu kadar yeteneksiz bir adam nasıl benim oğlum olur” dediği Orhan Şallıel, çocukluk dönemini gülümseyerek anlattı. Uzun yıllardır başarılı çalışmalara imza atan Orhan Şallıel, günümüzün dünyadaki sayılı orkestra şeflerinden biri…
Son yıllarda hayatımıza girmiş en mühim orkestra şeflerinden biri Orhan Şallıel, Nisan 2009 tarihinde Antalya Devlet Senfoni Orkestrası’nın yeni şefi olarak atandı. Antalya’nın kültür yaşamında önemli yeri olan Antalya Devlet Senfoni Orkestrası 2009-2010 sezonuna Orhan Şallıel’in projesi olan ‘Mevlana’ prodüksiyonuyla görkemli bir giriş yaptı. Metin hazırlıkları ve ön çalışmaları üç yıl süren projeyi “Bu daha önce dünyanın hiçbir yerinde denenmemiş bir format. Biliyorum ki Mevlana bize yardım edecek ve her şey iyi gidecek. Sonra da proje, dünyanın dört bir yanında sahnelenecek” diye özetleyen şefin en büyük isteği Mevlana projesinin dünyaya açılması…
Çocukluk yıllarından itibaren anılarıyla süslediği keyifli sohbetinde hiç bilinmeyen hatıralarını gün yüzüne çıkaran ünlü şef Orhan Şallıel’le keyifli sohbetimizde söz şimdi müzik dolu söyleşimiz de…
- Nasıl başladı müzik serüveniniz?
Babam bana “Türk müziği okuma, batı müziği oku” dedi. Bunun açıklamasını da “Ben hayatımı biliyorum. Türk müziği okursan ya radyo sanatçısı olacaksın ya da gazinolarda çalışacaksın. Piyasaya girmek zorundasın. Alaturkacının hayatı Türkiye’de zor. Batı müziği okursan dünya vatandaşı olursun” diyerek yaptı. Türk müziği dünyasını babam biliyordu. Gecesi gündüzü olmayan, aile hayatı oldukça zor olan, çocuklarının nasıl büyüdüğünü göremediği bir hayatı yaşamıştı.
- Müzisyen bir babanın yetenekli oğlu muydunuz, babanız sizi bu camiadan uzak tutmak istemedi?
Aslında çocukluğumdan beri ben ailenin en yeteneksiz insanıyım. Annem ev kadınıdır. Ablam ve kız kardeşim duydukları her hangi bir müziğin ikinci yarısında söylemeye başlarlardı. Bense ders çalışan akıllı bir öğrenciydim. Müzikle hiç ilgim yoktu. 12 Eylül öncesi “Bu çocuk konservatuvara gitsin, politikayla uğraşmasın” dediler. Babam bana, bir iki kez müzik dersi vermeye çalıştı, “Bu benim oğlum olamaz. Bu kadar yeteneksiz bir adam nasıl benim oğlum olur” derdi. Ama araba kullanmayı da öğretememişti o zamanlar… Akraba akrabaya öğretemez derler ya, sanırım bizim için söylenmişti. Ama ben de yetenekli değildim o zamanlar ya da kendimin farkında değildim.
- Siz çocuğunuzu mesleki anlamda yönlendirir misiniz?
Çocukluğumdan beri en çok sevdiğim şey ansiklopedi ve dünya atlaslarını okumaktı. Her ülkeyi incelerdim. Çocukluğumda bu ülkelere gitmenin hayalini kurardım. Şu ana kadar Avusturalya kıtası ve Güney Amerika hariç her yere gittim. Farklı ülkelerde yaşadım ve eğitim görme şansım oldu. Oraların kültürlerini tanıma fırsatını da yakaladım. Çocuğum olsa kesinlikle evrensel bir işle ilgilenmesini isterim. Kesinlikle sanat, spor ya da bilim dallarında yönlendiririm. Geleceği gören bir babanın oğlu olduğum için çok şanslıyım. Babam beni klasik müziğe yönlendirerek, bana bütün dünyayı hediye etti. Dünya’ya baktığınızda benim çizgimde bir orkestra şefi çok azdır. Opera, bale ve senfonik orkestra yönetebilen, projelerin metnini yazan, beste yapan şef sayısı çok azdır. İyi bir ses, iyi bir sanatçıdan oluşan prodüksiyonlar bana çok zevk veriyor. İki farklı tarzı harmanladığınız zaman güzel bir tat vermesi gerekir. Eğer o tadı alırsam farklı denen projelerde olmak bana heyecan veriyor.
- Mevlana projesi nasıl oluştu. Tasavvuf musikisine özel bir ilginiz var mı?
Bu konuyla alakalı bugüne kadar hiç kimseye anlatmadığım bir şeyi sizinle paylaşayım. Yedi sekiz yaşlarımdayken bir rüya görmüştüm. Türbe gibi bir yerdeydim. Bir ateş yanıyordu ve sakallı bir yüz gördüm. “Bu dede kim?” dediğimde yanımdaki insanlardan biri “O Mevlana Hazretleri” dedi. Ben bu rüyayı zamanla unuttum. 2003 yılında Sevginin Yolu isimli bir kitap okudum ve o kitap bana gördüğüm rüyayı hatırlattı. Mevlana’nın hayatını araştırmaya başladım. Sonrasında bu projeyi hayal etmeye başladım. Bu projeyi ben müzikal olarak hayal etmiştim ama olmadı. 2007 yılından sonra Beşiktaş Kültür Merkezi’nde bu hayalimi paylaştım ve bir anda proje hayata geçti. İşlerimiz çok rast gitti ve bir anda su kendi yolunu bulur gibi Mevlana projesi ortaya çıktı. Ben yazdım demek istemiyorum ama Mevlana felsefesinde “Benden yazıldı” denir. Ben vesile oldum çıktı bu prodüksiyon…
- Biz sizleri sadece sahnede görüyoruz. Sahne arkasında çalışmalar nasıldır?
