09 Temmuz 2010

MEHMET YEŞİL YEŞİL

Ata sporumuz yağlı güreşin en önemli merkezlerinden olan Antalya, er meydanına birbiri ardına başpehlivanlar sürüyor. Antalya’nın çıkardığı son başpehlivan ise Mehmet Yeşil Yeşil. Antalyalı güreşçiler elbette bu başarıları tek başlarına elde etmiyorlar. Kırkpınar’da büyük bir başarıya imza atan Antalyalı güreşçiler Başpehlivan Mehmet Yeşil Yeşil’in yanı sıra, Kırkpınar 2’ncisi Ali Gürbüz, 3’üncüsü Sermest Bulut, Başaltı birincisi Süleyman Aykırı, Büyük Orta birincisi Fatih Alabacak, Tozkoparan 2’ncisi Yaşar Şan oldu.

Bu yıl yapılan 648’inci Kırkpınar Yağlı Güreşleri’nde ikinci kez üst üste başpehlivanı olan Mehmet Yeşil Yeşil, üç kez üst üste şampiyon olarak Altın Kemer’in kalıcı sahibi olma hedefine bir adım daha yaklaştı. Yeşil aynı zamanda Kırkpınar’ın en genç başpehlivanlarından biri.

Gelecek yıla hazırlanmaya şimdiden başlayacağını ifade eden Yeşil, “Emeklerimin karşılığını aldım. Final maçının olduğu gün doğumgünümdü, başpehlivanlığım da aynı güne denk geldi, güzel oldu. Er meydanındaki duyguyu anlatmak inanın ki mümkün değil, orada sadece konsantre var, bence kelimelerle bunu cümlelere dökmek mümkün değil. Altın kemere çok yaklaştım, antrenmanlarım neyi gerektiriyorsa o doğrultuda olacak. Yeni sistemlere açığım. Hocalarımız nasıl bir program belirlerse onu uygularım. Şimdiden çalışmaya başlayacağım” diyor.

OKUL ARKADAŞINI YENDİ

Başpehlivanlık unvan güreşinde okul arkadaşı Ali Gürbüz ile güreştiğini belirten Yeşil Pehlivan’ın, “Ali Gürbüz ile Karamanoğlu Mehmet Bey Üniversitesi Beden Eğitimi Spor Yüksekokulu'nda eğitim görüyoruz. Ben 4, Ali 2. sınıfta. Kırkpınar'ın iki kardeşin güreşmesiyle başladığı biliniyor. Burada iki kardeş kıran kıran güreşerek vefat ettiler. Kardeşler güreşiyorsa okul arkadaşları da güreşir. Güreş, centilmenlik, dostluktur. İyi hazırlanmıştım, kazanacağımı düşünüyordum, kazandım” derken mutluluğu gözlerinden okunuyordu.

Üniversitede okuyan, basketbol ve futbol oynayan, trendleri takip eden, 3G’ye hemen geçecek kadar teknolojiyle ilgilenen ve sinemaya gitmeyi çok seven Yeşil Pehlivan, ailenin üçüncü kuşak güreşçisi… Dedesi meşhur Yeşil Pehlivan’ın nâmını devam ettiren Milli güreşçi şu günlerde hayali olan altın kemere bir adım daha yaklaşmanın mutluluğunu yaşıyor.

Gençliğinin enerjisi yüzüne yansıyan Yeşil Pehlivan hoşsohbeti, beyefendiliği, içtenliği ve samimiyetiyle gönlümüzdeki sevgisini daha da pekiştirdi. Altın Kemer’ini benim de takmama izin verme nezaketiyle renkli görüntüler ve esprilerin ardı ardına geldiği söyleşimizde, Yeşil Pehlivan’la tadına doyulmaz bir sohbetimiz oldu. “Altın Kemer”in ayrı bir büyüsü olduğu tartışmasız bir gerçek ki benim bile oturuşumun değiştiğini fark eden Yeşil Yeşil, “Bakın sizin bile duruşunuz değişti” deyince, kahkahalarla noktaladığımız söyleşimizde sizleri Mehmet Yeşil Yeşil’in başarılarla dolu hikayesiyle başbaşa bırakıyorum.

- Öncelikle biraz sizi tanıyalım...
1986 yılında Antalya Karaöz’de doğdum, ailem hâlâ orada. Belek’te yalnız yaşıyorum. Benden 6 yaş büyük bir ağabeyim var. Babam un imalatı yapıyor, annem ise ev hanımı. Karamanoğlu Mehmet Bey Üniversitesi, Beden Eğitimi Öğretmenliği son sınıf öğrencisiyim.

- Güreşe neden ve nasıl başladınız?

8 yaşında başladım. 1994 yılında dedemin vefatıyla birlikte ailemizdeki geleneği ben devralmak istedim. Özellikle aile büyüklerinden dedemle ilgili anıları dinlemeyi çok seviyorum. Dedem eski başpehlivanlardan “Yeşil Pehlivan.” 1940 ve 1955 yılları arasında bu yörede güreşirmiş. Ben adım olan Yeşil’i de onun isminden alıyorum zaten. Soyadımız olan Aykın’ı da mahkeme kararıyla değiştirip Yeşil yaptık. Böylece Yeşil Yeşil oldum. Ama özellikle resmi dairelerde soyadınız iki kere yazılmış diyerek birinin üstünü çiziyorlar, çok problem yaşadım bu yüzden… Bana Mehmet dendiğinde çoğu zaman bakmıyorum. Çünkü hem adım hem soyadım Yeşil. Bu işe başlamamın nedeni de dedem gibi başpehlivan olmak ve onun anısını yaşatmaktı. Şu anda Belek Belediye Spor Kulübü’nde güreşiyorum. Buraya Amasya Şekerspor’dan transfer oldum. Belek Belediye Başkanı Yusuf Mecek’in de emeği çoktur bende o yüzden öncelikle kendisine, hocalarıma ve emeği geçen herkese teşekkür etmek istiyorum.

