11 Şubat 2011

OĞUZ TEMEL


Sevgililer Günü’nde ona ne kadar özel olduğunu nasıl anlatacağınızı mı düşünüyorsunuz? Bu haftaki sohbetimizin konusu “sevgi” olunca sizlere çok sevdiğim bir hikayeyi anlatarak ‘merhaba’ demek istiyorum.
Mahkeme salonunda, seksenlerindeki yaşlı çiftin durumu içler acısıydı. Adam inatçı bakışlarla suskun, nine'nin ağlamaktan iyice çukurlaşmış gözleri ve keskin çizgileriyle bıkkın bakışları süzüyordu etrafını... Ve hakimin tokmak sesiyle sustu uğultu ve tok sesiyle, sözü yaşlı kadına verdi, hakim...
"Anlat teyze neden boşanmak istiyorsun?"
Yaşlı kadın derin bir nefes çektikten sonra başörtüsüyle ağzını aralayıp, kısılmış sesiyle konuşmaya başladı...
"Bu herif yetti gari, 50 yıldır bezdirdi hayattan..."
Sonra uzunca bir sessizlik hakim oldu mahkeme salonunda... Sessizlik bu tür haberleri her gün manşet yapan gazetecilerden birinin flaşıyla bozuldu, kimbilir nasıl bir manşet atacaklardı, yaşanmış 50 yılın ardından...
Çok sayıda gazeteci izliyordu davayı, kadın neler diyecekti.Herkes onu
dinliyordu.. Yaşlı kadının gözleri doldu... Ve devam etti...
"Bizim bir sedef çiçeği vardı, çok sevdiğim... O bilmez...50 yıl önceydi.O çiçeği bana verdiği çiçeklerin arasından kopardığım bir yaprağı tohumlamıştım, öyle büyüttüm. Yavrumuz olmadı, onları yavrum bildim. Bir süre sonra çiçek kurumaya başladı. O zaman adak adadım... Her gece güneş açmadan önce bir tas suyla sulayacağım onu diye. İyi gelirmiş dedilerdi. 50 yıl oldu, bu herif bir gece kalkıp bir kere de bu çiçeği ben sulayayım demedi. Ta ki geçen geceye kadar… O gece takatim kesilmiş..uyuyakalmışım. Ben böyle bir adamla 50 yıl geçirdim. Hayatımı, umudumu her şeyimi verdim. Ondan hiçbir şey göremedim. Bir kerecik olsun, benim bildiğim görevlerden birisini yapmasını bekledim. Onsuz daha iyiyim, yemin ederim."
Hakim, yaşlı adama dönerek ;
"Diyeceğin bir şey var mı baba" dedi.
Yaşlı adam bastonla zor yürüdüğü kürsüye, o ana kadar suçlanmış olmanın utangaçlığını hissettiren yüz ifadesiyle hakime yöneldi.
"Askerliğimi, reisicumhur köşkünde bahçevan olarak yaptım, o bahçenin görkemli görünümüyle büyümesi için emeklerimi verdim... Fadimemi de orada tanıdım. Sedefleri de... Ona en güzel çiçeklerden buketler verdim. O çiçeklerle doludur bahçesi...Kokusuna taptığım perişan eder yüreğimi...İlk evlendiğimiz günlerin birinde boyun ağrısından onu hekime götürdüm...
Hekim çok uzun süre uyanmadan yatarsa boynundaki kireç sertleşir, kötüleşir dedi. Her gece uykusunu bölüp, uyansın, gezinsin dedi... Hekimi pek dinlemedi, bizim hatun... lafım geçmedi... O günlerde tesadüf bu çiçek kurudu. Ben ona gece sularsan geçer dedim..Adak dilettim...Her gece onu uyandırdım. Ve onu seyrettim... O sevdiğim kadının yavrusu bildiği çiçekleri sularken seyrettim. Her gece o çiçek ben oldum. Sanki… Ona bu yüzden tapabilirdim..." dedi adam o yaştaki bir adamdan beklenmeyecek ifadelerle...
"Her gece O yattıktan sonra uyandım... Saksıdaki suyu boşalttım... Sedef gece sulanmayı sevmez, hakim bey… Geçen gece de... Yaşlılık… Ben de uyanamadım. Uyandıramadım... Çiçek susuz kalırdı amma, kadınımın boynu yine azabilirdi... Suçlandım. Sesimi çıkartamadım..." O an Mahkeme salonunda her şey sustu... Ertesi sabah gazeteler "Sedef Susuz Kaldı" diye yalnızca neticeyi haber yaptılar...

Aslında her şey sevgi değil midir? Zaten SEVGİLİLER GÜNÜ’nün ortaya çıkışı da çok acıklı bir aşk öyküsüdür. Hikaye, sevgiyi savaşa yeğleyen bir imparatorun , sevgilileri cezalandırmasıyla başlıyor .Sevgililer günü, adını St. Valentine adlı bir Hıristiyan papazdan alır. Efsaneye göre, Aziz Valentine, 3. yüzyılda Roma’da görev yapmakta olan bir papazmış. Dönemin Roma İmparatoru II. Claudius, bekar erkeklerin evli ve çocuklu olanlara oranla daha iyi olduklarına inanırmış. İmparatorluğunu geliştirmek ve daha iyi bir orduya sahi olmak isteyen imparator, genç erkeklere bekar kalmalarını emretmiş. Ancak rahip, genç erkekler için gizlice evlilik törenleri düzenlemeye devam etmiş. Gizli evlilik törenleri II. Claudius’un kulağına gidince, imparator rahibi hapse göndermiş. Hapiste bulunduğu süre içinde rahip ile gardiyan dost olmuşlar ve rahip gardiyanın kör kızını iyileştirmiş. Valentine, infaz edilmeden bir gece önce gardiyanın kızına bir not yazmış ve notu “from your Valentine” yani “senin Valentine’in” diyerek noktalamış. Bu notun sevgililer gününde aşıkların birbirine hediye verme ve sevgi mesajları yazma geleneğinin başlangıcı olduğuna inanılır…
Sevgililer günü, hayatımızdaki özel kişiye duyduğumuz sevgiyi ifade etmemiz gerektiğini bize hatırlatan bir gündür. Sevginizi, sevdiğinize bir hediye ya da sevgi mesajı göndererek yapabilirsiniz.