Sahneye çıkmak, yemeğin servis edildiği ana benzer. O ana kadar geçtiğiniz yollar vardır. Eğer klasik müzikle uğraşıyorsanız, çocukluğunuzdan itibaren yalnız bir hayatınız oluyor. Enstrümanınızla aranızda bir aşk oluyor ve yaşıtlarınız oynarken siz enstrüman çalışıyorsunuz. Çok ağır ve yalnız bir yolculuğun sonunda sahne arkasına gelirsiniz. Çok uzun günler ve saatlerden oluşan provalardan sonra perde açılır ve sizlerin gördüğü son aşamadır.
- Müzik üzerine eğitim alan birine ilk söyleyeceğiniz şey ne olurdu?
Bir çocuk daha saza değmeden önce, daha tanışma aşamasındayken hayalleri vardır. Bir çocuk müzikle tanıştığında “Oğlum ben senin eline öyle bir oyuncak veriyorum ki bu oyuncakla istediğin gibi oynayabilirsin. Hayatına dahil edebilirsin, hayatından çıkarabilirsin. Ekmeğini kazanabilirsin. İnanılmaz tatmin duyabilirsin, çok büyük mutsuzluk da yaşabilirisin. Bir metrekarenin içerisinde dünyanın en derin cehennemini de, en ulvi cennetini de yaşama şansı senin elinde, sen nasıl bakıyorsan öyle alırsın” derdim. Eğitim bu gözlüğü takabilirse, eğitim kurumları o madenleri işleyebilirse Türkiye’de inanılmaz yetenekli çocuklar var. Türkiye’den bir çok İdil Biret, Fazıl Say çıkabilir. Dünya sanatçısı olur ama bir Türktür. Üstelik mutlu Türkler olur.
- Popüler sanatçılarla olan çalışmalarınızda kriteriniz nedir?
Benim popüler sanatçılarla olan çalışmalarımda sanatçının sanatına bakarak yorum yapılmıyor bence. Mesela İbrahim Tatlıses’le yaptığım çalışmada sanatçının paparazzilere yansıyan haberlerine bakıyorlar. Bense İbrahim Tatlıses’in sadece sesine baktım. Benim için müziğe atılan imza önemli. Kişinin diğer özellikleri ve kişiliği benim kriterim değil. Ben sadece müzikal anlamda bakarım ve ortaya güzel bir karma çıkıyorsa benim için gerisinin bir önemi yoktur. Sanatçılar zaten karakterleri farklı olan insanlardır. Ben Hollanda’da yolda yürürken yanıma bir dilenci yaklaştı. Latin bir dilenci bütün dillerde para istedi, ben hayır dedikten sonra nerelisin diye sordu. Ben Türk’üm dediğimde başladı Mavi Mavi’yi söylemeye. Türkçe bilmiyor ama şarkıyı biliyor. İbrahim Tatlıses’in farklı olduğunu müzikle gerçekten ilgilenenler fark edebiliyor. Nota bilmeyen sanatçılar şarkıyı hissederek söylerler. Nota bilmeden virtüöz olan sanatçılar vardır dünyada. Bunlar sanat gözünün açıklığıyla ilgilidir. Dünyaca ünlü opera sanatçılarının içinde bile nota, solfej gibi teknik bilgi açısından enstrümancılar kadar bilgi sahibi olmayan sanatçılar var. Kişi o yere geldiyse bunun kumaşıyla alakası vardır. Akademik camia altyapının olması konusunda ısrar etse de genele baktığımızda bakış açısı geniş olanlar sanatçıyı olduğu gibi kabul edebiliyor.
- Beste çalışmalarınızı yaparken kurallarınız var mıdır?
Kemancı, İtirazım Var ve Neden Saçların Beyazlamış Arkadaş şarkılarıyla babam üç kez üst üste ödül almıştı. Babam şarkıları bittiğinde ilk anneme gelirdi. Çalışma odasından çıkardı. İlk anneme okurdu bestesini “Ne düşünüyorsun Sabriye, olmuş mu?” derdi. Annem veto ederdi “Bu böyle olmaz Rıfat” derdi veya kabul ederdi. Ama bu arada soğan doğramaya devam ederdi. Sanatın içinde sürekli konsantre olmaktan bir süre sonra objektifliğinizi kaybediyorsunuz. O yüzden de babam, en yakınındaki kişiye hayat arkadaşına sorardı. Biz büyüdük, sonraları bize de sormaya başladı ama asıl kararı veren annemdi. Bach da, Mozart da bestelerini yaparken birilerinden beslenmişlerdir. Ben de öyleyim. Her yerde çalışabilirim. Konunun dışındaki kişilerin fikirlerini mutlaka alırım. Bir süre sonra isteseniz de objektif olamıyorsunuz.
- Tecrübesiz yaşlarda mı yoksa yaş ilerledikçe mi daha üretken olunuyor?
Öncelikle eğitim alıyorsunuz. Yaklaşık 20 yıllık bir eğitimimiz var. Bu yıllarda sadece malzeme topluyorsunuz. Ufak turlar da atıyorsunuz ama yıllar malzeme toplamakla geçiyor. Zamanı geldiğinde biriktirdiklerinizi kullanmak istiyorsunuz. O zaman da diğer sanatlardan ve hayattan besleniyorsunuz. İnsan ilişkilerinden besleniyorsunuz. Yaş ilerledikçe üretkenlik artıyor ve en güzel çalışmanız daha yapmadığınız çalışmanız oluyor.
- Sahnedeki Orhan Şallıel’i nasıl tanımlarsınız?
Orkestra şefinin yanı sıra hem besteciyim hem de müzisyenim. Ben sahnede insanları değil enstrümanları görürüm. Benim için flüttür, kemandır. Çünkü vasiyette, Ayşe, Ali demez. Flüt, keman der. Bizlere bırakılan bestelere ben birer vasiyet olarak bakıyorum. Konu müzik olduğunda çok sert de olabilirim. Bazen gözümü kapatırım ama her şeyi duyuyorum. Ben en arka sıradaki fısıltıları bile duyarım. Bir anda yabancı bir ses olunca otomatikman duyuyorsunuz. Konser bittiğinde zaman ve mekan kavramını yitirmiş oluyorum. Birkaç saniye sonra kendime geliyorum. Kendi yolumu açmayı, başkalarının izlerini takip etmeye tercih ediyorum.