- Kırkpınar’a nasıl hazırlandınız?

Bu hazırlık süreci tüm yılı kapsıyor. Son 2 hafta kala ağır antrenmanları sonlandırıp daha hafif çalışmalar yaptım. Her sabah 07.00’de kalktım. Önce 1 saat koşu, 1 saat de teknik antrenman yaptım. Ardından yarım saat yüzdüm. Akşamları ise haftada 4 gün ağırlık antrenmanı, 3 gün ise diğer güreşçilerle güreştim. Akşamları da saat 23.00’te uyudum. Pazar günüm tatil. Çarşambaları ise sauna-masaj günüm.

- Sizi tanımayanlar için, başpehlivanım dediğinizde “Haydi bir güreşelim” diyen çok mu?

Antalya’da herkes tanıyor zaten beni, gelip tebrik ediyorlar. Ama İstanbul’da durum böyle değil tabii. Antalya için yağlı güreşin ocağıdır diyebiliriz. Çok meraklıdır bu spora herkes. Diğer illerde çocuklar güreşe minderde başlar, ama Antalya’da direkt yağlı güreşe başlarlar. Beni gördüklerinde “Haydi bir güreşelim” diyen çok oluyor. Böyle diyen hiç kimseyle ciddi ciddi güreşmek kısmet olmadı ama beni her gören bir kere mutlaka söyler…

- Seyirci sayısı nasıl güreş müsabakalarında?
Çok fazla, futboldan bile daha çok... Normal güreş müsabakalarının 20 bin, Kırkpınar’ın ise 30 bin seyircisi var. Futbolda bu rakamlar yok. Güreş sporunun çok özel bir seyircisi vardır. Dualarla, ‘Allah Allah’ sesleriyle maçlar yapılır. Ne bir küfür, ne bir kötü sözü asla duyamazsınız. Manevi yönü çok yüksek bir spor dalı olduğu için güreşin seyircisi özeldir. Güreş sporu futboldan daha az yer alıyor medyada, ama seyirci ilgisi futboldan fazladır. Bir spor gazetesinde sadece futbol var, diğer dallar çok küçük yer alıyor.

- Başpehlivan olduğunuzda kimler aradı tebrik için?

Cumhurbaşkanımız taktı zaten altın kemerimi, ziyaretine de gittim. Onun dışında pek çok bakan, devlet adamı aradı. Ama en çok şaşırtan oyuncu Sümer Tilmaç’ın tebrik telefonu oldu. Antalya’da çiftlik evi olduğu için oradan tanıyor beni. Yolda beni tanıyanların tebrikleri hala devam ediyor.

- Altın kemeriniz nerede duruyor, kasada mı saklıyorsunuz?
Çok yoğun şekilde davetlere katıldığım için yanımda taşıyorum şu günlerde, takmamı istiyorlar çünkü. Ama normalde özel bir kasada duruyor, evde değil. Ağırlığı, 1 kilo 450 gram. Benim bir tane daha altın kemerim var. O kemerin hayat boyu sahibiyim. Elmalı Güreşleri’ni üç yıl üst üste aldığım için altın kemerin ömür boyu sahibi oldum. Elmalı Güreşleri’nin tarihi çok eskidir, Kırkpınar’dan 9 yıl öncesine dayanır. Başpehlivanlık için de 2008 yılında güreşmeye başladım. 2009 yılında altın kemeri aldım, bu yıl da ikinci kez aldım ve hedefim Altın Kemer’in ebedi sahibi olmak…

KISPET ÇOK RAHAT

- Kıspet rahat bir şey mi? Çok rahatsız görünüyor da...
Evet, hem de çok. Çünkü çok yumuşak. Yağlı olduğu için giyimi de kolay. Bozulmasın diye kullanmadığımızda yağlayıp kaldırıyoruz. Kıspetin kullanım süresi 2 yıldır. Kıspetin içinde tutacak dikiş yerleri var, oradan tutuyoruz. Zaten ya paçadan ya da kasnaktan tutacaksın, başka yer yok. 9 yaşındayken Burdur'un Dirmil ilçesinde güreşlere katılmıştık. O gün bezden bir kıspet giyiyordum ve bağladığımız ip belimi sıktığı için ikinci turda elenmiştim. O gece bırakmak istedim ama babam saat 02.00'de bir kıspetçi bulup, bana ilk kıspetimi diktirdi. Ne mutlu ki bugün ikinci kez Altın Kemer sahibiyim.

- Güreşin zorluğu nelerdir?

Kırkpınar alanının etrafı kapalıdır. Üstten güneş vurur, alttan bir hava sirkülasyonu da olmaz. Çim 25 cm boyutundadır. O da güreşten ve yağdan yandığı için inanılmaz bir sıcaklık verir. Zaten bir güreşçi her maçından sonra en az 3 kilo zayıflar. Kırkpınar final maçında 5-6 kilo vermişim. Finalde 100 dakikaya yakın güreşmişiz. Kolay değil yani... Yılda ortalama 200 güreş müsabakası düzenleniyor ve ben 50 tanesine katılıyorum.

PEHLİVANIN KULAĞI KIRIK OLUR

- Bir pehlivan başka pehlivanı görünce tanır mı?

Evet, yürüyüşünden bile tanır. Pehlivan, kendinden emin yürür, omuzları geniş, vücudu kaslı olur. Ve tabii kulakları da kırık olur.

- Her iyi pehlivanın kulağı kırık mıdır?

Genelde. Alınan darbeler nedeniyle kulak kırılıyor. Ama minder güreşinde bu daha çok olur. Benim de kulağım kırıktır mesela, ama duymada sorun yok.