Biz de bu yıl son yılların popüler hediyesi olan pırlantalı mücevherlerin peşine düştük. Elmas pırlantanın ham yani işlenmemiş maden halidir. Elmasın tarihi, yaşı, simgeselliği ve göz kamaştıran ışıltısı, pırlantayı mücevherlerin en değerlisi ve anlamlısı haline getirmiştir. Her pırlanta eşsizdir ve hiçbir pırlanta bir diğerinin aynısı değildir. Zamanın başlangıcından beri var olan, doğanın hediyesi olan pırlantayı satın almak çok özel bir alışveriştir.
Hiçbir alet elması kesemiyor, en sıcak ateş bile üzerinde en ufak bir iz dahi bırakamıyordu. Bu yüzden birçok insan, elmasın doğaüstü özelliklere sahip olduğuna inandı. Yunanlar için tanrıların gözyaşları, Romalılar için göre yıldızlardan kopan parçalardı. Hintliler de elmasa hastalık, hırsızlık ve kötülükleri uzakta tutan bir şans tılsımı olarak bakıyordu. Başka kültürlerde bu taşların iyileştirme ve bilgelik güçlerine sahip olduğuna inanılırdı. Elmas etrafında dönen efsaneler, onu çok istenen bir taş haline getirdi. Eski krallar savaşlarda elmas takarlardı; kraliçeler ve cariyeler güç ve ihtiras simgesi olarak elmasa sahip olmak isterlerdi.
Eşsiz, değerli ve yok edilemez olan bu taş, yüzyıllarca aşkı simgelemek için kullanılmıştır. Aşk ve bağlılığın simgesi olarak pırlanta yüzük hediye etme geleneği günümüzde dünyanın tüm kültürlerine yayılmıştır. Hiçbir mücevher, duyguları ve yaşamın önemli anlarını bir pırlanta kadar mükemmel yakalayamaz ve simgeleyemez. Pırlanta armağan etmek ya da almak yaşamın özel anlarının değerini arttırır. Pırlantanın hikayesi insanoğlunun büyülenme hikayesidir. Yüzyıllardır pırlantanın saçtığı ışık insan gözünü cezbetmiştir. Değerli taşların kraliçesi olan pırlanta bu şöhretini eşi bulunmaz özelliklerine borçludur. Bu özellikler ender bulunması, tarihi, ihtişamı, aşkı ve en başta da olağanüstü güzelliğidir.
Evlilik yıldönümü, doğum günü, sevgililer günü, anneler günü, yılbaşı, kişisel bir amaca ulaşılmasındaki kutlama ya da sadece kendini ödüllendirme isteği… Nasıl olursa olsun, özel bir gün pırlanta ile kutlanınca unutulmaz hale gelir. Ne de olsa, pırlanta sonsuzluktan bir parçadır.

Değerli taş uzmanı Oğuz Kuyumculuğun sahibi Oğuz Temel’le birlikte değerli taşların büyüleyici dünyasında bir yolculuğa çıktık. Saat, pırlanta ve altın çeşitlerinden oluşan 5 bin parça ürünün bulunduğu mağazaya girdiğinizde ister istemez o ihtişama kapılıyorsunuz. Mücevher satışında kampanyalı ürünler kavramını bizlerle tanıştıran Oğuz Temel, bu yıl “Sevgiler Günü” için hazırladığı kampanyasıyla gerçekten şaşırtıyor. Oğuz Kuyumculuk, 14 Şubat’a kadar mağazadan yapacağınız her saat alışverişine aldığınız saatin değeri kadar mücevheri hediye ediyor. Glashütte, TagHeuer, Maurice Lacroix, Breitling, Tissot, Gucci gibi dünyanın önde gelen saat markalarından oluşan bu koleksiyonda fiyatlar 300 lira ile 30 bin lira arasında değişiyor. İşte size sevgililer gününe özel “sevgi” ve “aşk” kokan keyifli bir sohbet… Tartışmasız, sevmek ve sevilmek dünyanın en güzel duygusudur. ‘Sevgililer gününüz kutlu olsun ...’

-Kaç yıldır kuyumculuk sektöründe hizmet veriyorsunuz?
Kuyumculuk sektöründe hizmet vermeye başlayalı 20 seneden fazla oldu. Önceleri turizm sektöründe kuyumculuk ile başladık. Manavgat, Side, İstanbul merkezli mağazalarımız vardı. Dört yıl önce şehir merkezine de bir yerimiz olsun istedik ve bu mağazayı açtık.
-Mağazanın konumu için Antalya’nın kalbi denebilir. Bu bölgede yerli mi yabancı mı müşteriye yoğunluğunuz fazla?