Orhan Şallıel Kimdir?

1968 yılında Adana’da doğdu. Babası Rıfat Şallıel’dir. Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda fagot dalında öğrenimini tamamladıktan sonra 6 yıl İstanbul Devlet Opera ve Balesi Orkestrası’nda fagot sanatçısı olarak çalışırken bir yandan da kompozisyon bölümünde İlhan Usmanbaş ve Erçivan Saydam’la bestecilik öğrenimi gördü. Aynı dönemde, İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nde Orhan Tanrıkulu, Renato Palumbo ve Robert Wagner’den şeflik dersleri aldı; bu alandaki çalışmalarını geliştirmek üzere Hollanda’ya gitti.3 yıl boyunca Hollanda’da Rotterdam ve Amsterdam konservatuvarlarında orkestra şefliği, kompozisyon ve caz piyanistliği okudu. Orkestra Şefliğinden diploma aldı. Hollanda’daki eğitimi sürerken kazandığı bursla Helsinki Sibelius Akademisi’ne gönderildi. Avusturya ve İtalya’da şeflik kurslarına katıldı. Yurda dönüşünde İstanbul Devlet Operası orkestrasını başarıyla yöneterek adını duyurdu. Tüm devlet senfoni orkestraları ile konserler verdi. Ankara Devlet Opera ve Balesi'nde kendi eserini defalarca yönetti. miştir. 1998-2009 yıllları arasında Bursa Bölge Senfoni Orkestrası’nın şefi ve sanat yönetmenliğini üstlenmiş olan Orhan Şallıel 2009 Nisan ayında Antalya Devlet Senfoni Orkestrası'nın şefi ve sanat yönetmeni oldu

GÜN BATARKEN FİLM EKİBİ

Kıbrıs adası yüzyıllardır, savaşlar, katliamlar ve entrikalar ile çalkalandı. 1974 yılı Kıbrıs Barış Harekatının izleri hayatlarında hala ilk günkü tazeliğini koruyor. Yaşanan imkansızlıklar, çaresizlikler, kültürel yozlaşma günden güne etkisini daha da hissettirmeye başladı. Adalıların yıllardır sürüp giden sessiz çığlıkları bu yıl farklı bir projeyle bir kez daha gündemde…

1974 yılında doğan savaşın çocukları, çocukluklarını ve gençliklerini savaş sonrası yıkıntıların arasında geçirmek zorundaydılar. O günlerden biriktirdiği hikayeleri kaleme alan Kuzey Tarık, kurşun seslerinin ardından geriye kalanları, 35 yıllık gerçekleri anlattığı “Gün Batarken” filminde kurgulanmış bir senaryodan ziyade gerçekleri tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Filmin çıkış hikayesini anlatırken gözleri dolan, “Bu filmin hikayesi bizlerin görülmeyen yaşamları” derken sesi titreyen filmin senaristi ve başrol oyuncusu Kuzey Tarık, adalıların sessiz çığlıklarını seyirciyle buluşturuyor.

Yönetmen Cemal Yıldırım’ın ve Executive Producer Ogün Erciyas’ın özverili çalışmaları sonucunda bir hikaye başlıyor. 30 kişilik bir ekibin hayallerini ve emeklerini ortaya koyarak başladıkları “Gün Batarken” filmi hiçbir maddi destek olmadan bitiyor ve 2009 yılında Kıbrıslılar ilk uzun metraj filmleriyle Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde izleyiciyle buluşuyor. 35 yıl sonra çekilen bu film Kıbrıs’ın ekranlara yansıyan şaşalı görüntülerinin aksine adalıların gerçek hayatlarını konu almış. Dışardan casinoları ve otelleriyle lüks bir görüntü çizen Kıbrıslıların ilk uzun metraj filmlerini 2009 yılında yapmalarının altında yatan gerçekleri konuştuğumuzda son derece ironik bir durum ortaya çıktı.

Yaşanan kültürel yozlaşmanın üst seviyelerde olduğunu belirten filmin yönetmeni Cemal Yıldırım “Kıbrıs hem çok göç verdi, hem de çok göç aldı. Yerli halkı 150 bin kişi civarında olmasına rağmen arada kalınan yıllar bizlerin yaşamında çok derin izler bıraktı. Bu film görülmek istenmeyenleri bir kez daha gündeme taşıdı” dedi.

Film, ismi Derin Umut olan Kıbrıslı hem ressam hem müzisyen bir gencin aşk hikayesinden yola çıkarak Kıbrıs’ın yaşadığı sosyo-psikolojik olayları anlatıyor. Ülkede özellikle son yıllarda yaşanan yabancılaşmayı, kültürel değerlerde yozlaşmayı, genç bunalımlar ve kaçışları, uyuşturucuyu, gençlerin ailelerle ilişkilerde yaşadıkları sorunları, bir gencin, Derin'in (Kuzey) yaşantısıyla irdeleyen film, ağırlıkla en güzel gün batışının izlenebildiği Kormacit'te geçiyor.

İlk gösterimi 14 Ekim’de yapılan “Gün Batarken” filminin, son gösterimi 17 Ekim Cumartesi saat 17.30’da AKM Perge Salonu’nda izleyiciyle buluşacak.

Aysun Kahraman’ın müziklerini yaptığı Gün Batarken, aynı zamanda Kıbrıs’ın ilk soundtrack albümünü de ortaya çıkardı. Filmin kaba montajı bittiğinde sadece görüntüleri izleyerek müziklerini yapan Kahraman, çalışma sürecini “İzlediklerim hepimizin ortak hikayesiydi. Herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği bir proje oldu. İlk izlediğimde ağlaya ağlaya çalışmaya başladım. Ben müzikler üzerine çalışmaya başladığımda henüz ses montajı yapılmamıştı ama yaşananları hissetmek için sesi duymaya gerek yoktu” diyerek özetledi.

Adada yaşanan imkansızlıklara ve belirsizliklere çözüm arayışında olan 30 kişilik bir ekibin yaşananları tüm sadeliğiyle filme döktükleri bu özel çalışma şimdiden dikkatleri Kıbrıs’a çekmeyi başardı. İlk uzun metraj filmleriyle yola çıkan ekip, ikinci filmlerinin çalışmalarına şimdiden başlamış. “Anahtar” isimli projeyi hayata geçirmek istediklerini belirten Cemal Yıldırım, “Altın Portakal Film Festivali bizim uğurumuz oldu. İkinci filmimizin de ilk gösterimini seneye yapılacak olan festivale yetiştirmek istiyoruz” dedi.

Gün Batarken, yaklaşık bir buçuk yılda tamamen gönüllülerden oluşan bir ekip tarafından çekildi.

HD formatında, dijital olarak çekilen “Gün Batarken”in sinemalarda da gösterilebilmesi için 35 milimetre film olarak basılması gerekiyor ancak bunun için en az 30 bin Euro’ya ihtiyaç var. Bugünlerde filmi bir an önce izleyiciyle buluşturmanın yollarını arayan ekip, filmi Kasım ayında sinemalarla buluşturmayı planlıyor.

Gün Batarken’ in yorucu ve emek dolu hikayesini filmin senaristi ve başrol oyuncusu Kuzey Tarık, yönetmeni Cemal Yıldırım , soundtrack albümünün yaratıcısı Aysun Kahraman ve Executive Producer Ogün Erciyas’dan dinledik.

Dileriz “Gün Batarken” filmi Kıbrıslılara uğur getirsin ve bir gün dönümünde başlayan acılar, bir gün batımında son bulsun.

-Film yapma fikri nasıl ortaya çıktı?