- Başpehlivanın bir günlük beslenme mönüsü nasıl?
Kahvaltıda, yumurta, bal, peynir, zeytin ve çok az ekmek. İçecek olarak süt ya da portakal suyu. Üzerine de çay. Ara öğünde, bol bol kuruyemiş ve meyve. Öğlen, 1 porsiyon et ya da balık. Yanına salata ve meyve. İçecek olarak meyve suyu, gazlı içecek asla içmem. İçki ve sigara kullanmıyorum. Balık ürünlerinin hepsini çok severim Akşamları, sulu bir yemek çeşidi, yanına makarna ve salata. Üzerine fıstıklı baklava. Ara öğünde de ballı yoğurt yiyorum. Pehlivanların bir oturuş da on tavuk yediği sadece şehir efsanesidir. Edirne’de bizi ciğerciye götürdüler bana gelen tabak neredeyse 4 porsiyondu. Fotoğraf çekimi falan bittikten sonra tabağı gönderip normal insan porsiyonu istedim. Yani öyle abartıLI porsiyonlar yemiyorum. Daha çok organik beslenmeye çalışıyorum.

- Maçlarda size özel taktikleriniz var mı?

Rakibimin açıklarını çok iyi analiz ederim. Eski maçlarını seyrederim. Eksi ve artılarına bakarım. Ülkemizde zaten 60 başpehlivan var. Hepimiz birbirimizi tanıyoruz. Taktiğimi rakibime göre belirlerim, hücum mu yoksa müdafaa mı yapacağıma karar veririm. Final maçımda normal sürede hücum güreşi yaptım, finalde de daha kontrollü güreştim. Rakibimin hata yapmasını bekledim. Maça çıkmadan önce mutlaka dua ederim. En centilmen spor, güreştir. Çünkü usta-çırak ilişkisi var.

- Eski takım arkadaşınız Recep Kara’yı iki senedir yeniyorsunuz, sahaya çıkınca neler hissediyorsunuz?

Recep Kara geçen sene benim durumumdaydı. İki kez altın kemer almıştı eğer geçen sene birinci olsaydı altın kemerin ebedi sahibi olacaktı. Bu maçlara çok sıkı hazırlanıyoruz. Bir yıl sadece bu maçı düşünüyoruz ve sonuç çok önemli oluyor. Ahmet Taşçı ve Cengiz Elbeye’nin pehlivanlığını kendime örnek alarak büyüdüm. Pehlivan olduğunuzda hayatınıza, giyiminize, hareketlerinize çok dikkat etmeniz gerekiyor. Pehlivanlar örnek olan kişilikler olmalıdır. Dedem zamanında, Kırkpınar’a gidememiş parasızlıktan, onun hayalini ben gerçekleştirdim. O yıllarda güreşmek için yürüyerek giderlermiş er meydanına… Yolda bir at arabası falan denk gelir de alırsa yol bitermiş. Şimdi devir çok değişti, imkanlar var, hocalarımız var. Sorumluluğu çok ağır bir nam taşıyorsunuz.

‘YEŞİL’ BAŞPEHLİVANIN EN SEVDİKLERİ…
Film: Cesur Yürek
Şarkıcı: Beyonce, Sezen Aksu, Teoman
Aktör: Antonio Banderas, Şener Şen
Şehir: Amsterdam
Parfüm: Davidoff

Mehmet Yeşil Yeşil kimdir?

27.06.1986 yılında Antalya’nın Manavgat ilçesinin Karaöz köyünde doğdu. 8 yaşında güreşmeye başlayan Yeşil, Karamanoğlu Mehmet Bey Üniversitesi Beden Eğitimi Spor Yüksekokulu son sınıf öğrencisi.

1999- Kırkpınar’da ilk madalya
2001- Tozkoparan’da ikincilik
2002- Deste Küçük Boy’da ikincilik
2004- Deste Büyük Boy’da birincilik
2005- Amasya Spor Kulübü’ne transfer oldu ve minder güreşine de başladı.
2006- Avrupa Şampiyonu oldu.
2006- Dünya Şampiyonası’nda üçüncü oldu...
2009- Kırkpınar Başpehlivanı oldu. Minderde, Uluslararası Yaşar Doğu Turnuvası’nda ikinci oldu.

2010-İkinci kez Kırkpınar Başpehlivanı oldu.

FİKRET OTYAM


Birçok tanınmış gazeteci ve yazara, öğrencilik yıllarında sağlam temeller atan, toplumla doğrudan ilişkiler kurmasını sağlayan, empati yapmasında ısrarcı olan, çıkardığı kitaplarını bugün keyifle okuduğunuz “Ustaların Ustası” Fikret Otyam, bu haftaki söyleşimin şeref konuğu benim için…



Fikret Usta’yla röportaj öncesi yaşadığım heyecanımı ve mahcubiyetimi sizlere anlatacak kelimeleri inanın bulamıyorum. Usta bir röportajcı ile söyleşi yapmanın kendi adıma ne kadar zor ve titiz bir çalışma gerektirdiğini söylememe gerek yok.



Sürekli onu izledim oturduğu o koltuktan...


Onu tanıyanların kendisi için söylediği her sözü mahcubiyetle karşılayan, yüzü kızaran, hata bulduğunda ise düzeltmekten çekinmeyen, sözünü esirgemeyen bir sanat ustasıydı karşımda duran...


Yılların yorgunluğu, yüzünün çizgilerinde gizli… Ama gözleri hala 16 yaşında bir delikanlının çevikliği ve kurnazlığıyla bakıyor. Yüreği hala 18 yaş heyecanıyla çarpıyor. Yüzüne yerleşen yıllar, yüreğini ele geçiremediği için ilk günlerdeki hevesle sanata devam ediyor.