Bizim müşterilerimizin yarısı turistlerden oluşuyor. Özellikle şu ülkeden diyemem ama kış aylarında Avrupalı turistler daha fazla oluyor. Bu çarşı çok kozmopolit bir çarşı… Burada her milletten birini görebilirsiniz. Şimdi Lara Beyaz Dünya karşısında da ikinci bir şube açmaya karar verdik. Antalyalılar Dönerciler Çarşısı trafiğinden dolayı buraya gelip gitmek müşteriler açısından zor olabiliyor. Ama sertifikalı ürün satışımızın olması ve ürün çeşitliliğimiz en önemli tercih edilme nedenimiz.
-Son dönemde artan altın fiyatları piyasaları ve altın yatırımcısını nasıl etkiledi?
Altın fiyatlarının yükselmesi bizim her zaman dezavantajımızdır. Kuyumcular altın fiyatlarının yükselmesini istemez. Fiyatın yükselmesi nedeniyle altın satışlarında elbette bir azalma oldu. Kar etmek isteyen vatandaşlar ellerindeki altını satmak amacıyla bize getiriyor. Geleneklerimizde altın son derece özel bir konumdadır. Özellikle düğünlerin vazgeçilmez takısı olan altın, hem maddi hem de manevi değeri itibarıyla bizlerin hayatında hep olmuştur, olmaya da devam edecektir. Altın özellikle son kriz döneminde tercih edilir bir yatırım aracıydı. Altının yok olmayan bir emtia olması özellikle yatırımcısına güven veriyor. Altın fiyatlarında son üç yılda olan fiyat artışı yüzde 300 gibi denebilir. Bundan sonra uzun dönemde bu kadar yükselir mi bunu kimse bilemez ama yakın dönemde böyle bir yükseliş beklenmiyor.
-“Mücevherde Kampanya” kavramı çok sık rastlanır bir şey değildir. Bu fikir nasıl ortaya çıktı?
Ekonomik kriz dendiğinde bundan direk etkilenen sektörlerden biriyiz. Çünkü bizim yaptığımız iş her zaman lüks olmuştur. Özel günlerin takibini elden bırakmıyoruz. Bu tür günlerde herkes farklı hediyeler seçmek, piyasada sıradışı ürünler görmek ister. Sevdiğiniz insanların yüzünü zevkli armağanlarla güldürmek istersiniz. İşte biz bu beklentiyi karşılamak adına özel günler için özenle yeni koleksiyonlar hazırlıyoruz, kampanyalar yapıyoruz. Bu yılda çok sıra dışı bir kampanyaya imza attık. 14 Şubat’a kadar mağazadan yapacağınız her saat alışverişine aldığınız saatin değeri kadar mücevheri hediye ediyor. Glashütte, TagHeuer, Maurice Lacroix, Breitling, Tissot, Gucci gibi dünyanın önde gelen saat markalarından oluşan bu koleksiyonda fiyatlar 300 lira ile 30 bin lira arasında değişiyor.
-Televizyon dizilerinde kullanılan takılar talebi etkiliyor mu?
Dizilerde başrol oyuncularının kullandığı takılar yoğun ilgi görüyor ve farklı markalar tarafından üretilip satışa sunuluyor. Bu aralar Muhteşem Yüzyıl’ın yüzüğü talep görüyor. Dizilerin beğenilen takıları çok büyük bir moda yaratıyor. Aynı ürünün birçok versiyonunu piyasada rahatlıkla bulabiliyorsunuz. Yüzüklerde müşterilerimize bol çeşit sunuyoruz. Fakat en yoğun ilgiyi her zaman olduğu gibi tek taşlar görüyor.
-Pırlantanın dayanılmaz cazibesine kapılmamak mümkün değilken, sattığınız en yüksek karaltı ürün kaç karattı?
Almanya ve Hollanda gibi ülkelerden gelen turistlere 10 karatlık yüzükler sattım ama Antalya’daki en yüksek satış en yüksek 4-5 karattır. Biz özellikle Antalya’da pırlanta üzerine çok tanıtım yaptık, bunun geri dönüşünü de alıyoruz. Daha önceden insanlar pırlantanın çok pahalı olduğunu düşündüklerinden sormaktan bile çekiniyorlardı. Pırlanta satışlarını yüzde 5’lerden yüzde 40’lara çıkardık. Daha önce bizden aldığı bir ürünü birebir değiştirebilme imkanı veriyoruz. İki sene içinde birebir değiştirme yapıyoruz ve müşterinin hiçbir zararı olmuyor.
-Pırlantanın değeri neye göre belirlenir?
Bir pırlantanın değeri doğada ne kadar nadir bulunduğuna, fiyatı ise dört özelliğine bağlıdır. Çıplak gözle bakıldığında aynı görünse de hiçbir pırlanta diğerinin aynısı değildir. Aynı karat ağırlığındaki iki pırlantanın fiyatının neden farklı olduğu 4C bilgilerine bağlıdır.
Pırlanta özellikleri standart olarak 4C Özelliği olarak belirlenmiştir. Bu özellikler şunlardır:
Renk (Colour), berraklık (clarity), karat (carat), kesimdir (cut). Pırlantaların çoğu renksiz gibi gözükür. Fakat aralarında mutlaka belli belirsiz ton farkları vardır. Genel olarak bir pırlanta ne kadar renksiz ise o kadar değerlidir. Renksiz pırlanta yok denecek kadar azdır. Ayrıca çok belirgin renge sahip pırlanta da az bulunur. Diğer yandan "Fancy Diamond" (Fantezi Pırlanta) adı verilen pembe, kırmızı, sarı ve mavi gibi belirgin renklerde nadide pırlantalar bulunmaktadır.