Kuzey Tarık: Benim ilham aldığım meleklerim vardır. Filmin çekildiği Kormacit bölgesi dünya sıralamasında güneşin en güzel battığı dördüncü yerdir. Orada güneşin batışını her izlediğimde kendi çocukluğumu ve gençliğimi aklımdan geçiririm. Kıbrıs’da savaşın ardından yaşananları ancak orada yaşamış olanlar anlayabilir. Yaşadığımız sosyo – psikolojik olaylar hepimizin hayatlarında derin izler bıraktı. Yıllardır yaşadıklarımı, gördüklerimi, anlatılanları biriktirmiştim. Bir anda bu filmin hikayesini yazmaya başladım. Bittiğinde de Cemal abim’le paylaştım ve bir anda hikayeyi film yapmaya karar verdik. Ben 1974 doğumluyum. Kendimi bildim bileli sıcak bir ortamda, savaş sonrası psikoloji de sorunları olan ve çözülemeyen bir ülkede yaşıyoruz.

-Geriye dönüp baktığınızda, 1974 yılı sonrasından bugüne, yaşanan kayıplar neler oldu?

Kuzey Tarık: Savaşın ardından kurşun sesleri hayatımızdan giderken bizlerden bir çok duyguyu da beraberinde götürdü. Savaş sonrasından geriye kalanlarda kendilerine güvensizlik, korku, sevgi azlığı, şefkatsizlik duyguları ön plana çıktı. Bu duygular altında yetişen bir nesil var ve yaşananları ne kadar kelimelerle anlatsak da yeterli gelmez. Kurşun delikleri olan, yıkık evler bizim çocukluğumuzun fotoğrafları… Yaşanan ölümleri, verilen şehitleri ise sözle anlatmak mümkün değil.

-Hikaye film aşamasına geldi ve zor bir süreç başladı. Siz projeye nasıl dahil oldunuz?

Cemal Yıldırım: Kuzey hikayeyi ve film fikrini paylaştığında bunu hayata geçirmek için bir anda kenetlendik. Ertesi gün çalışmalara başladık. İki ay içinde öyküyü senaryolaştırdık. 2008 yazında da filmi çektik. İşlerimiz bir anda rayına oturdu ve tamamen gönüllülerden oluşan bir ekiple başladığımız filmimiz hepimizin hayallerini gerçekleştirdi.

-Kıbrıs’da bugüne kadar niçin hiç film yapılmadı?

Cemal Yıldırım: 1974 yılından sonra bir iskan politikası uygulandı. Bu politika çok yanlış bir politikaydı. Bize sinemayı sevdiren birçok insanın Türkiye´de yoksulluk, sefalet, ilgisizlik içinde öldüğünü, hatta bazılarının cesetlerine 2-3 gün sonra ulaşıldığını gördük. O iskan politikası zamanında, belirli meslek gruplarından insanları, bizlere balık tutmasını öğretecek insanları keşke adaya gönderselerdi. O zaman 35 yılda ilk filmimizi değil, 345. filmimizi yapabilirdik.

Bu film kendi adıma on yıllık bir birikimin ve yatırımın eseri oldu. Finansman, toplu para yok. Cepten harcıyoruz, kendi teknik imkânlarımız, stüdyomuz var, onları kullanıyoruz. Su, yemek, araba gibi ihtiyaçlarımızı karşılayan, destek veren kişi ve kuruluşlar var. Ama devletten herhangi bir yardım almadık, başvurmadık da zaten.

-Projenin başlangıcında olumsuz tepkiler oldu mu?

Cemal Yıldırım: Yıllardır televizyonculukla uğraşıyorum. Bu filmi yapabilmek çok uzun yılların birikimi oldu. Sinema sektörümüz zaten yoktu. Savaş öncesi insanlar canının derdindeydi, savaş sonrasındaki imkanlarda ortada… Televizyonculuk Kıbrıs’da sinema sektörünü besleyemedi. Hiçbir şeyin bir yere gelemediği gibi televizyonculuk da Kıbrıs’da bir yere gelemedi. Yıllardır sıkışmış bir hayat yaşıyoruz. Bir tarafı tellerle çevrili, bir tarafı denizle çevrili bir adada tanınmamış olmamızın verdiği bir güvensizlikle bir proje geliştirmek çok zor. Bu projeyi geliştirdiğimiz zaman arkadaşlarımızın çoğu ´Nereye kadar gidecek? Kimse KKTC´yi tanımaz´ yorumlarını getirdi.

-Kıbrıs’da sinema sektörü olmamasına rağmen kalabalık bir kadro olmuş. Ekip nasıl buluştu?

Cemal Yıldırım: İnternetteki paylaşım sitesi Facebook’da bir grup kurduk. “Hade film yapalım” grubuydu ve bir anda herkes orada toplandı. Facebook’da başlayan hayalimiz bugün Altın Portakal Film Festivali’nde izleyiciyle buluştu. Bugüne kadar bize bizi hep başkaları, üstelik bizi yeterince tanımayanlar anlattı. Biz de oturup izledik. Yaşadığımız savaşı yaşamayanların gözünden, toplumsal değerlerimizi bilmeyenlerin kaleminden. Biz bunu kırmak, kendimizi kendimiz anlatmak istedik. Türkiye’den gelen film ekipleri bugüne kadar Kıbrısı kumar ve mafyayla özdeşleştirdiler. Oysa orada yaşayan bir halk ve farklı hayatlar vardı. Kimse Kıbrıs’ın gerçek yüzünü göstermedi. Kıbrıs aslında bir sevgi ve aşk adasıdır.

-Bir erkeğin kaleminden dökülenlere, bir kadının notaları eşlik etmiş filmde… Sizin pencerenizden Kıbrıs’da hayat nasıl?

Aysun Kahraman: Gün Batarken’e bir kadın olarak baktığımda, hamilelik dönemi çok uzun süren bir kadının sancılı doğumunu tasvir edebilirim. Bir müzisyen olarak hek hayalim bir soundtrack çalışması yapmaktı. Filmin kaba montajını seyrederken aslında çok büyük cesaret gerektiren bir fotoğrafla karşılaştım diyebilirim. Derin karakterinin aslında basına yansıtılan Kıbrıs’ın manipüle edilen yüzünden çok daha gerçekçi ve çok daha doğal bir fotoğrafı gördüğümde gözyaşlarımı tutamadım. Bu bireysel bir ego tatmininden çok Kuzey Kıbrıs’da yapılan en önemli ürüne dahil olmuş olmanın heyecanıydı. Böyle bir filmi yapmak için cesaret gerekiyordu. Gün Batarken, çok büyük bir emeğin ürünüdür. Gün Batarken filmi Kuzey Kıbrıs’a hem ilk filmi hem de ilk soundtrack albümü verdi.