Zor bir yaşam… Bir yanda duygu yükünden uzak, kariyerinin getirdiği yükümlülüğü taşıdığını kanıtlamak, bir yandan sevdiğinin güvenilir kucağına sığınıp, herkesten uzak bir yerlerde doğayla iç içe yaşamak... Yılların yorgunluğunu ve yaşadığı bu zorlu dönemin getirdiği bütün sıkıntıları yüzünde ustaca saklayan, maharetli elleriyle hiç durmadan çalışan bu kocaman yürekli insanın, fikirlerinden uzaklaştıkça çok yoksullaşacağız, diye düşündüm elimde olmadan…


Bugün 84 yaşında olan Fikret Otyam, emekli olunca yerleştiği Antalya Gazipaşa’da, devrimciler örgütlü diye herkesin işkenceden geçirildiğini anlatıyor anılarla olan yolculuğumuzda. Yazı yetmediği zaman fotoğraf, fotoğraf yetmediği zaman resim olan hayatında, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yaşayan kadınları konu alan çalışmaları ilgiyle takip edilen sanatçı, özellikle de ezilmiş insanlar, yüzünde ifadesi olan insanlar, kadın portreleri, yılların yorgunluğunu ve acısını yüzünde okuduğu insanların portreleriyle tanınıyor.


"Gazeteci olarak tüm Türkiye'yi gezip görmüştüm. Ama Antalya benim Türkiye'de gördüğüm son il olmuştu. İşte o anda Tanrı'dan, 'Eğer ben sevgili kulunsam Beydağları'nda yaşamayı nasip et bana' diye diledim. İşte dileklerim gerçekleşti" derken yaşadığı mutluluk yüzünden okunuyor.


Otyam çifti, Geyikbayırı’nda, Keklikbeleni mevkiindeki çok sevdikleri Beydağları'yla iç içe olan yeni evlerinde mutlu. İç mimar Filiz Otyam, inşaat halinde aldıkları evi sekiz ayda yaşanır bir hale getirmiş. Resimlerini yapıp fotoğraflarını çektikleri Beydağları'nın tam içinde yeni yaşamlarına başlayan sanatçılar, Geyikbayırı’nı anlatırken, "Burada hava bedava, su bedava. Nem Antalya'daki gibi rahatsız etmiyor. Beydağları'yla koyun koyuna yaşayacağız geri kalan ömrümüzde" diyerek mutluluklarını dile getirdi.


Resim çalışmalarını Cumhuriyet gazetesinden emekli olduktan sonra yoğun biçimde sürdüren Otyam’ın, resimlerinin konusu 1950'li yıllardan itibaren Anadolu'nun doğası, halkı ve yaşantısını yansıtmaktadır. Akademik bir eğitim görmüş olmasına karşın, akademicilikten uzak, geleneksel çizgileri temel alan bir tarz resimlerine yansımaktadır. İlk resim sergisini 1952’de açan sanatçı günümüze kadar yurt içi ve yurt dışında otuzun üzerinde sergi açmıştır ve resimleri birçok yurt dışı müzelerinde ve özel koleksiyonlarda yer almaktadır.



Eşi Filiz Otyam ile 1977 yılında evlenmiş. Birlikte 1979'da Antalya'nın Gazipaşa ilçesine yerleşmişler. Amerika'da iç mimarlık eğitimi alan Filiz Otyam sanatını dokumalar yaparak sürdürmektedir. Otyam'ların ortak sergileri yurtdışında Kuveyt, Kopenhag, Münih, Köln, Esslingen, Leverkusen, Bercsichgladbach gibi birçok şehirde açıldı.


Hayata karşı duruşu ve doğa sevgisiyle tanınan Otyam, geçtiğimiz haftalarda “Ben yaştaki sedir, çam ve nice ağaçların acımasızca kıyıma uğratıldığını acıyla izlerken ve bu kıyımı kıyasıya eleştirirken, aynı amaçlı bir ödülün de Çevre ve Orman Bakanı Prof. Dr. Veysel Eroğlu'na da verilmesi, doğa sevgime ve bu konulardaki yazılarıma ters düşeceği; aldığım takdirde yaşanan orman katliamına ortak sayılacağımdan dolayı ödülü almayacağımdiyerek bilinen ‘Fikret Otyam’ cevabını verdi.


Kendine has üslubuyla doktorlarından bile “canabakan” diye bahseden Fikret Otyam’ın, tedavi gördüğü hastanede, kendisini tanıyıp sırasını veren hastalardan bahsederken gözleri doluyor, sesi titriyor. Benden önce gelen bir hasta beni görünce sırasını verdi ve eşine ‘O Fikret Otyam’ diyerek bize döndü ve ‘buyurun siz geçin’ dedi. Biz kabul etmedik ama bu duyguyu yaşamak tarif edilemez” diyen Usta’nın, mavi gözlerindeki kendine has ışığı görmek için, gözlerine bir kez bakmanız yeterli…


1950'de başladığı gazeteciliği 30. yılında bırakan Fikret Otyam, eski denizlerine, fırçasına ve tuvaline yelken açmak üzere gider Antalya'nın Gazipaşa'sına yerleşir. Nedeni mi?
"Yapamadığı resmi yapabilmek için, yazamadığı kitabı yazabilmek için, içemediği rakıları içebilmek için, giremediği denize girebilmek için, soluyamadığı temiz havaları soluyabilmek için."


Sanatçı kişiliğiyle bizlere örnek olan, topluma ışık yayan, karamsarlığı unutturan, resmi, fotoğrafı sevdiren Anadolu'yla, dostlukla, aşkla, emekle örülü bir hayatın emekçisi değerli sanatçının, saygıyla ellerinden öperim.




-Fotoğraf sanatındaki ilerleyen teknoloji çekilen resimleri de etkiliyor mu?


