14 Haziran 2010

ABDULLAH KILDAN


Güneş kenti Antalya’ya güneş enerjili bisiklet taksi

Reklamcı Abdullah Kıldan, KanalTürk macerası ile batan şirketinden kopamadı ve tekrar reklam sektöründe yeni adımlarla ilerlemeye karar verdi. Kentteki bütün ilan panoları ihaleyi alan şirketin işletmesinde olunca, aklına hareket eden reklam panoları geldi. Yürüyen bir reklam tabelası yapmak isterken, güneş enerjili “Bisiklet Taksi” filosunun sahibi oldu. Yirmi tane bisiklet taksi yaptıran Abdullah Kıldan, UKOME ile anlaştı. 10 durakta hizmet verecek olan “Bisiklet Taksi” aynı zamanda üniversite öğrencilerine de gelir sağlayacak.
Yaratıcı reklamcı Kıldan’ın ortaya çıkardığı bisikletin ağırlığı 150 kilogram ve 3 yetişkin insanı rahatlıkla taşıyabiliyor. Her bisikletin maliyeti ise yaklaşık 7 bin lira…
Kıldan, elektrik enerjisiyle yokuşu da çıkabilen bisikletin tarihi Kaleiçi sokaklarında yaz sıcağında turist taşımada da kullanılabileceğine dikkat çekiyor ve taşıtını “bisiklet taksi” olarak adlandırıyor.
GÜNEŞTEN GELEN “YARATICILIK”
Güneş enerjisiyle çalışan bisikletin ''icat'' olmadığını, bu konuda benzer denemelerin çeşitli ülkelerde yapıldığını duyduğunu ifade eden Kıldan, bir süre daha geliştirmeyi planladığı bisikleti için ''faydalı model'' (Türkiye'de ve dünyada yeni olan ve sanayiye uygulanabilen buluşların sahiplerine belirli bir süre bu buluş konusu ürünü üretme ve pazarlama hakkının tanınması) başvurusunda bulunduğunu sözlerine ekledi.
Bu taşıt solar teknolojisiyle çalıştığı için, “Solar Bike” olarak adlandırılıyor. Kısaca açıklamak gerekirse, çevreye duyarlı, güneş enerjisi ile çalışan, son derece konforlu 3 tekerlekli bir bisiklet olan Solar Bike’a isteğe bağlı olarak müzik seti, soğutucu, bar ve internet eklenebiliyor. Güneş enerjisi ile çalışabildiği gibi, elektrik ile şarj edilebilen aküler ile de çalışmakta ve son derece konforlu bir ulaşım sağlıyor.
“Dünya çevreyi kirletmeyen ve enerji tasarruflu araçlar arayışını sürdürürken biz çevreci bisikleti hayata geçirdik” diyen Kıldan, günümüz şartlarında güneş enerjisi ve organik tarım sektörlerinin yatırım yapılacak en iyi sektörler olduğunu belirtti.
Yeryüzünde insanla birlikte yaşayan, en yabanıl ortamlardan bahçelerimize ve evlerimize kadar bütün gezegeni bizimle bölüşen milyonlarca bitki ve hayvan türünü koruma görevi insana düşüyor ama doğayı korumak yalnızca canlı varlıkları koruyup gözetmek demek de değil. Su, toprak ve mineraller gibi bütün doğal kaynakları sakınarak kullanmak da bu görevin ayrılmaz bir parçası; çünkü doğal kaynakların tükenip yok olması ancak böyle önlenebilir. Bu nedenle, üzerinde yaşadığımız bu gezegenin olanaklarından bütün canlıların daha uzun süre yararlanabilmesi için insanda derin bir sorumluluk duygusunun gelişmiş olması da oldukça önemli... Modern uygarlıkla birlikte son yıllardaki gelişmeler, çevre sorunlarının ve doğa felaketlerinin giderek artması, toplumsal ve çevreci projelerin hayata geçirilmesinde etkin rol oynuyor. Ne olursa olsun önce kirlenmeyi durdurmak, sonrasında da doğayı canlı tutmak zorundayız. Reklamcı Abdullah Kıldan, güneş enerjisini kullanmaya şimdiden başlamış, dileriz ilerleyen yıllarda yeni güneş projeleriyle de hayatımız da olur.
Abdullah Kıldan, enteresan fikirleriyle Türkiye'ye birçok yenilik kazandırmış biri. Esprili üslubu ve özenle seçtiği kelimeleriyle sohbete başlayan Kıldan, açık hava reklamcılığının öncülerinden olmasının yanı sıra marka temsili ve medya planlama konularındaki tecrübesiyle de Türkiye'deki birçok firmanın dünyada tanınmasına katkıda bulunmuş. Uzun yıllar KanalTürk medya kuruluşunun yöneticiliğini yapan Kıldan, bütün birikimini iki yıl önce kaybetti. Reklamcılık sektöründeki tecrübesini yaratıcılıkla birleştiren Kıldan’dan hoş sohbeti ve samimi açıklamalarıyla, Bisiklet Taksi’nin üretim hikayesini derledik.