-Peki siz birine mücevher hediye edecek olsanız, hangi ürünü hediye alırdınız?
Tek taş hediye ederdim. Tek taş senelerden beri süre gelmiş manalı bir takıdır. Tek taş özeldir ve anlamı çok büyüktür. Tek taş yüzükle evlilik teklif ediliyor olmasının bir âdet hâline gelmesi, tek taş pırlantaya yüklenen anlamdan kaynaklanır daha çok. Karşınızdaki kişiye evlilik teklifi ederken, dünyada bir eşi daha bulunmayan bir taş veriyor olmak “Sen de benim için eşsizsin” anlamı taşır. Bir de hediyenin kaçıncı hediye olduğu önemlidir. Üç taş; geçmiş, bugün ve geleceği sembolize eder ve genellikle yıl dönümlerinde verilir. Yılllara göre beş ve yedi taş ve ömür boyu birlikte olmayı sembolize eden tamturlarda yıldönümleri için uygun seçimlerdir

Oğuz Temel kimdir?
1970 yılında Yozgat’da doğdu. 1989 yılında Antalya’ya yerleşen Oğuz Temel, turizm sektöründe toptan ve perakende kuyum üzerine uzun yıllar çalıştıktan sonra 4 yıl önce Atatürk Caddesi’nde açtığı Oğuz Kuyumculuk mağazasında 5 bin çeşit ürünle yerli ve yabancı müşterilerine hizmet veriyor.

MUSTAFA HELVACI


Teknokent, teknopark, bilim parkı, araştırma parkı... Ne derseniz deyin, hepsinin amacı ortak... Yasalara baktığımızda, “Teknoloji Geliştirme Bölgesi” olarak geçiyor. Teknokent; teknoloji alanında rekabeti dengeleyen, araştırma-geliştirme faaliyetlerini destekleyen ve artıran, bilginin ve teknolojinin üniversite-şirketler-pazar arasında dolaşımını kolaylaştıran, teknolojiye yönelmek isteyen şirketlerin kurulmasını ve desteklenmesini sağlayan bir organizasyon…
Dünyaya baktığımızda teknokentlerin atası sayılan ABD kökenli Silikon Vadisi, birçok global büyük şirketin çıkış yeri ya da merkezi olmuş, en başarılı model olarak öne çıkmış. ABD, İngiltere, Fransa, Japonya, Çin, Kore, Hindistan, İsrail, Finlandiya gibi birçok ülkede üretim ve hizmet sektörleri ürettikleri katma değerin önemli bölümü teknoparklar bünyesinde yürütülen ar-ge çalışmalarına borçlu.
Teknokentler, firma için arazi sağlamanın yanında ona her türlü olanağı (kesintisiz elektrik, telekomünikasyon santralleri, resepsiyon ve güvenlik hizmetleri, idare ofisleri, lokantalar, banka şubeleri, toplantı merkezi, otopark, toplu ulaşım araçları, eğlence ve spor tesisleri) sağlıyor. Hizmet masrafları paylaşılacağından, teknokentler kiralık mekanlardan daha avantajlı oluyor.
Teknokentler şu an kimi eksiklerle yola devam etse de uluslararası çapta projelere imza atıyor. Bunlar arasında yapay elmastan kök hücreye, kendi kendini temizleyen yüzeylerden enerji kaybını azaltan malzemelere kadar pek çok çalışma bulunuyor. Bu bölgelerde yürütülen bazı projeler sonucu ülkemizde ortaya çıkan teknolojik ürünler şöyle; "Yapay elmas üretimi, doku mühendisliği yapı elemanları, görüntüleme teknolojisinde kullanılacak yeşil polimer üretimi, MR ile görüntüleme ve ameliyat teknolojisi, medikal uygulamalar için antibakteriyal polimerler, gelişmiş bebek kuvözleri, kıkırdak üretimi, kendi kendini ve havayı temizleyen yüzeyler, cilt dokusu üretimi, kanserli hücre tedavisi için radyofarmasotik ilaçlar, kök hücre üretimi, nano-kompozit malzemelerle otomobillerin hafifletilmesi ve yakıt tasarrufu, yenidoğan sarılık tedavisi için led fototerapi, görüntü teknolojileri..."
BİLL GATES, “İLK KİRACISI BEN OLURUM”
Yıllar önce ülkemize yurtdışından da teklifler vardı. Hatırlayanlar olacaktır; Bill Gates Türkiye’ye ilk gelişinde “Türkiye’de bir teknokent açıldığında ilk kiracısı ben olurum” demişti. Bunun üzerine dünyanın ikinci, Avrupa’nın en büyük teknokenti Fransa’daki Sophia Antipolis’in yöneticisi Alain Andre de İstanbul’da bir teknokent kurma teklifi yaptı.
1980’li yıllarda ilk çalışmalar ODTÜ’de başladı. 1996 yılında Sanayi ve Ticaret Bakanlığı teknoparklar yönetmeliğini yayınladı. Şu an Türkiye’de 23’ü faal olmak üzere 37 teknokent bulunuyor.