Kendi fotoğraflarımızı çekerdik, yıkardık. Şimdi dijital makineler var artık… Fotoğrafla ilgisi yok. Kapağı açacaksın, filmi koyacaksın, saracaksın. Açacaksın, çekeceksin, bekleyeceksin. Şimdi çekiyorsun, görüyorsun, bilgisayarda her türlü değişimi yapıyorsun. İşin içine sahtekarlık girmediği sürece işimiz daha kolay.. Dijital makineyle istediğiniz kadar fotoğraf çekebiliyorsunuz. Beğenmediklerinizi siliyorsunuz. Film bitti, baskı gerekli derdi yok. Tek önemli olan sergilerde kullanılan fotoğrafların ham haliyle sergilenmesi. Üzerinde oynanmış fotoğraf sergilenemez.


-Resim sanatına olan ilgi nasıl Türkiye'de?


Geçen gün resim malzemesi satın aldığım dükkanın vitrininde şöyle bir yazı gördüm. 'Hızlandırılmış resim kursları...' Hızlandırılmış tren kazası 30 kişiyi öldürdü, hızlandırılmış kurslar da resim sanatını öldürüyor. Resim yapmanın hızlandırılmış kursla öğrenilerek yapılabilecek bir sanat olduğuna inanmıyorum.


-Neden keçi ve kadınları resmediyorsunuz?


Güneydoğu`daki kadınların gözleri doğadan, doğuştan sürmeli. Doğulu kadının gözleri zaten sürmeli. Bir de sürme çekerler, olur fincan gibi. Biraz da ben abartıyorum. Bu gözler benim imzam gibi oldu. Harranlı, Doğulu kadın... İmzam olmasa da ‘Bu Otyam’ derler. 45 yıldır bu simge oldu. Keçiye gelince... Biz çocukken kuzu beslerdik. Gazipaşa`ya geldiğimizde keçi besledik. Şimdi Geyikbayırı`ndaki evimizin bahçesinde de keçimiz var hatta beyaz keçim bize torun verdi. Aslında satmadığım resimlerimde var. Antalya’yla ilgili birçok resmim var ama benim resimlerim çok büyük olduğu için sergilenmesi zor oluyor. Aksu’daki balıkçıları resmetmiştim geçtiğimiz yıllarda, şimdi orayı dağıtıyorlar. Aksu’daki balıkçılar bile resimlerde kalacak bundan sonrasında…


-Kadın portreleri denilince asla vazgeçemeyeceğiniz nedir?


Ben, bütün yüzlerdeki acıyı ve dehşeti olduğu gibi veririm. Benim resim anlayışım oydu. Pamukta çalışan kadınlar, pancarda çalışan kadınlar, buğday ve arpada çalışan kadınların yüzleri. Yorgun, hepsi acılar içinde. Çökmüş avurtlar, gözlerinin altı mor. Portrelerimde çoğunluk bunlar vardı. Bir Ankara sergimde, iç hastalıkları profesörü bir hanım dostum var, benden hep resim alır. Sergimize geldi. Hep çiçek getirir. Ben de, ‘Yaa hocam, bir şişe rakı getirsene, daha makbule geçer’ diye ona takılırım. Ondan sonra, bütün sergilerimize rakı şişesiyle geldi. Ve her sergiden muhakkak ufak ya da büyük bir portre alır. O gün sergiye geldiğinde almadı. Cumhuriyet Gazetesinde yazıyorum o zamanlar. Bana ‘Sen, bugün kendi gazeteni okudun mu?’ diye sordu. ‘Okudum’ dedim. O günkü Cumhuriyetin manşeti, ‘Bugün 19 Ölü’. Gençler vuruşmuş, 19 genç hayatını kaybetmiş. ‘Yaaa. Ben, bu gençlere onların acılarına yanarken, düşünebiliyor musun 19 genç can gitmiş, bir de para vereceğim, bu acı suratları alacağım, bu acıları duvarıma asacağım. Ne hakkın var buna’ dedi. Onun bu söyledikleri beni çok düşündürdü. Ve ben kadınlarımı güzelleştirdim. Ama o yüzdeki hüznü getirdim, gözlerine koydum. Hala o minval üzerinden devam ediyorum.


– Uzun yıllar oldu gazeteciliği bıraktığınızdan beri, günleriniz nasıl geçiyor?


Antalya Geyikbayırı’nda şehre 7 kilometre ötede bir yer aldık. Orada projeyi, eşim Filiz Otyam’ın da yardımıyla yaşama geçirdik. Filiz iç mimardır. İlk işim, orayı ağaçlandırmak oldu. Yıllardır keçileri gözlemlerim. Çiçekler, ağaçlar filan. Her yıl, on, on beş keçi sürüsü gelir. İlkbahar’da gelir, sonbaharda giderler. Orada otlanırlar. Ben de bahçeyi sulamaya çıkarım. Hani, keçiler zararlı bilinir ya. Çaydan su içerken bir günden bir güne çiçeklerimi yediklerini görmedim. Ben bahçeyi sularken onlar bana bakar, ben onlara bakarım. Bahçemde rengarenk çiçekler, değişik yapraklar var ama keçiler oralı olmaz çayın kenarından geçer giderler. O zaman anladım, bu keçilerin, zavallıların adı çıkmış. Bir gün bir tanesi öyle mahzun bakıyordu ki, dayanamadım resmini yapayım dedim. Bir kaç desen çizdim. Baktım, hakikaten çok grafik bir hayvan. Öyle kocaman keçiler yapıyorum. Bir gün çaydan geçip şehre ineceğim. Yolun ortasında keçi sürüsünün tam ortasında kaldım. Önüm, arkam, sağım, solum keçi. Korna çalıyorum. Oralı değiller. Mecburen orada durup keçi sürüsünün geçmesini bekliyorum. Onları izlerken birden fark ettim. Hayvanın sakalı çenesinde değil, çenesinin altında boğazına doğru. Ben resimlerde sakalı hayvanın çenesine oturtuyorum. Şehre gitmekten vazgeçtim. Gerisin geriye hemen eve döndüm. Bütün resimlerdeki sakalın yerini düzelttim. Keçiye zararlı derler. Siz hiç elinde çakmak orman yakan bir keçi gördünüz mü? Ya da elinde balta ağaç kesen bir keçi? Keçi sevgimi bilenler beni geçen yıl Ege Üniversitesi’nin düzenlediği bir sempozyuma davet ettiler. Orada keçiler üzerine bir konuşma yaptım ve yaptığım keçi resimlerinden oluşan bir sergi de açıldı. Beni baş çoban ilan edip bana küçük bir keçi ile özel dokunmuş bir kepenek hediye ettiler.