-Kıbrıs’ın vazgeçilemeyen de bir büyüsü var sanırım?

Aysun Kahraman: Filmin tanıtımında da kullandığımız cümleler var. “Kıbrıs, bir cennet adası ama nereye giderseniz gidin huzur veremiyor bir türlü…” Kıbrıs’ın günlük hayatında yaşanan bir ruhsal tecavüz söz konusu ve bu insanların farkederek ya da etmeyerek yaşadıkları bir gerçek. Sanatta, eğitimde, ekonomik hayatta her gün ruhunuza tecavüz ediliyor. Kıbrıs sanki bir günah adasına dönüştü. Geriye dönüp baktığınızda insanların ne kadar mağdur olduğunu Gün Batarken filmi, ortaya çıkarıyor. Yaşanan yozlaşma ve değişim artık ciddi boyutlara ulaştı. Tüm bu yaşananlara rağmen Kıbrıs yine de bizlerin ‘Cennet Adası’. Dilerim bu film bir şeylerin görülmesine ve çözülmesine aracılık eder.

-Filmin konusunun 74 sonrasında yaşananlara dayanmasının sebebi nedir?

Kuzey Tarık: Bu film aslında Kıbrıslıların bir başkaldırısıdır. Televizyonlarda görülen kumar ve mafya görüntülerinin Kıbrıslılarla bir alakası yok. Yıllardır yaşanan bu belirsizlik halkı boşvermişliğe itti. “Bu saatten sonra yapacaksın da ne olacak?” fikri herkesin hayatına yerleşti. İçinden bir şey gelenlerin sıçramaları da sonuçsuz kalıyor. Sıçrıyorsunuz ve tel örgülere çarpıyorsunuz. İnsanların özgür olabilmesi, dünyayla paylaşım içinde olabilmesi lazımdır.

Ogün Erciyas: Bizde sizinle aynı şeylere üzülüp aynı şeylere seviniyoruz. Issız Adam filmi Türkiye’de ne kadar beğenildiyse bizde de o kadar beğenildi. Milli maçtan sonra biz de sokağa çıkıp tur atıyoruz. Ama ortada başka şeyler var. Kıbrıs’ı çok yanlış tanıtıyorlar. Kıbrıslılara ön yargıyla yaklaşılmasının sebebi televizyonlara yansıyan görüntülerdir. Küçücük bir adada rantın oluşması ve kültürel değerlerimizi yitirmeye başlanmış olması beni çok üzüyor. Adamızın güzellliklerini koruma çabasındayız.

Cemal Yıldırım: Eğer biz 74 öncesi can korkusundan bir şey yapamamışsak ve barış sonrasında da 35 sene sonra ilk filmimizi çekebilmişsek sistemde bir hata var demektir. Dünya sinemasından 100 sene sonra ilk defa film yapabildik. Bu sistemdeki bir hata olmalı…

Kıbrıs bir rant kapısı olarak gösteriliyor. Bizim karşı çıktığımız bir başka sorunda bu. Bizler politikacı değiliz ama bu filmin bir tartışma yaratmasını diliyoruz. Herkes kendi özeleştirisini yapabilmelidir. Amacımız kimseyi suçlamak değil ama bu film Kıbrıslıların isyanını duyurabilirse, görünenlerin değil gerçeklerin ne olduğunu anlatabilirse biz kendi adımıza amacımıza ulaştık demektir.

-Bundan sonra başka film projeniz var mı?

Cemal Yıldırım: Kuzey’in hikayeleri var. Benim hazrladığım bir senaryo var, “Anahtar”. Herşey hazırdır, roller bellidir. Senaryosu yazıldıktan bugüne kadar hikayeyi biraz geliştirdik. “Gün Batarken” de yaşadığımız toplumla ilgili bir fotoğraf çektik. Geriye gidip bu fotoğrafın nasıl oluşmaya başladığına bakmamız lazım. 70’lere dönüp günümüze geleceğiz. O dönemlerde, 74 Harekatı öncesi ve sonrası nereden nereye geldik, neler kaybettik, neler kazandık bunları anlatacağız.

Kuzey Tarık: Başladıktan sonra durulmaz. Başka hikayelerimiz var. “Gün Batarken”i bu zorluklarla güzel atlatığımıza göre diğerlerini de rahatlıkla çekeriz diye düşünüyorum. Biz yolumuza devam edeceğiz. Seneye Kıbrıs Türk sinemasında üç film duyabileceğimize inanıyorum, başkaları da cesaretlenecek.

Cemal Yıldırım: Bu filmi bitirip, izleyici ile buluşturma noktasına getirdiğimiz için mutluyuz. Çünkü Kıbrıs Türk halkı, kendi topraklarında kendi insanının ürettiği bir filmi sinemalarda seyretmeyi hakediyor. “Gün Batarken”le Kıbrıs Türk Sineması’nın ilk adımları da atılmış oldu. Bundan böyle, gençler gelecekte bu gibi projelerde sinema adına atacağı adımlarda daha cesaretli olabilecek ve sinema kültürümüzü artık çok daha başarılı noktalara getirebilecek bir alan bulabilecekler.

Aysun Kahraman kimdir?

1981 yılında Lefkoşa’da doğdu. Bilkent Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı’nı bitirdi. Profesyonel olarak da müzikle ilgilenen Kahraman, Gün Batarken filminin soundtrack albümünü hazırladı.

Kuzey Tarık Kimdir?

1974 Lefkoşa doğumlu olan ses sanatçısı, Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’ni bitirdi. 5 tane kişisel resim sergisi açan Tarık, şiir, müzik ve edebiyatla ilgileniyor. Günbatarken filminin senaryosunu yazan sanatçı, filmde Derin karakterini canlandırıyor.

Ogün Erciyas kimdir?

1961 Magosa doğumludur. 1983’den beri Kıbrıs Devlet Televizyonu BRT’de yapımcı ve sunucu olan Erciyas, filmin organizatörlüğünü yürütüyor.

Cemal Yıldırım kimdir?

1967 Lefkoşa doğumlu olan Yıldırım, Marmara Üniversitesi Sinema ve Televizyon bölümü mezunu. 1991’den beri BRT televizyonunda yönetmenlik yapan Cemal Yıldırım’ın ilk uzun metraj filmi “Gün Batarken”.