- Bisiklet taksi fikri nasıl ortaya çıktı?
Üç tekerlekli bisikletin arkasına kabin koyup bu kabinin arka ve yan yüzeylerine reklam alabileceğimi düşündüm. Ardından bisikletin güneş enerjisiyle çalışıp çalışmayacağını araştırdım. Gazipaşa’daki usta da kabinin üzerine güneş enerjisi panelleri koydu ve elektrik aksamını yaptı. Bisiklete ayrıca 100'er amperlik 2 akü monte ettik. Aküler 220 voltluk elektrikle şarj edilebildiği gibi, güneş panelleri aracılığıyla elde edilen elektrik enerjisini de depoluyor. Elektrik enerjisiyle yokuşu da çıkabilen bisikleti tarihi Kaleiçi sokaklarında yaz sıcağında turist taşımada da kullanılabileceğiz.
- Bu sistem nasıl çalışıyor?
Bu bisiklet, hem şehir şebekesinden aldığı elektrikle hem de güneş enerjisi ile elde edilen elektrikle çalıştırmak üzere dizayn edilmiştir. Sistem çift motorlu yaklaşık 250 watt gücünde 2 adet elektrikli motorla arkadan tahrikli olarak teker içi motor ünitesiyle çalıştırılmaktadır. Mevcut sisteme entegre toplam 150 watt 65 amper solar jeneratör grubu ile sistemdeki motor üniteleri desteklenmektedir. Gündüz solar jeneratörle solar grubu beslenmekte, geceleri ise solar sistemdeki enerji ile elektrikli bisiklet sisteminin şarj olması sağlanmaktadır. Mevcut yapıda tam kullanımda elektrikli bisiklet sisteminin yaklaşık 3/2’sini solar sistem karşılamakta olup, kullanımla orantılı olarak sürekli bir çalıştırma sağlanabilmektedir. Sistem hibrit olarak dizayn edilmiş olup hem şehir şebekeden şarj edilebilmekte hem de solar sistemden şarj edilebilmektedir. Uzun süreli bir çalışma ortamında ise sistemde yedek solar akü grubu ile bu sağlanabilmektedir.
- Antalya’da toplam kaç tane “bisiklet taksi” olacak?
Şuan 20 tane hazır bisiklet taksimiz mevcut. UKOME’yle yaptığımız görüşmeler sonucunda 10 tane durak yeri belirledik. Bisiklet oldukları için, ayrıca bir ehliyet yada ruhsata da gerek olmadığını öğrendik. Bu yüzden de bisiklet taksileri kullanacak kişilerin üniversitenin, Turizm ve Otelcilik öğrencileri olsun istiyorum. Hem öğrencilere gelir kaynağı olur hem de turistlerle konuşarak yabancı dillerini geliştirirler. Belirlenen duraklarımızın tamamı Kaleiçi ve çevresi olarak belirlendi. Kalekapısı, Dönerciler Çarşısı, Hıdırlık Kulesi, Yivli Minare’nin altı, Deniz Restoran’ın önü ve Saat Kulesi belirlenen duraklar arasında.
- Bisiklet Taksi gibi başka yaratıcı araştırmalarınız da var mı?
Aslında bir başka araştırma konum da aminoasitler üzerine ama o araştırma için de çok ciddi bir sermaye gerekiyor. O araştırmamı bir süredir ertelemiş durumdayım. Belki ilerleyen yıllarda tekrar devam edebilirim. Çünkü bu aminoasitler konusu da oldukça önemli ve güncel bir konu.
- Antalya’da turizmden gelir bekleyen esnafa dahil oldunuz. Bu yılki turizm yoğunluğunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Turist yoğunluğumuz iyi aslında. Her gün 40- 50 tane tur otobüsü Cumhuriyet Meydanı’na geliyor ama çok kısa süre kaldıkları için turistlerin alışveriş yapmasına imkan sağlanmıyor.
Tur firmaları bu konuda anlaşmalı oldukları büyük alışveriş merkezlerini tercih ettikçe esnafın hali her geçen gün daha da zora giriyor.
- Bu tarz projelerin oluşmasında, maddi imkanlar ne kadar belirleyici oluyor?
Para bu konularda her şeyi etkiliyor. Ben bu projede sermaye desteği alıyorum. Eğer param olsaydı bu projeyi bir ayda hayata geçirebilirdim ama ben bir buçuk yıldır uğraşıyorum. Sermaye olmadan hiçbir projenin hayata geçmesi mümkün değil.
- Açık hava reklamcılığına ne zaman başlamıştınız?
Açık hava reklamcılığında, ‘araç giydirme’ denilen reklam sektörünü ilk başlatan benim. Şimdi, minibüsler, tramvay ve otobüsler sıklıkla kullanıyor. Otobüs arkası reklamlar, 2001- 2002 yıllarında ilk bizim ajansımızla kullanılmaya başlandı. Şimdi bu sektör üç büyük reklam ajansının elinde… Billboard reklamlarında da bilimsel olan bir gerçek vardır ki, eğer reklamınızın başarılı olmasını istiyorsanız, arka arkaya 7 tane bilboard’da da aynı firma olmalı. Ancak bu şekilde o çalışmadan sonuç alınabilir. Günümüzde maalesef bu noktaya hiç dikkat edilmiyor. Buradan yola çıkarak daha farklı ne yapabilirim, diye düşününce yürüyen reklam alanı yapma fikri aklıma geldi. Hem billboard gibi görünsün hem de yürüyen bir alan olsun istedim. Bisiklet Taksi projesinin, asıl kaynağı yürüyen reklam panosu yapma düşüncesine dayanır.
- Medya sektörünü niçin bıraktınız?
Ben kendime hiçbir zaman gazeteciyim demedim, çünkü değilim. Ben sadece KanalTürk’ün bölge yöneticisiydim. İki katlı bir ofiste, yanımda 10 kişiden fazla personel çalışırdı. KanalTürk el değiştirdikten sonra ben de ofisi kapattım ama o süreçte bütün birikimimi de kaybetmiş oldum. 2009 yılında hayata yeniden sıfırdan bir başlangıç yaptım. Haziran ayında www.medyaantalya.com sitesini açtım. Bu haber sitesi biraz da olsa bana meşguliyet yarattı. En azından sıkıntılarımı aşmamda zaman kazandırdı. Bu süreçte “Bisiklet Taksi”lerimiz de hazırlandı. Şimdi önümüzdeki haftalarda bir açılış yaparak bu çevre dostu taşıtı halkımıza ve turistlere tanıtmak istiyoruz. Teknolojiyi doğru kullandığınız takdirde, doğa dostu da olunabileceğinin kanıtıdır.
- Güneş enerjisinin yararının yeterince farkında mıyız?
Yurt dışında olduğu gibi güneş enerjisinden hayatımızın her yerinde faydalanmaya başlayacağımız günler yakındır. Ancak bu projelere devlet desteği de gerekmektedir. Maliyetler 20 bin lira civarında olduğu sürece güneş enerjisinden elektrik üretimine kimse olumlu yaklaşmaz. Yurt dışında solar enerji kullanan ülkelerin politikalarını solar enerji yatırımları yapmadan önce, iyi incelemeliyiz.

Abdullah Kıldan kimdir?

1956 Gündoğmuş doğumlu olan Abdullah Kıldan, 1989 yılına kadar devlet memurluğu yaptı. Özel sektöre geçişinden sonra 2007 yılına kadar KanalTürk TV’nin Akdeniz Temsilciliğini yapan Kıldan, Life Ajans’ı kurarak “araç giydirme” açık hava reklamcılığını başlattı. 2009 yılından beri Bisiklet Taksi projesinin yaratıcısı ve sahibi.