- Gazipaşa’ya yerleşmenizin üzerinden 30 yıl geçti. Gazipaşa’daki değişimi nasıl değerlendiriyorsunuz?


Eylül 1980 askeri darbesiyle, Antalya, Gazipaşa`da çok sayıda insan topluca gözaltına alınarak Burdur Cezaevi`nde işkenceye tabi tutuldu. Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği üyesi olduğumuz için, devrimci veya Halk Partili olduğumuz için o dönem en ağır zulümlerle karşılaştık. Emniyet birinci şubede pardösülü, kır saçlı bir siyasi polis, Gazipaşalı çocuklara işkence yapıyor. Onlara `bizi Fikret Otyam bizi örgütledi, bize şunları şunları söyledi` dedirtmeye çalışıyor. Bir öğretmen, ‘Fikret Otyam seni bilmem ne yapsın` diyor, yine cevap yok. İşin komik tarafı Gazipaşalı 20-25 tane gence bunu söyletemeyince Alanyalı genç bir çocuğa, ‘Sen tanıyor musun Fikret Otyam’ı’ diye soruyorlar. ‘Tanırım, ak donla gezen ak saçlı sakallı bir adam’ demiş. Ben o zamanlar Manisa Tarzanı gibi şortla gezerdim, sakalım da vardı. Sen bize yalan söylüyorsun, diye çocuğa nasıl işkence yapmışlar. ‘Ne yalanı doğru söylüyorum efendim’ demesi fayda


etmemiş. Arkadaşlar diyorlardı ki, ‘Hem ağlıyoruz, hem gülüyoruz’. Bu konuyu gündeme getirmek istedim, görüşmeler yaptım. Ben gidip geliyorum; bir keresinde Gazipaşa`ya döndüğümüzde polis bana, `Sizi Antalya Sıkıyönetim Komutanı istiyor` deyince anladım, haber yerine ulaşmıştı bile... Ertesi sabah görüştüğümüz Paşa, işkence şikayetlerimizden rahatsızdı. Bir sürü cinayetler oldu. Böyle başlayan Gazipaşa maceramızda aradan yıllar geçti. Doğayla ve hayvanlarla iç içe bir hayatımız oldu. Evimizde keçilerimiz, ceylanlarımız, köpeğimiz, kedilerimiz ve tavus kuşumuzla hayatımızın en güzel yıllarını Gazipaşa’da geçirdik.


-Antalya’da sizinle ilgili başka sergilerde gezebilecek miyiz?


''Gazetecinin Objektifinden'' sergileri Antalya'ya en çok yakışan kültür sanat etkinliklerinden biridir. İlk kez bir sergide kendi çabalarımız dışında fotoğraflarımız basılarak sergilendi. O kadar kalabalıktı ki ben sergiyi doğru düzgün gezemedim bile… Uzun yıllardan beri kapalı galerileri kullanıyorduk, açık hava sergisi daha ferah daha güzel olmuş. Sokaktan geçen insanların ilgisi o kadar yoğundu ki, çok mutlu olduğumuz bir çalışma oldu. Benim tuvallerim çok büyük olduğu için henüz bu ölçülerde bir galeri Antalya’da yok, Filiz’in eserleri de büyük mekanlara göre oluyor ama şartlar sağlanırsa elbette isterim.



Fikret Otyam Kimdir?



1926’da Aksaray’da doğdu. Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü'nden mezun oldu. Burada ünlü ressam Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun öğrencisi oldu.
Gazeteciliğe 1950 yılında "Son Saat" gazetesinde başladı. Daha sonra Cumhuriyet Gazetesi'nde çalıştı ve köşe yazarlığı yaptı. Özellikle Anadolu ve Güneydoğu Anadolu ile ilgili yazdığı röportajlarla tanındı. Bu röportajlarını çok sayıda kitapta topladı. Otyam halen, Aydınlık Dergisi'nde her hafta yazmaya devam ediyor. Emekli olduktan sonra resme ağırlık verdi. Sanatçı Antalya'da yaşamını sürdürüyor. Akdeniz Gazetecilik Vakfı ve Altın Portakal Kültür Sanat Vakfı'nın kurucu üyelerindendir. Fikret Otyam, ünlü besteci ve orkestra şefi Nedim Vasıf Otyam'ın kardeşidir. Dokuma ve fotoğraf sanatlarıyla ilgili sanatçımız Filiz Otyam ile evlidir.








ANTALYA DÜNYA PLAJ HENTBOL ŞAMPİYONASI




Yaz aylarının vazgeçilmez spor organizasyonlarından biri de hiç şüphesiz plaj hentbolu organizasyonları. Bir sezonun ardından hentbolcular plajlarda boy göstererek yeni sezona kadar hentboldan kopmamak için kıyasıya bir mücadele veriyor.

Bayan Hentbol Milli Takımımız zorlu bir sınavın eşiğinde… Kariyerinde 2002 Avrupa ikinciliği, 2006 Dünya beşinciliğinin yanı sıra, 2004 yılı Dünya Plaj Şampiyonası’nda Dünya İkinciliği gibi büyük başarılar bulunan ve güçlü rakipleri karşısında oldukça zorlu bir sınav verecek olan bayan hentbolcularımız, yoğun bir kamp programıyla Antalya Lara’da yapılacak olan Dünya Plaj Hentbol Şampiyonası’na hazırlanıyor.