ŞÜKRÜ SÖZEN



1940 yılında 1162 olan nüfus tarım ve eğitimin gelişmesi hükümet ve belediyenin doğal şartlarla mücadelesi sayesinde 1960 'lı yıllardan itibaren gelişmeye başladı. Manavgat, son zamanlardaki turizmle birlikte Türkiye'nin her tarafından, hatta yabancı ülkelerden bile insanların gelip yerleştiği bir kent.

Sorumluluk ve görev alma bilinciyle dedesi Şükrü Sözen 17 yıl, babası İbrahim Sırrı Sözen 10 yıl süreyle Manavgat Belediye Başkanlığı görevini yürütmüş şimdi de sıra Sözen ailesinin üçüncü kuşağı Şükrü Sözen’de…
Söyleşimiz öncesinde çarşamba günleri yapılan halk gününe konuk olduk. Manavgatlıların yoğun ilgi gösterdiği halk günlerinde vatandaşının sorunlarını ve isteklerini dinleyen başkan ve ekibinin zaman zaman yaşanan duygusal anlarına tanıklık ettim bir başka deyişle… Başkan Sözen’e iletilen en büyük sıkıntı bölgedeki işsizlik. Bu taleplerin karşısında ihtiyaca yetemediğini sık sık tekrarlayan başkan, konuşmasını, “Elimde keşke sihirli bir değnek olsa da herkesin buradan iş bularak ayrılmasını sağlasam” sözleriyle bitirdi. Halk günleri haricinde de ziyaretçi sayısı hayli fazla olan Şükrü Sözen, Manavgatlıların hem babası, hem abisi, hem evladı… Sokağa çıktığında vatandaşların yoğun ilgi gösterdiği, sık sık yolunu kesip sevgilerini ilettikleri başkan, hem ilgiden son derece mutlu hem de günden güne artan sorumluluğunun bilincinde yürüttüğü başkanlık göreviyle, yaşanan değişim şimdiden hissedilmeye başlanmış.
Belediye binasının yanındaki kültür merkezi inşaatından başlayan şehir turumuz, Manavgatspor’un antremanına uğramamızın ardından Irmak kenarında noktalandı. Manavgat Irmağı ile ilgili projeyi çok önemseyen başkan Sözen’in bu konudaki heyecanı hissediliyordu.
Nehrin kenarında başlayan sohbetimizde söz Manavgatlıların sorunlarına geldiğinde başkan Sözen’in zaman zaman uzaklara dalan bakışları ve sessizliği bölgedeki işsizliğin boyutlarını hissetmemize yetti.
Güleryüzlü ve sakin üslubuyla Manavgatlıların gönlünde taht kuran Şükrü Sözen, duygusal kişiliğinden dolayı bazen zor durumda kaldığını da samimiyetle paylaştı. Kendini göreve geldiği günden beri Manavgat’a adayan başkan “Ben ve ailem burada yaşamayı ve burada ölmeyi seçti. Bu kente hizmet etmek bizim ailemizin hep içindeki bir konuydu. Tek amacım Manavgat’ı daha iyi yerlere getirmek” dedi.
Göreve geldiği günden beri sabah 08.30’da başlayan mesaisini gece 24.00’e kadar sürdüren Şükrü Sözen yinede yetiştiremediği işler olduğunu, yoğunluğun hiç azalmadığını aksine artarak devam ettiğini belirtti.
Aileden gelen bir gelenek belki de Sözenler kendilerini Manavgat’a adamış bir aile… Bu konuda kararlı ve inançlı yapısıyla dikkat çeken başkan Sözen, “Belediye Başkanlığı hedef değil, halka hizmet etmek asıl hedef olmalıdır” dedi. Bunun için bir sivil toplum kuruluşunda ya da herhangi bir işte çalışmanın da yeterli olduğunu düşünen başkan, en önemli şeyin insan faktörü olduğunun önemle altını çizdi.
Türlü imkansızlıklarla bugünlere gelmiş olan Manavgat halkı yeni oluşmakta olan sosyal imkanlardan oldukça memnun ve başkanlarına olan sevgilerini her yerde gösteriyor. Manavgat’ın çok daha iyi yerlere geleceği izlenimini edindiğimiz keyifli sohbetimizde, Sözen ailesinin üçüncü kuşak Manavgat Belediye Başkanı Şükrü Sözen bilinmeyen yönlerini ve altı aylık başkanlık değerlendirmesini bizlerle paylaştı.