SABAH AKDENİZ’DEN ALINMIŞTIR

BESTELERİN BEYEFENDİLERİ


Milletlerin kültür unsurlarının başında sesli ve sözlü ifade aracı olan musiki ve konuşma gelir. Nasıl milletlerin farklı dilleri varsa, aynı şekilde farklı musiki sistemleri de var. Türk insanının kendi ses dünyasını oluşturan, beyninde ve bilinçaltında asırlardır yerleşmiş ve müesseseleşmiş duyguların, ancak ve ancak, gene kendi ses malzemeleriyle ifadelendirilebilmesinin mümkün olacağı gerçeğini unutmamalıyız. Bu gerçekten haberi olmayanların, çağdaşlık adına sergiledikleri eserler, hezeyandan başka bir şey olmuyor.
Bir millet ancak kültür unsurlarının canlı tutulması ile yaşar ve payidar olur dedik ve bu hafta sözü devlet memurluğundan emekli olan ama notalardan hayatları boyunca kopamamış, üç önemli sanatçıya bıraktık.
26 yıl lise Fransızca öğretmenliği yapan, emekli Udî Mustafa Coşkun, DSİ’den emekli Ziraat Mühendisi Kemani Servet Yeğin ve Çorum Belediyesi’nden emekli Kanun Sanatçısı Gazanfer Eryüksel ile müziğe olan bağlılıkları ve notalarla dolu hayatları üzerine konuştuk. Emeklilik sonrası kurdukları fasıl grubuyla gecelerimize renk katan grubun en büyük özelliği çaldıkları enstrümanları kendi kendilerine öğrenmiş olmaları…
Çocukluğunda müziğe olan yeteneğini konserve tenekelerini çalmaya başlayınca keşfeden, bir süre sonra babasının ilk çömlek darbukasını aldığı günü hala sesi titreyerek anlatan Gazanfer Eryüksel, “İlk enstrümanım bir akordeondu, hem kendim öğrendim, hem de arkadaşlarıma öğretirdim. Ortaokul son sınıfta düğünlerde akordeon çalmaya başlamıştım” diyen Mustafa Coşkun ve babasının mandoliniyle müziğe başlayan Servet Yeğin o günleri özlemle anıyor.
Onlar 1950’li yılların çocukları… İmkânsızlıklar, parasızlık ve kaynak yokluğuna rağmen içlerindeki müzik aşkına dur diyememiş üç büyük sanatkar… Bir yanda geçim derdi, öte yanda müzik aşkı olunca memuriyetlerini bırakamayan sanatçılar, müzisyen olarak geçinmenin hala mümkün olmadığı günümüzde, yıllar içinde hiçbir şeyin değişmemiş olmasının burukluğunu yaşıyorlar.
Üçünün de özgeçmişleri o kadar dolu ki sanata ve sanatçıya verdiğimiz önem bu söyleşimizde tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriliyor. TRT repertuarına 9 bestesiyle giren Mustafa Çoşkun, aynı zamanda Cumhuriyetimizin kuruluşunun 80. yılı Türk Sanat Müziği Beste yarışmasında, sözleri Cumali Karataş'a ait '' Tutsam O İpek Elini '' adlı hüseynî-düyek bestesiyle, 210 eser arasında Altın Koza birincilik ödülünü aldı.
Yayınladığı 3 şiir kitabıyla ödüller alan Gazanfer Eryüksel’in ilk şiiri Yansıma Dergisi’nin Günümüz Türk Şiiri özel sayısında yayımlandı. Daha sonra şiir ve yazıları Yeni Adımlar, Varlık, Hürriyet Gösteri, Milliyet Sanat, Kıyı, Dize, Mor Taka gibi dergilerde yayımlandı.
İlk maaşıyla aldığı sazı hala unutamayan Servet Yeğin, hayatında sadece bir tane güfteyi bestelemiş. Kendisi için büyük anlam taşıyan bestesini ve müziğe aşkını anlatırken geçmiş yıllarını hatırlayan sanatçı, “ Müzik öyle bir tutkudur ki gözünüz hiçbir şeyi görmez. Gündüz memuriyet, akşamları müzik çalışmalarımın olduğu yıllarda eşim her gece sitem ederdi. Bir süre sonra ben de dayanamadım ve ‘Hanım, ben senden destek olmanı beklemiyorum, bari köstek olma’ demiştim” diyerek anlatıyor anısını. Anneannesinin kendisinin en büyük destekçisi olduğunu özlemle hatırlayan Servet Yeğin, “Keman çalmaya ilk başladığımda arka odada çalışırdım. Keman çalmaya ilk başlandığında rahatsız eder. Eşim anneanneme beni şikayet ettiğinde hacı olan anneannem ‘Çal oğlum, çal; aşk-ı olmayanın imanı olmaz’ demişti. Musikiye o yıllarda sahip çıkan anneannemin o sözü hiç kulaklarımdan gitmez” diyor.
Ya nasip, belki bir okuyan çıkar da baki kalan kubbede birkaç duyan çıkar umuduyla bestelenen güfteler…
Ben grubun yanından ayrılırken, onlar sahne programlarına başlamıştı. Yavuz Özcan Parkı’nda Çarşamba, Cuma ve Cumartesi fasıl gecelerine hayat veren müzisyen ağabeylerime veda ederken, onlar da beni, “Seni ben, ellerin olsun diye mi sevdim” eseriyle uğurluyorlardı. Özellikle Türk Musikisi adına çok şey merak edenler bu röportajı okumalı... Ömürlerini Türk musikisine adayan sanatçılarımızın alçakgönüllü tavırlarına hayran olacaksınız. Aslında konuşulacak ya da zaten orada konuştuğumuz çok konu var. Ama dedim ya, ben bu haftaki söyleşi de onların hikayesini anlatan kısımları paylaşmak istiyorum sizinle…
KLASİK ESERLER KAYBOLUYOR
- Müziğe olan yeteneğiniz nasıl ortaya çıktı?
Gazanfer Eryüksel: Müziğe çocuk yaşta evdeki konserve kutularını çalarak başladım. Dededen kalma bir ahşap evde yaşıyorduk. Üst katta amcam ve ailesi, alt katta biz oturuyorduk. Yaz akşamları amcam eline udunu, oğlu da darbukasını alır merdivenin basamağına oturup çalmaya başlarlardı. Merdivenlerin trabzanına kafamı dayayıp saatlerce onları dinlerdim. Ardından döner yine konserve kutusu çalmaya başlardım. Bir gün babam eve çömlek bir darbuka getirdi. Annem bu çömlek her tarafı kirletir deyince, babam da onu beyaza boyamıştı. Çömlek olduğu için darbuka kırılıyor, babam yenisini alıyordu. Ortaokul yıllarımdaydım. Bir yılbaşı akşamı saat altı sularında radyoda oyun havaları çalıyordu. O yıllarda yılbaşında radyo programları dinlenirdi. Ben darbuka çalmada kendimi ilerletmiş, artık darbukayı çalarken havaya fırlatıp, tekrar yakalamaya bile başlamıştım. Yine böyle bir anda darbukam elimden kaydı ve paramparça oldu. Bütün gece ağladım. Babam, sana yeni darbuka alamayız dedi. Öyle ki ortaokulu bitirmek için beklemeye kalana kadar da almadı. O yıl bana tekrar darbuka alınca ben müziğe yeniden başladım. Lise yıllarımda İstanbul Pertevniyal Lisesi’nde okuyorum. O yıllarda karma liseler henüz yok. Bizi kızların okuduğu okula müzik grubu olarak götürürlerdi. Lise yıllarımda arkadaşlarım arasında hep dikkat çeken bir öğrenciydim.