Hentbol, her yaş ve cinsiyete hitap edebilen nadir spor dallarından biri. Bununla birlikte hentbol, sporun genel özelliklerden olan kuvvet, dayanıklılık, sürat ve esneklik gibi kazanımlara olan katkısının yanında bağımsız hareket etme, kollektif düşünebilme, irade gücü, cesaret, azim, iyi karakter ve dürüstlük gibi özelliklerin kazanılmasına da büyük katkıda bulunuyor.

Hentbol, tarihi çok eskilere dayanan bir spor dalı. Antik Yunan tarihi, Homeros’un bu oyuna oldukça benzer bir oyunu oynandığını yazıyor. Milattan önce 600 yıllarında geçtiği tahmin edilen bu sporda, atletlerin bir duvara topu vurduktan sonra kapma çalışmaları ve bu süreç içinde yaptıkları mücadeleyi anlatılıyor. Yine Bizanslıların "harpaston" adını verdikleri oyun da neredeyse günümüz hentbolunun temelini oluşturuyor. Ortaçağda Alman ozan Walter ise "top yakalama" adında hentbola oldukça benzer bir oyundan bahseder. Ancak Hentbol, gerçek seklini 19. yüzyılda Danimarka'da almış. Hentbolun kökeni Danimarka'da oynanan 'Handball' denen bir oyundan geliyor. Ülkemizde de ilk olarak 1947'de Türkiye Hentbol Şampiyonası düzenlenmeye başlamış.

Plaj Hentbolu ise ülkemizde 1996 yılından itibaren oynanmaya başlayan ve oldukça ilgi gören bir spor dalı. 2000 yılında ilk kez İtalya’da Avrupa Plaj Hentbol Şampiyonası düzenlendi. Bu şampiyonaya erkek ve bayan milli takımlarımız katıldı.



LARA’DA 5 SAHA HAZIRLANDI

Dünya Plaj Hentbol Şampiyonası için Lara Birlik Plajı’nda tribün kapasitesi 2 bin 200 kişilik bir tane, 500 kişilik iki tane ve 300 kişilik 2 tane olmak üzere toplam 5 saha tüm altyapısıyla birlikte hazırlanıyor. Şampiyona yerli ve yabancı konuklar tarafından ücretsiz olarak izlenebilecek. 4. Erkekler ve Bayanlar Dünya Plaj Hentbol Şampiyonası TRT televizyonu tarafından da naklen yayınlanacak.

Bu ay başlayacak olan şampiyonaya, toplam 18 ülkeden 24 takım katılacak. 22-27 Haziran tarihleri arasında yapılacak şampiyonada mücadeleler, Lara Birlik Plajları'nda gerçekleşecek. Sabah 11.00’den itibaren akşam 22.00’ye kadar devam edecek maçlar ayrı ayrı sonuçlanan iki devre oynanıyor. Her devre 10 dakika sürüyor ve milli sporcularımız Antalyalıların desteğini bekliyor.

Bu haftaki sohbetimizi şampiyona öncesi Club Hotel Sera’da son hazırlık kampını yapan Bayan Milli Hentbol Takımı’nın takım kaptanı Senar Yeşilbayır Dayat ve takımın başantrenörü Birol Ünsal ile gerçekleştirdik.

Yeni evli olan takım kaptanı Senar aynı zamanda takımın en deneyimli oyuncusu… Sporculuğun çok büyük bir fedakarlık gerektirdiğini söyleyen takım kaptanı “Bugünlere büyük özverilerle geldik, şampiyonanın ev sahibi olarak şampiyonluğu almak ilk hedefimiz” diyor.

Bayan Hentbol Milli Takımı’nın antrenörleri Birol Ünsal ve Kadir Ayar, takım kaptanı ve pivot oyuncu Senar Yeşilbayır Dayat, kaleciler Serpil Çapar, Sevilay İmamoğlu ve Necla Ulucan, oyun kurucular Serpil İskenderoğlu, Çiğdem Özcan, Yeliz Özel, Sıdıka Kurban, Güneş Atabay, Didem Hoşgör, Ceren Akgün, Yasemin Şahin, ve Gonca Nahçıvanlı’ya biz de bol şans diliyoruz.



Son hazırlıklar nasıl gidiyor?

Senar Yeşilbayır Dayat: Hazırlıklarımız çok iyi gidiyor. Salondan sonra plaj antrenmanları elbette daha farklı oluyor. Sabah ve akşam antrenmanlara devam ediyoruz. Hedefimiz elbette Dünya Şampiyonluğu ve elimizden gelenin en iyisini yapacağız.

- Salon maçlarına göre plajda oynamak daha mı zor?

Senar Yeşilbayır Dayat: Aslında salonun yapısı daha basıktır. Plajda hem görsel açıdan hem de açık havada olduğu için oynamak daha keyiflidir. Ama zeminin kum olmasının zorluğu salondan daha fazla elbette. Plaj Hentbolu daha fair play’a yönelik, kuralların daha farklı olduğu aynı zamanda eğlenceye de imkan sağlayan bir ortam yaratıyor. Takım olarak plajda oynamaktan çok zevk alıyoruz.

- Kaç yıldır hentbol oynuyorsunuz?

Senar Yeşilbayır Dayat: Hentbola 12 yaşında başladım ve 23 yıldır hentbol oynuyorum. Hala ilk günkü hırsımdan ve mücadelemden en ufak bir eksilme hissetmem. Hentbol’da eğer kondisyonunuz iyiyse üst yaş sınırı yok ama ben artık bırakmayı da düşünüyorum. Yeni evliyim, eşim de Gençlerbirliği’nde yardımcı antrenör olduğu için zaten görüşemiyoruz. Artık çocuk sahibi de olmak istiyorum. Bu yıl benim son yılım olabilir. Bu yaşıma kadar özel hayatıma çok dikkat ettim. İçki ve sigara kullanmam. Uyku saatlerim ve yeme içme alışkanlıklarım bile maç günlerine ve antrenman saatlerine göredir. Sporculuk dışarıdan görüldüğü kadar kolay bir iş değil. Hayatınızdan çok fedakarlıklar gerektiriyor. Tüm hayatımı maçlarıma ve antrenmanlarıma göre ayarladım. Bizim takımımızda 17 yaşında olan oyuncularımız da var. Ben hala oynayabiliyorsam kendime dikkat ettiğim içindir. Yerimi yeni nesil oyunculara bırakırken onlara takım ruhunu ve takım olabilme duygusunu da bırakmak isterim.