Görüldüğü gibi Türkiye’nin coğrafi konumundan ve genç nüfusundan yararlanmak isteyen büyük oluşumlar hep vardı. Bu gelişmelerle, Türkiye’nin 3 milyar dolar olan bilişim cirosu 8 milyar dolara çıkacaktı. Teknokentler 500 bin kişiyi iş sahibi yapacaktı… Bütün bu veriler ışığında, eğer istenen, teknoloji tüketen değil üreten bir ülke olmaksa, ar-ge çalışmaları hızlandırılmalı ve teknokentlere daha çok önem verilmelidir diye düşünüyorum.
HACETTEPE VE ODTÜ'YÜ BİLE GEÇTİLER
''Patent eşittir teknoloji'' fikrinden yola çıkarak, 2006 yılından bu yana faaliyet gösteren Antalya Teknokent kısa sürede büyük başarılara imza attı. Türkiye'nin en genç teknokentlerinden biri olan ve iki yıl önce patent konusunda Türkiye 20'incisi olan Teknokent bugün bu konuda İTÜ Teknokent'in ardından ikinci sıraya yükselmeyi başardı.
Akdeniz Üniversitesi bünyesindeki Teknokent'te firma sayısı 50'e çıkarken, yeni başvurular için de yer kalmadı. Başvurulara yer bulunamayınca araştırma yapmak isteyen bir firmaya kendi makam odasını tahsis eden Teknokent Müdürü Yrd. Doç. Dr. Mustafa Helvacı, 4 yılda 28 patent alarak Türkiye ikincisi olduklarını belirtti. İş dünyası ile bilimi bir araya getirmek için çabaladıklarını kaydeden Helvacı, danışman hoca sayısının 354'e ulaştığını ve yapılan iki binada da yer kalmadığını söyledi. Helvacı üçüncü bina için çalışmalara başladıklarını da sözlerine ekleyerek, “Yazılım, enerji sektörü, tohum ıslahı, tarım ve nano-teknoloji üzerine çalışan firmaların ürettiği patent sayısı da 28'e ulaştı” diyor.
FABRİKA KURULACAK
Büyük çoğunluğu yazılım ve sağlık üzerine faaliyet gösteren şirketler arasında bulunan
Nanoen ise nano teknoloji alanında çalışma yapan tek firma durumunda…
Nano teknoloji alanında yaptığı çalışmalarla Türkiye'de en fazla patent üreten ikinci üniversite olmayı başaran Akdeniz Üniversitesi, bu alanda elde ettiği bilgi birikimini temizlik ürünleri sektörüne taşımaya hazırlanıyor.
Uygulandığı yüzeyleri suya, çizilmeye, bakteri oluşumuna karşı koruyan nano partikülleri ''Nanofob'' adıyla piyasaya sürmeye hazırlanan Akdeniz Üniversitesi, bu amaçla Türkiye'nin ilk üniversite fabrikasını kurmak için de gün sayıyor. Nanoen Arge Danışmanlık Şirketi'nin geliştirdiği 'Nanofob' adlı su itici özellikteki yüzey kaplamanın üretimine geçileceği, patenti alınan ürün için üniversite kampüsüne 5 bin metrekarelik kapalı alanı olan bir fabrika kurulacağını öğrendik. Fabrikanın aynı zamanda öğrencilere istihdam olanağı sağlayacağı da belirtiliyor. Geliştirilen ürünün insan sağlığına hiçbir zararının olmadığını belirten Teknokent Müdürü Yrd. Doç. Dr. Mustafa Helvacı, “Yurtdışından gelen çözeltiler flor içeriyor. Flor sprey şeklinde uygulandığı için akciğerde ciddi sorunlara neden oluyor. Florun ozon tabakasına da etkisi olduğu için kullanılması tercih edilmeyen ürünlerdir. Nanoen Arge Danışmanlık Şirketi Kurucusu ve Sorumlusu Prof. Dr. Ertuğrul Arpaç ve ekibi flor içermeyen ürünü geliştirdiler. Üstelik ürüne bir de koku giderici özelliği eklediler. Böylece artık yemek ve sigara kokusu sinmeyecek” diyor.
Bu haftaki sohbetimizde anladık ki teknolojik ürün ihracatı oldukça önemli… Çünkü gelişmiş ülkelerin toplam ihracatının yüzde 20 ile 30'unu teknolojik ürünler oluşturuyor.
Akdeniz Üniversitesi Antalya Teknokent AŞ Genel Müdürü Yrd. Doç. Dr. Mustafa Helvacı, “Türkiye bugün özellikle bilimsel faaliyetlerde ve araştırma-geliştirme faaliyetlerinde yakaladığı bu ivmeyi aksatmadan, bütün gücüyle yoluna devam etmelidir” diyerek söze başladığı keyifli sohbetimizde, teknolojik çalışmalar ve gelecekteki projelerle ilgili sorularımızı yanıtladı.
Hayranlıkla dinlediğimiz buluşlara imza atılan bilim üssündeki çalışmalarla gururlandık ve geleceğe dair umutlarımız güçlendi. Ülkemizde geç başlayan ama hızla ilerleyen teknoloji trenini Antalya Teknokent’le daha da ileriye taşımak dileğiyle emeği geçen tüm araştırmacı ve bilim adamlarını ülkemiz adına bir kez daha kutluyorum.
- Teknokentler, ülkemizde yeni duyulan bir kavram olsa da dünyadaki benzer çalışmalar ne zaman başlamış?