-Hocalarından büyük emanet devralmış biri olarak Türk müziğinin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Gazanfer Eryüksel: Geleceği ne olacak bilemem ama Türk musikisinin klasik eserleri icra edilmedikleri için gözümüzün önünde kayboluyor. Pek çok büyük bestekârın eserini dinlemek mümkün değil artık. Gençliğimde hanımlar ev işi yaparken radyoda Türk musikisi dinler, eşlik ederlerdi. Bugün bırakın eşlik etmeyi o eser sahiplerinin adı bilinmiyor. Ebu Bekir Ağa'yı, Şevki Bey'i bir tarafa bırakalım, Rakım Hoca'yı duymamıştır pek çoğu. Allah'tan Sadettin Kaynak var. O, kaliteyi düşürmeden her kesime uygun eserler ortaya koymuştur, bu sayede bilinir. Ama tek bir isim musikiyi kurtarmaya yetmez. Geçmişe ait devasa bir hazinenin üzerinde oturuyoruz. Bu hazineyi insanlardan esirger, vermez, küçümserseniz geçmişinize ihanet etmiş olursunuz.
- Müzikle uğraşmaya profesyonel olarak karar verdiğinizde ailenizin tepkisi oldu mu?
Gazanfer Eryüksel : Her ailenin bu konuda gösterdiği tepkiyi ben de yaşadım. Annem o yıllarda elimde darbukayı gördükçe, karşıma oturur, “Allahım, büyük Allahım, Ümmeti Muhammedin evladı, sabah altıda işe gitsin akşam yedi de eve gelsin, ne diyeceğiz? Yarın biz kız istemeye gidince ne diyeceğiz? Benim oğlum tiyatrocu, davulcu çalgıcı mı diyeceğiz?” derdi. O zamanın Türkiye’sinde çok ciddi baskı göstermemişlerdi ama annem de her anne gibi ‘kız istemeye gidince ne diyeceğiz’ sıkıntısını uzun yıllar yaşadı.
TEKNOLOJİ MANEVİYATI KIRDI
- Türk musikisi sanatçılarından biri olarak, sizi en çok üzen konu nedir?
Mustafa Çoşkun: Türkiye’de sanatçıya değer verilmiyor. Çok büyük bir ödül almama rağmen, ne eserime ne bana sahip çıkılmadı. Ben gecekonduda doğdum. 8 kardeştik. Hiç müzik eğitimi almadan kendi kendime ud çalmayı ve notaları öğrendim. Kimse “Bu eserin sahibi kimdir, bu eser neden çalınmıyor” demiyor. Özellikle Telif Yasası’nın çıkmasının ardından kurum yöneticileri kendi bestelerinin söylenmesi için taşralı sanatçıların eserlerini dikkate bile almıyorlar. 30 yıl öncesinde notalar bile tahtaya yazılır, sonra biz defterimize yazardık. Musiki cemiyetlerinde dersin yarısı notaları yazmakla geçerdi. Teknolojiyle birlikte maneviyatta yaşanan kırılma ve azalmalar her şeye yansıdı.
- Günümüzün eserlerinde neden eski şarkılardaki duyguları bulamıyoruz?
Mustafa Çoşkun: Eski duygular elbette artık eskisi gibi yaşanmıyor. Tüketime yönelik eserler yaratılmaya başlandı. Bir bestekar olarak, kendimden örneklersem, geleneksel Türk musikisinin hayranıyımdır ve bestelerimi de bu tarzda yaparım. Son yıllarda özellikle gençlerin geçmişten gittikçe uzaklaştığını gözlemliyorum. Eski özlemler, hasretler artık yaşanmıyor. Belki bizler de artık zamana ayak uydurmalı, günümüze daha uygun eserler yaratmalıyız. Benim özellikle istediğim son projem, Kanuni Sultan Süleyman’ın Hürrem Sultan’a olan aşkını konu alan bir beste yapmak. Bu eserin güftesiyle ilgili çalışmalara başladım. Günümüz gençlerine biraz da olsa kültürümüzü hatırlatır, onlara emanet bırakabilirsek ne mutlu bizlere…
- İlk bestenizin hikayesini hatırlıyor musunuz?
Mustafa Çoşkun: Müzikle yaşamım o kadar birleşmiş ki ilk bestemi eşimin beni eve almadığı gece yaptım. Bir akşam eve dönünce, eşim beni eve almadı, ben de bir arkadaşıma gittim. Onun balkonunda otururken birden yazmaya başladım, “Dökülen gözyaşımda bir günâhın yok senin. Bu sevdada bir suçlu varsa billahi benim. Bırak ben ağlayayım sen gül artık güzelim. Bu sevdada bir suçlu varsa billahi benim” güftesine yaptığım beste, ilk bestemdir. Eşimin eve almamasından ortaya çıkan bu eserde TRT repertuarındadır.
- Grup olarak nasıl bir araya geldiniz?
Servet Yeğin: Antalya’ya geldiğimde musiki cemiyetine gitmeye başladım. Hepimiz orada karşılaştık. Birbirimizle uyum sağlayınca beraber sahneye çıkmaya başladık. Müzik sektöründe geçim şartları belli olduğu için teklif gelirse tek kişi ya da iki kişi de sahne aldığımız oluyor.
UYURKEN ÇALABİLEN UDİ
- Unutamadığınız bir sahne anınız var mı?
Servet Yeğin: Grup olarak sahnede olduğumuz bir gece, bayan bir solistimiz de var kadroda… Saat gece yarısını geçince, Mustafa bir yandan ud çalıyor bir yandan uyuklamaya başlamış. Sahne ışığı loş olduğu için izleyenler çok fark etmiyor ama biz fark edince, solist bayan Mustafa’nın omzuna hafifçe vurunca, Mustafa bir anda uyandı, neredeyse sahneden düşüyordu. Bizi asıl hayrete düşüren, uyurken bile hiç nota kaçırmadan çalmaya devam etmesiydi.
- Siz keman çalmaya nasıl başladınız?
Servet Yeğin : Babam köy enstitüsü mezunuydu. Babamın bir mandolini vardı, zaman zaman çalardı. Bazen benim de çalmama izin verirdi. Liseye kadar o mandolini çalmayı öğrendim. Liseyi yatılı okulda Urfa’da okuyunca, bir arkadaşımdan saz çalmayı öğrenmeye başladım. Sadece tek bir türkü biliyordum ve uzun zaman onu çaldım. “Ah neyleyim gönül senin elinden” türküsü ilk öğrendiğim türküdür. Urfa saz diyarıydı, biz 6 kardeştik. Babama “Bana saz alır mısın” demek tuhaf geldi, kendime bir saz aldım. Yüksek öğrenimim bitene kadar o sazı çaldım. Uzun yıllar sonra Silifke’ye geri döndüğümde, Türk Sanat Müziği’ni daha çok sevdiğim için elden düşme bir keman aldım ve sazdaki altyapımı kullanarak kendi kendime keman çalmayı öğrendim. Nota da bilmiyordum, notaları da o yıllarda piyasada tek olan Keman Çalma Metodu kitabından yine kendi kendime öğrendim.