- Siyasi hayatınız ne zaman başladı?
Ben kendimi bildim bileli siyasetin içindeyim. Ailemin siyasetin içinde olmasından dolayı çocukluğum seçim arabalarının içinde geçti. Gençlik kollarında görev alarak başladığım siyaset hayatımda yönetimlerde de buludum. İlk 2004 seçimlerinde aday adayı oldum. Fakat görev bir başka arkadaşıma verildi. 2004 seçimlerinde seçimi alamadık. Yıl 2009 ve vatandaşın isteğiyle ben yine aday oldum ve bu yıl seçimi aldık. Manavgat’a duyduğumuz sevgi ve bağlılıkla, bizi bu noktaya getiren yıllardır süren çalışmalarımızla ve bölgeye katkı yapabilme adına bu göreve talip olduk ve Manavgatlılar bize, biz onlara inandık ve işte buradayız. Manavgat çok büyük ve güzel bir bölge ve hala bakir bir kent. Yapılması gereken çok fazla şey var. Bugüne kadar bir çok şeyde yapıldı ama bizler yeterli olmadığına inandık.
- Neden bu göreve talip oldunuz?
Benimle beraber yıllardır ailem de siyasetin içindeydi. Siyasetin getirisini götürüsünü, onurunu ve cefasını bilen insanlar. Benim ismini aldığım dedem Şükrü Sözen Manavgat’a 17 yıl başkanlık etti. Ardından hayatı siyasetle geçmiş olan ve 10 yıl Manavgat’a başkanlık yapan babam İbrahim Sözen var. Babamın dönemi Manavgat’ın dönem atladığı, tahsislerin oluşturulduğu, bölgenin turizmle tanıştığı dönemdi. Babamın görev aldığı yıllar çok daha zor bir görev dönemiydi. O yıllarda siyasetin ne kadar onurlu olduğunu ama bir o kadar da zor olduğunu, manen verdiklerinin yanında madden neler götürdüğünü anladım. Bu göreve gelirken hazırlıklıydım. Bize namuslu olmak ve dürüstlük öğretildi. Sorumluluklardan kaçmamayı prensip edindim. Hangi işte olursam olayım, işe saygı göstermek ve insan faktörünü ilk sırada tutmak hayat felsefemdir.
- Oğlunuz bir gün karşınıza “ben de siyasete gireceğim” diye çıksa ne dersiniz?
Bu çok zor bir soru. Öncelikle topluma ve ailesine faydalı bir insan olması yönünde yetişmesini telkin ediyorum. Siyaset zor iş… İnsana hizmet gerçekten sorumluluk gerektiriyor. Ben bu mücadelenin içinde 65 yaşındayken babamı kaybettim. Bu erken bir yaş. Özünde ne vardır? Kendine zaman ayıramama, karmaşık bir hayatı devam ettirmendir bunun arkasında. Babamı kaybettikten sonra geriye dönüp baktığımda, insana hizmet verme adına, hayatı boyunca tatil yapmamış bir babam olduğunu hatırladım. Dolayısıyla çocuğunuzun da bu yoğunluğun içinde olmasını istemezsiniz. Ama bir de olayın farklı bir yönü var. Topluma hizmet eğer siyasetle geliyorsa çok da karşı olmam, kendisine bırakırım. Benim hayatımda da belediye başkanlığı bir hedef değildi, vatandaşa hizmet etmek bir hedefti. Bizde isimler de babadan oğula geçer. Dedem Şükrü Sözen, babam İbrahim Sözen, ben dedemin ismini almışım oğlum da babamın ismini aldı. Onun da adı İbrahim Sözen. Şimdi ben bu göreve geldim ilerisi belli mi olur belki de bu görevi oğlum da benden devralır.
- Babanızın başkanlık yaptığı 10 yıl sizin hayatınızda neleri değiştirdi?
Aslında o dönem Manavgat adına hizmet üretilen ama ailemiz içindeki kayıp yıllardır. Annem de tam bir Osmanlı kadınıdır. Babamın o yıllardaki en büyük yardımcısı ve desteği annemdi. Manavgat çok farklı durumlardan bugünlere geldi. Babamın döneminde Park ve Bahçeler Müdürlüğü diye bir birim yoktu. Annem ayağına çizmesini giydi yanına da bir ekip kurdu ve burada yıllarca Park ve Bahçeler Müdürü olarak görev yaptı. Orta refüjleri çiçeklendiren parkları düzenleyen benim annemdi. Bunun Türkiye’de başka bir örneği olmayabilir. O yıllar özveri ve inanç gerektiren yıllardı. Ailecek bir bütün olarak bu süreçten geçtik ve başarıyla bitirdik. Babam çok çalışırdı, hayatı boyunca hiç tatil yapmadı. Başkanlık dönemi de babamı çok az gördüğüm yıllar olarak kaldı hafızamda…
- Peki şimdi sizin çocuklarınız da babalarını çok az mı görüyor?
Sabah erken çıktığım gece de çok geç gittiğim için bir arada olma şansımız yok bu aralar. Aile düzeniniz kalmıyor. Bunları biz bilerek geldik. 15 yaşında bir oğlum ve 9 yaşında bir kızım var. Kızım arada beni göremediği için isyan etse de biz bu göreve bilerek geldik. Vatandaşa bir şeyler verdiğinizde onun mutluluğu hem size hem de ailenize o kaybı unutturuyor. Biz bir hedefle bu göreve geldik. Yapılanların daha iyisini yapacağımızı iddia ederek bu görevi aldık. Bu düşünceyle göreve geldiğinizde zaman kavramınızın olmaması lazım. İdealist düşünceyle bir şeyler yapma hedefiniz varsa buna kitlenmek zorundasınız. Kendinizi ve ailenizi unutmak zorundasınız. Eğer topluma bir şeyler verebiliyorsanız bu kayıplar çok önemli olmuyor.
- Seçimden sonra hayatızda neler değişti?
Seçimden sonra çok şey değişti. Önceden de biz vatandaştan kopuk değildik ama görev almak çok ayrı bir sorumluluk gerektiriyor. Bu göreve geldikten sonra önceden de olduğu gibi iyi günde ve kötü günde vatandaşın yanında olmamız gerektiğini düşünerek çalışıyoruz. Özel yaşantı ve dinlenme kavramlarını hayatımdan çıkardım. Hobilerinizi devam ettirme gibi bir şansınız yok. Mesela ben dalış, avcılık gibi sporlarla uğraşıyordum. Yıllardır at binerdim. En büyük tutkum motorsiklet kullanmaktır. Bunları uzun zamandır yapamıyorum ama şikayetçi değilim. Amacınız hizmet etmekse özverili olmak zorundasınız. Verdiğimiz sözleri yerine getirmek için çok çalışmak zorundayız. En büyük isteğim bu görevden mahçup olmadan çıkmaktır. Eğer ki beş yılın sonunda halkımın hak ettiği mesafeyi alamadığıma inanırsam bu görevi gönül rahatlığıyla bırakırım. Vatandaşın bıraktırmasına fırsat vermeden “Biz başaramadık, bu görevin hakkını veremedik” der bu işi bırakırım. Kendimle ilgili hiçbir beklentim yok.
- Görevi başka bir partinin başkanından devraldınız. Göreve geldiğinizde nasıl bir tabloyla karşılaştınız?