Teknokentlerin 100 yıllık bir geçmişi vardır. İlk teknokent 1950’li yıllarda kurulan Amerika’daki Silicon Valley olduğu bilinir. Üniversitelerde üretilen bilginin teknolojiye teknolojinin de ürüne dönüşmesi önemlidir. Bunun içinde teknokentlerin bilim adamları ile sanayiciyi buluşturan bir platform olduğunu söyleyebilirim. Teknokentlerde üniversitedeki hocalara, girişimcilere, yeni mezun olmuş öğrencilere, mühendislere birer ofis tahsis edilip, sermaye sağlanarak geliştirdikleri projelerin hayata geçirilmesi sağlanıyor. Dünya devi IBM ve Sony gibi markalar da teknokentlerden doğmuştur. Türkiye’de de ilk kez 1998 yılında ODTÜ’de teknokent kuruldu. Akdeniz Üniversitesi bünyesindeki ‘teknokent’imiz de kısa sürede Türkiye’de patent sayısı bakımından ikinci sıraya yerleşti. Hocalar ile sanayicileri bir araya getirerek Antalya’nın teknoloji alanında da hak ettiği yere gelmesini sağlamaya çalışıyor.
- Teknokent bünyesinde şuan kaç firma bulunuyor?
Antalya’daki teknokentin bünyesinde 50 şirket bulunuyor ve bu şirketlerin profilini de yazılım şirketleri, sağlık teknolojileri üzerine araştırma yapan şirketler, tarımsal ürün geliştirme, kimyasal atık içermeyen ürünlerin geliştirilmesine yönelik çalışmalar yapan şirketler oluşturuyor. Teknokent içerisinde yer alan araştırmacı şirketlerin kurumlar vergisi, gelir vergisi, KDV ve sigortanın 3’te 1’i kadarından muaf tutulması özellikle işletmeler için çok faydalı avantajlar sağlıyor.
- Teknokent bünyesinde kurulduğu günden bugüne kadar ne gibi buluşlara imza atıldı?
Teknokentimizde geliştirilen 'uzaktan algılama' sistemi uydu teknolojileri kullanılarak arazi-parsel tanımlaması yapılmasını ve yetişen ürünün hangi aşamalardan geçilerek üretildiğinin ve pazarlandığının belgelendirilmesini sağlıyor. Bu proje çok yakında ticarileşecek. Diğer önemli proje ise güneş enerjisiyle seraların ısıtılıp, soğutulması… Bölgemizde halen seralar kömür gibi maddelerle ısıtılıyor. Bir firmamız sadece güneş enerjisini kullanarak sıfır emisyonla çevreci olarak bu sorunu çözecek projeyi piyasaya sürmek üzere...
- Üniversitemizin bulunduğu bölge itibarıyla tarımda tematik teknokent çalışmaları ne aşamada? Tarımda ve tarıma dayalı sanayide son gelişmeler nelerdir?
Türkiye'nin en büyük fide üretim firmalarından Grow Fide'de Teknokent'te AR-GE çalışması yapıyor. Anaç fideyi dünyaya sadece Japonlar satıyor. Yıllık üretim kapasiteleri 100 milyon fide olan, 100 dönümlük bir kapalı alana sahip, yaklaşık 600 kişi istihdam edilen Grow Fide'de Japonya'dan sonra ilk kez anaç fide üretecek. Türkiye, böylece Japonya'dan sonra anaç fide satan ikinci ülke oluyor. İlerleyen aylarda da Teknokent'te çok ilginç buluşlar ortaya çıkacak.
- Akdeniz Üniversitesi bu yıl hayat kurtaran buluşlara imza attı. Yılın buluşları denilen “Çevreci Çözelti” ve “Çizilmeye Dayanıklı Nano Cam Kaplama” ile ilgili son gelişmeler nelerdir?
“Çevreci Çözelti”yle kaplanacak yüzey ahşap, cam, deri ya da kumaş olabilir. Ürünün kullanılmasının ardından nano partiküller yüzeye 3 ay süreyle koruma sağlıyor. Teknokent bünyesinde kurulacak fabrikada bu ürünün seri üretimine başlayarak, ilk etapta ayda 10 bin litre üretim hedefliyoruz. Çikolata, limon ve çilek kokulu ''Nanofob'' adlı ürün 50 mililitreden 19 litreye kadar çeşitli boylarda üretilecek ve vatandaşlar kullanmak istedikleri yüzeyin genişliğine göre istedikleri boyda ürün satın alabilecekler. Ürünün market raflarında yerini bulabilmesi için 4691 sayılı Teknokentler Yasası'nı bekliyoruz. Bu yasa, teknokentlerle ilgili. Teknokentlere sağlanan avantajlar 2013 yılında bitiyordu. Şimdi 2023'e kadar uzatılmasını öngören bir yasa çıkıyor. Üretilen, patenti alınan, teknokentte geliştirilen prototipin teknokentte üretilmesi de bu yasada yer alıyor. Yasa çıkmak üzere. Her türlü hazırlığı yaptık. Yasa çıkar çıkmaz, ürünü piyasaya sürmek için harekete geçeceğiz. Nanofob'un yasa çıktıktan sonraki 4 ay içinde market raflarındaki yerini alacağını düşünüyoruz. ”Çizilmeye Dayanıklı Nano Cam Kaplama” da esnek özelliğiyle 90 derece kıvrılabiliyor. Ütü, tost makineleri gibi sert teflon yüzeylere uygulanabilen kaplamanın cam olmasına rağmen çatlama yapmaması ve kireçlenmeye de engel olması bir başka özelliği… Şu ana kadar ütülerde kullanılan kaplamalar, düğme ve fermuara geldiğinde çizilme yapıyordu. Ütülenen kumaşlar ve tekstil ürünleri de deterjan artıklarından etkileniyordu. Dayanıklı cam kaplamalı ürünün tabanı çizilmiyor, yüzeyde kireç tutulması da artık mümkün değil. Bir üniversite bünyesinde patentlenen teknolojinin, fabrika aracılığıyla ürüne dönüşmesi, Türkiye'de bir ilk. Bu kapsamda ilk kez bir üniversitenin fabrikası olacak. Amacımız teknokent olarak bir üniversitenin patenti ürüne dönüştürüp halkın yararına sunduğunu bilimadamlarımıza, öğrencilerimize göstermek.