Mustafa Coşkun kimdir?

1957 'de Adana'da doğdu. İlk, orta ve ilköğretmen okulunu Adana'da okudu. 1979 'da Diyarbakır Eğitim Enstitüsü Fransızca Bölümünü bitirdi. Burs kazanıp gittiği Fransa'da, Clérmont -Ferrand Üniversitesi'nde Pedagojik formasyon eğitimi aldı. 1979 'da Mersin'e Fransızca öğretmeni olarak tayin oldu. İlk mûsikî eğitimine 1980 yılında Mersin Türk Sanat Müziği Derneği’nde başladı. ASMEK bünyesinde ney ve kudüm kursu usta öğreticiliği yapmaktadır. TRT repertuvarında 9 eseri bulunmakta.

Gazanfer Eryüksel kimdir?

1952’de İstanbul’da doğdu. Pertevniyal Lisesi ve İstanbul İktisadi İlimler Akademisi İktisat Maliye Bölümünü bitirdi. (1975) Aynı yıllarda İstanbul Belediye Konservatuarı’nda Türk Müziği öğrenimi gördü. Kendi çabasıyla kanun öğrendi. Piyasada müzisyenlik yaptı. İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda müzikli oyunlarda çalıştı. Gerek Türk Sanat Müziği gerekse tasavvuf müziği dallarında korolara eşlik etti. Belediye’den emekli olan sanatçı halen Antalya’da müzik, şiir ve yazı çalışmalarını sürdürmektedir.

Servet Yeğin kimdir?

1958 yılında Silifke’de doğdu. Devlet Su İşleri’nden emekli Ziraat Mühendisi olan Yeğin, öğrencilik yıllarında saz çalarak başladığı müzik yaşamında kendi imkanlarıyla keman çalmayı öğrendi. Emekli olduktan sonra Antalya’ya yerleşen Yeğin, 2005 yılından beri Antalya’da yaşıyor.

SABAH AKDENİZ’DEN ALINMIŞTIR

MEHMET AKKANAT


En zor ve zahmetli mesleklerden biri taksicilik şüphesiz… Özellikle de büyük şehirlerde sabahtan gecenin kör saatlerine kadar direksiyon sallayan taksiciler, maceradan maceraya koşuyorlar adeta. Durum böyle olunca da taksicilerin anlatacak hikayeleri hiç bitmiyor.
Sarı bir hayat geçip giden, defalarca yazılıp çizilmiş, öylece bakakalınmış, hep bir şeyler eksik kalmış. Onlar bir şehrin yükünü gece ve gündüz tek başlarına taşıyorlar. Türkiye'deki meslek dalları arasında en fazla fiili saldırı ve gaspa taksicilerin uğraması can güvenliği konusunun önemini bir kez daha vurguluyor. Cebinde 30 lirası olan, çoğu gün bunu bile bulamayan sarı hayatların emekçileri için, bizlere de yolunuz açık, şansınız bol olsun demekten başka bir şey kalmıyor.
Taksicinin sermayesi aracıdır. Otoların çoğu Şahin markadır. En düşük ikinci el Şahin (1998) 5 bin liradır. Antalya’da taksiciler iyi para kazanamıyor. Antalya’da taksiye binme alışkanlığı yok. Taksi kültürü de yok. Ayrıca taksimetre fiyatları da çok yüksek değil, kısa mesafelerde daha uygun. Antalya’mızda taksiler, toplu taşımada kendine düşen paydan faydalanamıyor ya da bir başka deyişle taksiler haksız uygulamalar karşısında eziliyor. Duraklardaki adaletsizlikler, direklerde birden çok zil uygulaması, esnafımıza müşteri yönlendirecek hiç bir projenin olmaması Antalyalı taksicilerin sorunlarını günden güne arttırıyor.
Korsan taksiler, taksi durakları, indi bindi cep duraklar, akaryakıt ve otomotiv sektörü, yedek parça, sigorta şirketleri, bazı huysuz müşteriler taksicileri canlarından bezdirse de şehrimizin kapılarını ilk önce açan kişiler…
Taksi müşterilerinin taksicileri şikayet edecekleri kurum ve kuruluşlar çok ama, taksicilerin müşterilerini şikayet edecekleri hiçbir kurum ve kuruluş yok. Bir mahallede taksi durağı o mahallenin karakolu. Mahalle sakinleri, arabaları çalınmasın diye arabalarını taksi durağının yanına park ederler, mahallede hasta veya yaşlı varsa taksi durağından yardım isterler. Gerekirse yaşlıların alışverişini dahi taksiciler yapar, okuluna veya işine geç kalan çocuklarımızı o mahallede bulunan taksicilerle göndeririz. Mahallede bilinmeyen adresleri bile taksicilere sorarız.
Hani taksiciden al haberi derler ya. Gerçekten de öyle…
Piyasada işlerin nasıl olduğunu, hangi partinin inişte, hangisinin çıkışta olduğunu, liderlerin performansını, halkın gündemini hangi konuların oluşturduğunu en garantili öğrenebileceğiniz meslek grubu taksiciler…
Taksilere her gün her türlü gelir, meslek ve eğitim grubundan insan bindiği için, taksici esnafı toplumun nabzını en iyi tutan meslek gruplarının başında gelir. Üstelik günün her saatinde her türlü semte girip çıktıklarından, toplumun nabzını onlardan daha iyi tutan meslek erbabı yoktur demek abartı olmaz.
Üstelik taksiciler berber ve kuaför esnafı gibi konuşkandır. Siz konuşmak istemeseniz de bir yolunu bulup lafa tutarlar yolcularını. Kimin nerede oturduğundan, kime takıldığına varıncaya kadar oldukça geniş bir portföyü var taksicilerin… Hal böyle olunca taksicilerin hayatını ve sıkıntılarını 27 yıldır aynı durakta çalışan taksi şoförü Mehmet Akkanat’a sorduk. Mehmet ağabey hoş sohbeti ve kurallarıyla hemen farkını hissettiriyor. Taksicilik mesleğine ömrünü vermiş ve hala da çok severek çalışıyor.
“Ben ilkokul mezunuyum ama insanın kendini yetiştirmesi gerekir, ben kendimi geliştirdim” diyerek söze başlayan Mehmet Ağabey’in dilinden dökülenler, hayat üniversitesinin bir başka mezununu tanımamıza vesile oluyor. Taksici ağabeyimin kendine olan güvenine ve bilgisine hayran olmamak mümkün değildi. İki müşteri arası yaptığımız söyleşimizde ne müşterisini kaybetmek ne de beni ihmal etmek istemedi. Benim için de değişik bir tecrübeydi diyebilirim, her müşteri geldiğinde “Siz beni bekler misiniz ben şu müşteriyi de götürüvereyim” deyince, ben de bu istek karşısında uzun saatlerimi taksi durağında geçirmiş oldum.
“Sarı Hayatlar”ın hikayeleri dinlemekle bitmeyeceği gibi, yazmakla da bitmiyor. 27 yıldır direksiyon başında olan Mehmet Ağabey söze hoş bir taksicilik hikayesiyle başlıyor.
Taksiye binen yaşlı kadının, “Karşı caddeyi göstererek, oğlum beni şu taraftan karşıya götürüver” demesinden sonra, Antalya’nın öbür tarafına yolcu götüreceği düşüncesiyle sevinen taksici, yaşlı kadının “hemen şuracıktan dönüver oğlum” demesiyle birlikte bir “U” dönüşü yaparak yolun karşısına geçer. Hemen ardından da kadının, “ben burada inivereyim oğlum” sesi duyulur. Taksicinin, “Pardon teyze, Konyaaltı’na gitmeyecek miydik” sorusu üzerine, “İşte karşıya geçtik ya evladım” cevabını alır. Taksici, teyzenin Konyaaltı’na değil, yoğun trafik yüzünden bir türlü geçemediği caddenin öbür tarafına geçmek istediğini öğrendiğinde ise artık yapacak bir şey yoktur.