Biz devir teslimde ve sonrasında kısa sürede bir fizibilite yapıp vatandaşa bu konuyla ilgili bilgi verdik. İçinde bulunduğumuz konumu, ne kadar borcumuzun olduğunu halkımıza şeffaf bir şekilde anlattık. Planlarımızı paylaştık ve o defteri orada kapattık. Ben mevcut olan ekonomik sıkıntıları sıklıkla dile getirmenin vatandaşı sıktığına inanıyorum. Bu bir mazeret değildir. Bu sıkıntıları bilerek göreve talip olmuştuk. Ama halkı bilgilendirmek adına bir sefere mahsus bu sıkıntıları dile getirdik. Şimdi önümüze bakıyoruz. Bütün sıkıntılara rağmen başarılı olacağımızdan hiç kuşkum yok. Türkiye’nin 50 ilinin de ötesinde potansiyeli olan bir ilçe burası ve doğru kullanıldığında öz kaynakları her zaman kendi kendini götürmeye yeterli. Bunun çalışmasını da hala yapıyoruz. Bu altı aylık süreçte borcun bir kısmını da ödedik belli planları da hayata geçirdik. Mevcut projeleri hayata geçirebilmemiz için, benim Manavgatlılardan bir tek isteğim var. Bize inansınlar ve bize biraz zaman versinler. Çünkü bu projeler çok büyük yatırımlar ve karşılıklı hoşgörüyle kısa zamanda Manavgat düzlüğe çıkacaktır.
- Manavgat’ın en ciddi sıkıntısı nedir?
Manavgat’ta ciddi ölçülerde genç nüfus var. Sahip çıkılmamış olan ve işsizlikle karşı karşıya bir gençlik var. Gençlerin hakettiği bir gençlik merkezi öncelikli ihtiyacımız aslında. Ulu Önder Atatürk’ün de dediği gibi “ Gençliğine sahip çıkmayan ve istikbalini gençliğinde görmeyen bir ulusun mesafe katetme durumu yoktur” Biz de bu görüşü esas alarak gençlerimize sahip çıkabilir onları geleceğe hazırlayabilirsek Manavgat’ın önünü açabiliriz diye düşünüyorum. Bunun hemen arkasından da bir kültür merkezi projemiz var.
- Manavgat’la ilgili en önemli projeniz nedir?
Aslında birden fazla önemli proje Manavgat’ın çehresini değiştirecektir. Seçim döneminde hem halkın hem de esnafın isteği olan pazaryerinin yerini eski yerine getirdik. Manavgat pazarı bugün dünya tarafından bilinen bir pazar ve bizim bu pazarı modernize etmemiz gerektiği düşüncesindeyim. Bu yönde katlı pazaryeri projemiz var. Ayrıca Manavgat’ı dünyaya tanıtmanın yegane yolu ırmak kenarlarıdır. Bizim de bu doğrultuda güzel projelerimiz var. Önümüzde dünyanın dört bir tarafından gelen ırmak kenarı projeleri var. Bunları gerçekleştirebilirsek Manavgat’a turizmi çekebilir ve 365 güne yayarak bölgemizi sürekli canlı tutabiliriz. Otellerimizdeki güzelliği ve estetiği burada da yayabilirsek o zaman turisti bölgemizde tutabiliriz. Bu projemizi gerçekleştirebilmek için Avrupa Birliği hibe desteği almaya çalışıyoruz ve bu yönde olumlu gelişmeler elde ettik. Irmak kenarlarında da halkımızın rahatlıkla günlük kullanımına açabileceğimiz yerler var. Manavgat Çekek Yeri ve Yat Üretim Merkezi Projesinin faaliyete başlaması halinde, Manavgat dünyaya örnek gösterilecek bölge olacaktır. Yerel yönetim olarak, bu projeye çok önem veriyor ve destekliyoruz. Bin 400 dönüm alanda bazı sorunlar çıktı. 470 dönüm alan çekek yeri ve yat üretim merkezi, 20 dönüm alan Denizcilik Fakültesi için ayrıldı. Ayrıca marina yapımı için de proje bulunuyor. Manavgat, Çekek Yeri ve Yat Üretim Merkezi faaliyete geçerse, yat üretimi ve marina sektöründe dünyada en büyük beşinci bölge olacak. Hem Antalya, hem de Türkiye'ye büyük ekonomik katkı sağlayacak. Tarım ve Köyişleri Bakanlığı bu bölgenin tahsis edilmesi için 900 bin TL talep etti. Bu projeler ve Manavgat’ın eksikleri dediğimiz kapalı spor salonu ve sanat sokağını da hayata geçirmek istiyoruz. Manavgat’ın doğal zenginlikleri arasında yer alan, çam ormanıyla bezeli Türk Beleni tepesi kentsel peyzajın nadide bir parçasıdır. Ancak yıllardır uzaktan bakmakla yetinilmiştir. Burayı da Manavgat’ın cazibe merkezi haline getirmeyi hedefliyoruz.
- Vatandaşın sorunlarını dinlediğiniz halk gününde “Elimde keşke sihirli bir değnek olsa da herkesin buradan iş bularak ayrılmasını sağlasam” dediğinizde gözleriniz doldu. O an neler hissettiniz?
Ben vatandaşın çektiği sıkıntıyı birebir yaşayan bir makamdayım. Bir çok zaman çok sıkıntı yaşıyorum. Belediye Başkanlığı toplumun dertlerini dinleyen onlara çözüm bulması gereken bir makamdır ama durum hakikaten içler acısı… Türkiye’deki ekonomik sıkıntı ve işsizlik benim bölgemde en üst seviyede yaşanıyor. Binlerce açlık sınırında ailem var. Böyle bir süreçte görev noktasında kayıtsız kalmanız söz konusu olamaz. İnsanlara yetemediğim yerler olduğunda korkunç üzüntü duyuyorum. Yüzde yüz buna çözüm bulabilme şansım yok. Manavgat’ta çalışan insanların yüzde 30’u işsiz. Çok fazla göç alan bir kent ve işsizlik günden güne büyüyor. Şu ana kadar 1700 kişiye iş bulduk ama inanın sayı o kadar fazla ki çaresizlikten dolayı zaman zaman böyle serzenişlerim oluyor. Gördüğüm tablo o kadar acı ki bu tablo karşısında başka ne denebilir ki?
- Manavgat’ın il olması konusu tekrar gündemde, sizin fikriniz nedir bu konuda?
Manavgat’ta yaşayan yedisinden yetmişine köylerden beldelere kadar bütün insanların ortak kanısı Manavgat’ın il olması inancıdır. Böyle büyük bir inancı yürütecek birimim kesinlikle Manavgat Belediyesi olması gerekiyor. Geçmişte bu yönde çok ciddi adımlar atılmış ve büyük mesafeler kat edilmiş. Bu yönde Manavgat’ta yeni bir yapılandırma oluşturup yola devam etmeyi düşünüyoruz. Manavgat buna ekonomik yönden buna hazır. Türkiye’de en çok yatak kapasitesine sahip bir belediyedir. Yüzölçümüyle gelişime açık ve şehri yeniden yapılandırabileceğimiz bir bölge. Doğal güzelliği ve daha bunun gibi güzelliklerle bizi başarıya götüreceğine inanıyorum.

Şükrü Sözen kimdir?
Şükrü Sözen 1964 yılında Manavgat’ ta doğdu. İlk eğitimini Manavgat Çağlayan İlköğretim Okulu’nda, orta ve lise eğitimini ise İzmir Özel Fatih Koleji’nde tamamladı. Vatani görevini 1984 yılında İzmit Gölcük’te bitiren Şükrü Sözen, daha sonra ticaret hayatına atıldı. Ailesine ait şirketlerde uzun yıllar otel işletmeciliği, kuyumculuk, otomotiv ve inşaat sektörlerinde faaliyetlerde bulunan Şükrü Sözen, Cumhuriyet Halk Partisi Gençlik kolları başta olmak üzere partinin çeşitli komisyonları ve İlçe Örgütünün yönetim kadrosunda görevler aldı. Dedesi Şükrü Sözen 17, babası İbrahim Sırrı Sözen 10 yıl süreyle Manavgat Belediye Başkanlığı görevini başarıyla yürüttü. Şükrü Sözen evli ve iki çocuk babasıdır.