Mustafa Helvacı kimdir?
1965 yılında Kayseri’de doğdu. Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölümünden 1989 yılında mezun olan Helvacı, aynı yıl Diyanet İşleri Başkanlığında Vakit Hesaplama Şube Müdürlüğünde “astronom” olarak göreve başladı. 1990- 1993 yılları arasında Ankara Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsünde yüksek lisansını tamamladı. 1994 yılında aynı bölümde doktora programına başladı. ABD Kentucky Üniversitesinde bilimsel inceleme ve araştırma yapmak üzere bu ülkeye gitti. Yrd. Doç. Dr. Mustafa Helvacı’nın, uluslararası saygın dergilerde yayımlanmış 10 adet bilimsel makalesi ve çok sayıda yurt içi konferans ve makalesi mevcutt.

SABAH AKDENİZ’DEN ALINMIŞTIR

DURAN CANATAN


Bu haftaki konuğum Antalya ve Türkiye’nin yakından tanıdığı bir isim… Kendisiyle 2008 yılının ortalarında bir röportajım daha olmuştu. “Akdeniz Anemisi” adıyla da bilinen Talasemi hastalığı ve bu konudaki çalışmalarını bizlerle paylaşan Talasemi Federasyonu ve AKHAV Başkanı Prof. Dr. Duran Canatan sayesinde bu hastalığı yaşayanların umut dolu hayatlarına şahit olmuş ve hayata tutunmak adına verdikleri mücadeleyi hayranlıkla izlemiştim.
O günlerde ‘İnsan hayatıyla birebir ilgili olan sağlık sektöründe siyasi kadrolaşmanın insan hayatını tehlikeye soktuğunu’ belirten Canatan, Antalya’da hayat boyu hastaneye bağlı kalınan Talasemi hastalığına yakalanmış 700 hasta olduğunu ve bunlar için yapılan merkezi açamadıklarını söylemişti.
Yaklaşık 16 yıl önce Talasemi Federasyonu tarafından Kıbrıs`taki bir projeden esinlenerek başlatılan Talasemi Merkezi Projesi`nde sona yaklaşıldı. Antalya`ya yeni talasemi merkezi kazandırılması için ilk adım 2007 yılında atıldı. Hayırsever Adem Tolunay, yeni merkezin inşaatını üstlendi. 2008`de Antalya Valisi Alaaddin Yüksel`in `bir yıl içinde bitirilsin` talimatına uyularak inşaat tamamlandı. Ancak o tarihten sonra merkezin iç donanımıyla ilgili sıkıntılı bir süreç başladı. Hastalar, aradan geçen zaman diliminde merkezin eski binasında tedavi gördü.
Modern imkanlara kavuşacak Antalya Talasemi Merkezi; kan merkezi, kan nakil ünitesi, araştırma laboratuvarı, kök hücre nakil ünitesi, doğum öncesi tanı ünitelerinin yanı sıra 50 yatak kapasiteli olması planlandı ama bir türlü sonuca ulaşılamadı. Şu anda sadece kan merkezi olarak hizmet veren merkezde yüzde 20 kapasiteyle çalışılıyor.
Günlerce kamuoyunda tartışılan bu konu Antalya’nın yıllardır sonuçlanamamış, yarı yolda kalmış işlerinden sadece biri olarak kaldı. Ama belki de en önemlisi…
Yıllardır yıkılsın mı, yıkılmasın mı denilen Özel İdare binası, yine yıllardır çirkin görüntüsü herkesi rahatsız eden Süleyman Erol Yüzme Havuzu ve daha bir çok atıl durumdaki kamu binası Antalya’da yarı yolda kalmış işler…
Oysa 2007 yılında yapımı tamamlanan Adem Tolunay Talasemi ve Kan Merkezi’nin durumu bunlardan çok daha farklı. Sağlık sektörüne hizmet etmesi gereken bir merkez olması ve yapımının tamamlanmasına rağmen bir türlü açılamıyor olması gerçekten ironik bir durum…
Prof. Dr. Duran Canatan, yeni atanan valimizin hassasiyeti, Sağlık Müdürümüzün desteği ve Antalya Eğitim Araştırma Hastanesi Başhekimi’nin ilgisiyle bu sorunun çözülebileceğini belirterek “ Sayın Valimiz, Sağlık Müdürümüz ve hastane başhekimine sunmuş olduğum rapor doğrultusunda kendilerinin incelemesi halen devam etmektedir. Bu merkezi ortak çalışmalar neticesinde Antalyalıların hizmetine açacağımızı umuyorum” dedi.