- Taksiciliğe ne zaman başladınız?
Ben aslında lastik tamirciliği yapıyordum, 27 yıl önce taksiciliğe başladım. 27 yıldır da Eski Otogar durağında çalışıyorum. Taksicilik yapacaksanız arabanın arızasından da anlamanızda yarar var. Birinin beceremediği bir iş mi var? Teknik bilgi mi lazım? Bazen dışarıdan arkadaşlar da bana danışır. İşi bilmek için mutfağından başlamak gerekiyor. İlkokul mezunuyum ama kendimi geliştirdim.
- Turizm bölgelerinde taksi şoförlüğü yapan birinin dikkat etmesi gereken kurallar var mı?
Müşteriye karşı kılık kıyafetlerimize dikkat etmeliyiz. Müşteri arabamıza bindiğinde bizi bir televizyon gibi izlediğini düşünmeli ve öyle davranmalıyız. Türkiye’nin en gözde turizm cenneti olan Antalya’ya yakışacak şekilde, arabamızla, şahsımızla örnek birer şoför olmak zorundayız. Ben taksime binen müşterime asla nereye gideceksiniz diye sormam, müşterinin söylemesini beklerim.
- Taksicilik mesleği zamanla gelişme gösterdi mi?
Mesleğe başladığım günden beri devlet desteği gördüğümüzü söyleyemem. Bizlere bir çok konuda kolaylık tanınmıyor. Ticari olmayan araçların fenni muayeneleri iki yıl ve üzeri oluyorken biz her yıl yaptırıyoruz. Camlı kamyonet diye bir sistem çıkardılar ama bu araçlar ticari kullanım için güvenli değiller. Bir kaza olsa toplu kayıplar yaşansa hesabını kim verecek? Müşteri taşınan araçlarda yan ve arka kapıların sac ile kapalı olması gerekiyor. Ama bizde böyle bir uygulama yok. Trafikte küçük araç kullanmak trafiği de rahatlatır ama kimse bunu düşünerek karar almıyor. Araç alırken normal vatandaş aldı mı fiyat farklı, ticari araç olarak biz aldık mı yüksek oluyor. İkinci el araçlarda bile 3 yaşından fazla araçları almak zorunda kalıyoruz. Kredi bile alırken 30 bin liralık plakalarımız olmasına rağmen kredi vermiyorlar. Müşteri memnuniyetinde arabanın temizliği kadar kalitesi de önemlidir. Benim bir hafta öncesine kadar Şahin arabam vardı. Müşteri benim gözümün içine bakar ama binmezdi, 10 metre ilerde daha iyi bir araba varsa ona işaret ederdi. Bu devirde müşterinin bineceği arabanın kaliteli ve özellikli olması önemli.
- Arabanıza binen müşterilerle en çok hangi konuda sohbet ediliyor?
Her kim binerse binsin devlet meseleleri mutlaka konuşulur. Geçim sıkıntısı herkeste var. Arabama binen herkes mutlaka “ne olacak bu memleketin hali” sorusunu sorar. Antalya’ya yapılan yatırımlar konuşulur. Antalya çok güzel yatırımlar almasına rağmen yanlış yerlerde yatırımlar aldı. Alt geçitler yapılırken Falez Kavşağı’nda olduğu gibi 3 katlı sistem olması gerekirdi. Özellikle Meydan, Güllük ve Mevlana kavşaklarında çok sık kazalar yaşanıyor. Araç sayısı arttıkça trafik sıkışıklığı olmaya başladı ve yeni yapılan tramvay hattının güzergahı ana yollardaki yoğunluğu arttırdı. Antalya’nın ekonomik bütçesi yok diyorlar ama tramvay hattı bile çift şerit yapıldı. Festival Çarşısı’ndan Kepez’e kadar olan güzergahta tek şerit yapılsa daha iyi olurdu. Yollar çok daraldı hatta kapatıldı. Antalya plansız bir şehir olduğu için özellikle tramvay hatlarının olduğu yerlerde daha çok zorlanıyoruz.
- Taksiciler için olan yasalar sizce yeterli mi?
Devletimizden esnafa biraz daha kulak vermesini rica ediyoruz. Bizler bu ülkenin esnafı olduğumuz için gurur duyuyoruz. Cumhuriyet demek özgürlük demektir. Özgürlük demekse cebimizdeki kimlik kartımızdır. Halk bir bütündür ve halk olduğu zaman Cumhuriyet olur. Müşteri bindiğinde biz kimseyi ayırmayız, bizim için yerlisi de yabancısı da birdir. Müşteri arabaya bindiğinde eğer yüzü düşerse ben kahroluyorum. Müşteri bizlerin ekmek kapısıdır. Başbakanımız taksicilerin çayını içmek için beş yıl önce bir durağa uğradığında, düşük faizle 3 yıllık kredi verileceğinin müjdesini vermişti ama böyle bir imkan yaratılmadı. Bu sözün unutulmamasını istiyoruz. Çok zor şartlarda, gece gündüz demeden çalışıyoruz. Bizler de sorunlarımızla ilgilenilmesini, çözüm bulunmasını istiyoruz. Antalya merkezde 3 bin 750 taksici arkadaşımla beraber ekmek parası peşindeyiz. Yönetmeliklerde değişiklik yapılacağında bizlerin de isteklerinin dinlenmesi lazım. Örneğin SSK ve Bağkur emeklilik yaşımızda düzenleme olabilir. Bizler de diğer mesleklerde olduğu gibi yıpranma payı uygulansın istiyoruz. Bizim meslekte yıpranma hiç olmuyor mu zannediliyor?
- Antalya’da taksi kullanma alışkanlığı sizce neden diğer büyük illerdeki gibi yoğun değil?
Antalya’da yeni bir sistem gelişti. Halk otobüslerinin ve dolmuşların kavgaları bitmediği sürece biz taksicilerin dertleri de bitmez. Otobüs ve dolmuş güzergahlarında bizler müşteri bulamıyoruz. Oysa birkaç kişi birleşip taksiye binse, hem daha ekonomik hem de daha hızlı ulaşım imkanı olur. Dolmuş taksi alışkanlığımız olsa artık taksicilikle geçinemeyen meslektaşlarım için ayakta kalmalarını sağlayacak bir uygulama olur.
- Yerel yönetimlerden istekleriniz var mı?
Yeni seçilen başkanların ve sivil toplum örgütlerinin başkanlarının öncelikle esnafı ziyaret etmesini istiyoruz. Makam sahibi kişileri ziyaret ediyorlar ama bizlere uğramıyorlar. Bizlerin bir isteği sıkıntısı var mı sormuyorlar. Esnaf bu ülkenin can damarlarıdır. Öncelikle esnafınla konuşan onu dinleyen, çözüm üreten başkanlar istiyoruz.
- Taksicilik mesleğinde can güvenliği sorunu Antalya’da da çok yaşanıyor mu?
Antalya’da da İstanbul Ankara gibi şehirlerde olduğu kadar sık yaşanmasa da gasp ve cinayet olayları oluyor. Can güvenliğimiz için şüpheli gördüğümüz şahısları hemen emniyete bildiriyoruz. Bizim gelirimiz çok yüksek olmadığı halde maalesef bizler de gaspa uğruyoruz.
- Yabancı turistleri ilk karşılayanlar da sizlersiniz. Türkiye denilince ilk söyledikleri ne oluyor?
“Father (Baba) Mustafa Kemal” diyorlar. “Mustafa Kemal is the world's number one leader (Mustafa Kemal dünyadaki bir numaralı liderdir)” diyorlar. Atatürk'ün Türkiye'de yaptığını hiçbir tarafta hiçbir kimse yapmadı. Yabancılar da bunu biliyor ve biz söylemeden onlar bize anlatıyorlar.