- Hem sporcu hem kadın olmak evliliğinizi etkiliyor mu?

Senar Yeşilbayır Dayat: Takımda evli olan üç kişiyiz ve eşlerimiz bizlerin en büyük desteğidir. Bir arkadaşımızda hemen turnuvadan sonra evleniyor. Bizlerdeki hentbol aşkı öyle bir aşk ki öncelikle spor deriz. O da sadece turnuva için Antalya’ya geldi ve “turnuvadan nikaha” gidecek diyebiliriz.

- Plaj Hentbol’unda dünyadaki bilinirliğimiz yüksek mi?

Senar Yeşilbayır Dayat: Plaj hentbolunda tüm ülkeler artık Türkiye’yi biliyor ve bizi güçlü bir rakip olarak görüyorlar. 2002 yılındaki Avrupa ikinciliğimizden sonra çıtamız daha da yükseldi. Türkiye hentbolda hep ilk beşte oldu. Ülkemizin 3 tarafının denizlerle çevrili olması bizim plaj hentbolundaki en büyük avantajımız. Oyuncu açısından alt yapıdan yetişen oyuncu azlığımız olmasa çok daha büyük başarılara imza atmış olabilirdik. Bizim milli takımdaki on oyuncu için kemik kadro diyebiliriz. On senedir beraberiz ve artık kardeş gibi olduk. Maçta birbirimizin bir bakışından ne demek istediğimizi anlar hale geldik ama on senemiz gece gündüz beraber geçti. Ailemizden, eşlerimizden çok takım arkadaşlarımızı görüyoruz. Bizlerin ailesi takım arkadaşlarımız oluyor.

- Maçlardaki izleyici sayısından etkileniyor musunuz?

Senar Yeşilbayır Dayat: İzleyici bizim için o kadar önemli ki izleyicinin olmaması bizi maça başlarken bile olumsuz etkiliyor. İzleyicilerden hem oyuncular hem hakemler etkilenir. Hentbol maçlarında izleyicimiz çok olmuyor ama plaj hentbolunda bu yıl Antalyalıların bizleri yalnız bırakmayacağını umuyoruz. Bizi desteklemeye geldiklerini gördüğümüzde daha büyük bir heyecanla oynuyoruz. Dilerim Antalyalılar Plaj Hentbolu Dünya Şampiyonası’nda Türkiye’yi yalnız bırakmazlar.

- Takımın maçtan önce uğurlu geldiğine inandığı bir alışkanlığı var mı?

Senar Yeşilbayır Dayat: Takım olarak değil ama herkesin kendine göre uğurlu bir eşyası vardır. Kimi hep aynı çorabı giyer, kimi hep aynı çantayı kullanır. Herkes maça çıkmadan önce dua eder ve birbirine şans diler. Eşyaların uğurlu geldiğine ve şansa inanan bir takımız diyebilirim.



- Diğer ülkelere kıyasla fiziki şartlarımız yeterli mi?

Birol Ünsal: Bugüne kadar bir çok ülkeye maça gittik ama Antalya kadar güzelini görmedik. Havaalanına yakın, oteller bölgesinde, plajı bu kadar müsait bir başka yer yok. Toplam 18 ülkeyi ağırlayacağız. Şampiyona boyunca toplamda 112 maç yapılacak. Günde 26 tane maç oynanacak. Büyükşehir Belediyesi, Muratpaşa Belediyesi, Akdeniz Üniversitesi ve AKTOB’a destekleri için teşekkür ederiz. Hentbol sporuna katkıları için Hentbol İl Temsilcisi Nedim Kul’un emekleri de çok önemlidir.

- Şampiyona ile ilgili neler söylersiniz?

Birol Ünsal: Seyirciler canlı müzik eşliğinde eğlenerek maç izleyebilecekler. Antalyalıları Dünya Hentbol Şampiyonası’nda Lara plajlarında görmek isteriz. O kadar iyi bir takımımız var ki şampiyonluğu hep son anda kaçırmışlardı. Bu yıl ev sahibi olarak şampiyonluğu biz almak istiyoruz. Takımın oyuncularının hepsiyle altı senedir beraberiz, bu organizasyonu yapabilmek için de on yıldır omuz omuza mücadele ettik. Bugünler on yıllık bir emeğin sonucu diyebiliriz. Şu an takımın başında ben varım ama kızlarımız on yıldan fazla bir süredir omuz omuza aynı takımda mücadele ettikleri için birbirlerini ve sorumluluklarını biliyorlar. Çoğu zaman benim müdahalem gerekmiyor bile, takımı idare etmek zordur ama bu takımla çalışılınca hiçbir zorluğu yok.

- Hentbolda on yıl öncesinde bugünlere geleceğinizi düşünmüş müydünüz?

Birol Ünsal: Sadece hentbolda değil, sporun her dalında önce başarıyla ilgilidir. Ülkemizde başarı ilgiyi de getiriyor. 1997’de hentbolda takımımız bile yoktu. Ama uluslararası başarılarımız bizi Dünya Şampiyona’sına kadar götürdü. Antalya’da bizi sahiplenen herkese teşekkür ediyoruz. Plaj hentbolu biraz şova yönelik de bir branş diyebiliriz. Spor dilinde aktif dinlenme dediğimiz, sporcuların oynayarak dinlendiği bir ortam diyebilirim.