Mehmet Akkanat kimdir?

1966’da Antalya’da doğdu. 1978’ de lastik tamirciliğine başladı. Daha sonra taksicilik mesleğine geçti. 27 yıldır Eski Otogar durağında taksicilik yapan Akkanat, evli ve iki kızı var.

SABAH AKDENİZ’DEN ALINMIŞTIR

MAHMUT ALPAGOT



‘Bunun da reçeli olur mu’ demeyin

Antalya ve reçel dendiğinde akla ilk gelen patlıcan ve turunç reçeli... Beni tanıyanlar Antalyalı olmadığımı bilir, bilmeyenler için belirtmeliyim ki Ankaralıyım. Haliyle şehrin göbeğinde geçen çocukluğumdan, hafızamda kalan meyveler arasında “turunç” kelimesi hiç geçmedi. Bizler portakal, mandalina ve greyfurdu da sadece manav tezgâhlarında görerek büyüdük. Antalya’ya ilk geldiğimde bahar mevsimiydi. Her köşe başında, sokak aralarında yemyeşil meyve ağaçları, üzerlerinde kocaman portakallar… “Antalyalılar bu portakalları neden yemiyor acaba, başka şehirde olsa ağaçta bir tane meyve kalmazdı” diye aklımdan geçirmiştim ki sonradan bu ağaçların turunç ağaçları üzerlerindekinin de portakal olmadığını öğrendim. Ankara şehir hayatının yaşamımızdan eksilttiği tatların arasına turunç meyvesi de böylelikle eklenmiş oldu. Sanırım bugün bile dışarıdan gelen çoğu kimse benim gibi düşünüyordur.
Dönem itibarıyla kaydı bulunamasa da 1842 yılında kurulan ve 1914 yılında kayıtlara geçen Yenigün Reçelleri’nin üçüncü kuşak temsilcisi Mahmut Alpagot, çeşit çeşit reçelleriyle Antalya’nın “şeker kralı”…
Mahmut Bey’in odasındaki 60’lı yılların Antalya manzarası fotoğrafı yaşanan değişimin en çarpıcı örneğiydi. 60’lı yılların fotoğrafına zaman zaman gözü takılan Mahmut Bey’in, meyve bahçelerinden bahsederken kullandığı “Eskiden sokaklar türül türül portakal çiçeği kokardı” cümlesi, bizi eskilere, mendillerin içinde sakladığımız akide şekerli yıllara götürdü.
96 yıllık reçelci Yenigün, 'Bundan reçel mi olur' önyargısını kamkat, bergamut, patlıcan gibi 43 çeşitle yıktı.
Yaklaşık bir asırdır lokum, pekmez, şeker, reçel üreten ve milyon dolarlık ihracat yapan Yenigün Reçelleri, küresel krizde araştırma ve geliştirme çalışmalarına ağırlık vererek, diabetik reçelden sonra organik reçel üretimine de başlama kararı almış. Yenigün Reçelleri Limited Şirketi Sahibi Mahmut Ruhi Alpagot, 96 yıldır, reçel ve pekmezle şekerleme çeşitleri üretimi yaptıklarını, son yıllarda yaptıkları araştırma ve geliştirme çalışmalarıyla, Türk halkında ‘Bundan da reçel mi olur’ ön yargısını yıktıklarını söyledi. Patlıcan, karpuz, bergamutun da aralarında yer aldığı turunçgillerden reçel üreterek, Türk damak tadına yeni ürünler kattıklarını anlatan Alpagot, “Bergamut reçelleriyle Antalya markası yarattık. Turunçgillerden kamkat, nar, patlıcan, karpuz, ceviz içli patlıcan reçeli, bal kabağı, yeşil ceviz reçeli başta olmak üzere 43 çeşit reçel üretiyoruz. Beş kıtaya yılda 1 milyon dolarlık ihracat yapıyoruz” dedi.
Tamamen otomasyon üzerine kurulu fabrikada bütün ürünler el değmeden hazırlanıyor. Aile mesleği babadan oğula geçtiği gibi isimler de baban oğula geçmiş. Mahmut Bey’in oğlu Necmi Alpagot işin pazarlama ve ihracat kısmıyla ilgileniyor. Lokumdan, şekerlemeye, reçelden, turşuya sayamayacağımız kadar çok çeşit ürün mevcut…
Yıllar önce ürünlerine turşuyu da eklemeleri konusundaki ısrarları “Şekerciden turşucu olur mu?” diyerek esprili bir cevapla yanıtlayan Mahmut Bey’in, turşularını tattıktan sonra gördük ki şekercinin elinden turşucu çok da güzel oluyormuş.
Yenigün Reçelleri’nin başlangıç hikayesini bu hafta bizlere Mahmut Bey’i babası Necmi Alpagot anlattı. Konyaaltı’daki evlerinde bizleri ağırlayan Mürvet ve Necmi Alpagot çiftinden kahvelerimizi yudumlarken, muhteşem Antalya manzarası eşliğinde Yenigün’ün doğuş hikayesini dinledik. Cumhuriyetle yaşıt bir baba Necmi Alpagot. Yıllarını şekerciliğe veren Necmi Bey o günleri şimdilerde özlemle anıyor.
Bu haftaki söyleşimizi gerçek anlamıyla tatlı yiyerek ve tatlı konuşarak geçirdik. Benim en favori reçelim elbette ki ceviz reçeli… Türkiye’nin en az bilinen ama bilenin de vazgeçemediği, henüz olgunlaşmamış yeşil cevizlerin çok emek verilerek işlenmesinden elde edilen ve yüksek oranda enerji deposu olan ceviz reçelini günün her anında tüketebilirsiniz. Yaz mevsiminin habercisi olan karpuz meyvesinin reçeli insanı şaşırtan bir lezzet. Karpuz kabuğunun bir seri işlemden geçirilerek ve çok düşük ısıda kaynatılmasından elde edilen reçel ile yazlık anılarınızı hep taze tutun. Denemediyseniz mutlaka denemenizi önererek, sözü ‘Şeker Kralı’ Alpagot ailesine bırakıyorum.

- Bu kadar yüksek üretim kapasitesi için hammadde ihtiyacını nereden karşılıyorsunuz?
Hammaddelerimizin büyük çoğunluğunu Antalya bölgesinden ve nerdeyse tamamını yurt içi kaynaklardan elde etmekteyiz. Dolayısıyla bölgemiz tarımsal üreticilerine de ciddi ekonomik katkı sağlamaktayız. Üretimimizin yaklaşık yüzde 36’sını ihraç etmekteyiz. Son iki yıldır döviz kurunun düşük olması nedeniyle ihracatımızı yüzde 17’lere kadar düşürdük. Bu yıl ihracatımızı tekrar eski düzeyine getirmek için çalışmalarımızı hızlandırdık. Başta Almanya, Fransa, Hollanda gibi Avrupa ülkeleri olmak üzere, İsrail, Sudan, Malta, Avustralya, Amerika gibi dünyanın çok geniş coğrafyasında ürünlerimizle karşılaşmanız mümkündür.
- Uzun yıllardır bu meslektesiniz, hayatınızın en özel günü hangisiydi diye sorsam…
1986 yılında ailemle birlikte İstanbul’a arabayla yolculuk yapıyorum. Çocuklar kola isteyince bir benzinlikte durdum. Tam elimi rafa götürürken bizim patlıcan reçelinin etiketini gördüm. Şok oldum bir anda, çok şaşırdım ama “Bu reçeli nerden buldunuz” diye de sordum. İstasyon sahibi “Biz Antalya’ya her yıl tatile geliyoruz. Dönüşte de bu firmaya uğrayıp reçel alıyoruz. Burada bu reçeli beğenenler özellikle sipariş edenler var” deyince, ilk defa Antalya dışında kendi ürünümü görmüş oldum. “Ben bu firmanın sahibiyim, inanın çok şaşırdım ve mutlu oldum” derken kartımı uzattım. “Antalya’ya gelirseniz mutlaka ziyaretime de gelin” diyerek ayrıldım. Bu günü hayatım boyunca unutmam mümkün değil. Buna benzer bir de yurtdışı anım var. İlk defa Paris’te ürünümü gördüğümde de çok şaşırmıştım. Raftan ürünü almış dakikalarca incelemişim. O anki gururumu ve heyecanımı anlatamam.
- Şekerlemelere olan ilgi zamanla azalıyor mu ?
O yıllarda helva, akide şekeri, tahin imalatı yapılarak işe başlanmıştı. Bugünkü Mevlana şekeri olarak anılan kaba şeker imalatı da vardı. Tabi ki üretim tekniği o zamanın koşullarına göreydi ve gelenekseldi. Zamanla üretimdeki ürün çeşitleri değişti. Ama akide şekerinden asla vazgeçmedik. 1998 yılından bu yana, 9 bin 500 metrekare kapalı alana sahip, modern teknolojinin ve çağımız üretim tekniklerinin kullanıldığı Antalya Havaalanı karşısındaki fabrikamızda üretime devam etmekteyiz.
- Yabancıların ürünlerinize ilgisi nasıl? En çok hangi ürünü talep ediyorlar?
Yurt dışından en çok narenciye reçeli, harnup pekmezi, hıyar ve acı biber turşusu talep ediliyor. İngilizlerin tatlı biber turşusunu, İsraillilerin ise silor cinsi tohumdan yapılan çubuk (hıyar) turşusunu sevdiğini söyleyebilirim. Amerika'ya her tür narenciye ve meyve reçelinin yanı sıra, çubuk hıyar turşusu gönderiyoruz. Şeker hastaları için özel olarak ürettiğimiz 'diabetik' turunç ve bergamot reçeli de büyük ilgi görüyor.
- Neler üretiliyor?
Reçel olarak; turunç, bergamut, patlıcan, incir, karpuz, vişne, çilek, kayısı, gül, greyfurt, limon çiçeği, hurma, ahududu, böğürtlen, kabak, şatok, portakal, kuşburnu. Marmelat olarak; turunç, bergamut, patlıcan, incir, karpuz, vişne, çilek, kayısı, greyfurt, limon, ceviz, şeftali. Lokum olarak; sade, güllü, muz, limon, portakal, damla, kaymak, kakao, antep fıstıklı, cevizli, fındıfındıklı,fındıklı, yer fıstıklı, meyveli, damla sakızlı, pekmezli cevizli, kakaolu cevizli, pralinli kaymaklı, susamlı beleme, buzlu meyveli, meyve granürlü, cezerye, cevizli sucuk.
Turşu olarak; biberiye, kornişon, karışık, sivri biber. İçecek olarak da elma, vişne, portakal, limon ve tarçın çayları üretiyoruz.
- Yenigün reçelleri üretimine nerede başlandı?
Mürvet Alpagot: Kalekapısı’nda babamın yeri vardı. Üzeri evimizdi, alt katta da üretim yapılıyordu. Çocukluğuma dair en özel anılarım şekerci ustalarımızın sıcak akide şekerinden benim için yaptıkları horozlar, sepetler, hayvan figürlerinden oluşan şekerlemelerdi. Akide şekerinden sepetler yaparlardı benim için ve o sepetlerin görüntüsü hala gözümün önünden gitmez.

SABAH AKDENİZ’DEN ALINMIŞTIR