16 yıldır Talasemili hasta doğumlarının sayısını azaltmak için mücadele eden Canatan, Türkiye genelinde yüzlerce gönüllü kan bağışı yapacak kişiyi organize eden, düzenlediği yaz kamplarıyla yüzlerce Talasemi hastası gencin sorunlarını dinleyen gerçekten çok değerli bir sağlık gönüllüsü…
Prof. Dr. Duran Canatan, Türkiye genelinde devam eden seminer programlarıyla toplumu bu hastalık konusunda bilinçlendirmeye devam ettiklerini ve amaçlarının 2012 yılına kadar talasemili doğumu yüzde 100 oranında bitirmek olduğunu belirterek “Eğer toplumun bilinçlendirilmesiyle ilgili süreci bu seviyede sürdürebilirsek bir yıl sonra Türkiye'de talasemili hasta doğmayacak” diyor.
Talasemi sağlıklı insanın alyuvarlarında bulunan hemoglobini oluşturan iki alfa iki beta zincirinin eksik veya anormal yapılması sonucu ortaya çıkan, anne ve babadan kalıtımla geçen bir kan hastalığı… Talasemili çocukların doğmaması ve talasemi ile doğan çocukların ise doğru ve ulaşılabilir tedavi olanaklarına sahip bireyler olarak topluma kazandırılması temel amacı ile hareket eden Talasemi Federasyonu bu yıl 12. Dünya Talasemi Kongresi ile 14. Talasemi Hasta ve Aileleri Kongresi’ni 11-14 Mayıs 2011 tarihlerinde Antalya'da yapacak.
Kongre tarihine kadar Antalya Talasemi Merkezi’nin açılmasının büyük bir prestij avantajı sağlayacağının belirten Canatan, merkezin açılamaması durumunda çok ciddi imaj kaybına uğrayacağımızın da altını çiziyor.
Sadece Antalya’da değil tüm Talasemi hastaları için mücadelesini gönüllü olarak yürüten Prof. Dr. Duran Canatan ile Antalya için yapılması gereken projeleri ve 2011 Dünya Talasemi Kongresi’ndeki son gelişmeleri konuştuğumuz keyifli bir sohbetimiz oldu.

- Talasemi hastalığının Akdeniz bölgesi başta olmakla birlikte denize yakın yerlerde görülmesinin sebebi nedir?
Talesemi hastalığının keşfi, sıtma salgınının yaygın olduğu yıllarda salgının kontrol altına alınmasıyla ortaya çıkar. Sıtma etkeni olan malarya paraziti kırmızı kan hücreleri içinde yaşar, çoğalır ve yaşam süresini tamamlar. Bu parazit, kırmızı kan hücresi içinde hemoglobin yapısında bozukluk olanlarda ise yaşayamaz. Talasemi hastalarında hemoglobin bozukluğu olduğu için bu parazit talasemi hastalarını etkilemiyor. Geçmişte Akdeniz kıyılarımızı da içeren kuşakta oluşan sıtma salgınlarında sağlıklı kan hücreleri taşıyan kişiler sıtmaya yakalanıp hayatını kaybederken, talasemi hastaları hayatta kalmış. Hayatta kalan talasemi taşıyıcılarının birbirleriyle evlenmesiyle hastalık nesilden nesile taşınmaya başlamış. Bu bölgenin nüfusunda hayatta kalan talasemi hastalarının ve taşıyıcılarının yoğunluğu dış göçlerle birlikte diğer ülkelere taşınmış. Bugün “Talasemi Kuşağı” adı verilen bölge, Akdeniz kıyıları, Arap ülkeleri, Türkiye, İran, Hindistan, Tayland, Kamboçya ve Güney Çin’i içeren Güney Asya’ya uzanmaktadır. Talaseminin bu bölgelerdeki görülme sıklığı yüzde 2,5-15’dir.
- Talasemi taşıyıcılarının evlilik öncesi testlerdeki sonuçlarına göre mi çocuk sahibi olup olamayacakları belli oluyor?
Çiftlerden biri taşıyıcı diğeri sağlıklıysa çocukları ya taşıyıcı olur ya da sağlıklı, her iki taraf da taşıyıcıysa bu çiftlerin Talasemi merkezlerinden detaylı bilgi almalarını öneriyoruz. Çocuklarında oluşabilecek riskleri öğrenmeleri gerekir. Bu çiftlerin çocukları yüzde 25 sağlıklı olabilir, yüzde 25 hasta olabilir ya da yüzde 50 sizler gibi taşıyıcı olabilir diyoruz. Hasta çocukların doğmadan belirlenebilmesi için de yöntemler var. O yüzden bir hekimle bağlantıya geçilmesi gerekmektedir. Sağlık ocaklarında ya da hastanelerdeki hekimlerin bu hastaları hematologlara yönlendirmesi en sağlıklı olanı… Evlilik öncesi kan testi yapılmaması halinde Türkiye'de her yıl 400 yeni hasta çocuğun doğmuş olacaktı. Türkiye'nin bugünkü hasta sayısına yirmi bin kişi daha eklenmiş olacaktı. Biz bu 400 doğumu 23 doğuma kadar düşürdük. Bir talasemi hastasının devlete maliyeti 10 bin dolardır. Hiçbir tarama programı yapmasaydık, altı yılda 2 bin 800 hasta doğacaktı. Bunların devlete maliyeti 88 milyon TL olacaktı. Ancak 7 yılda 2 bin 800 hasta yerine 968 hasta doğdu. Buradan devletin, tedavi maliyetleri gideri anlamında 46 milyon 340 bin TL’lik karı oldu. 6 yıllık tarama maliyeti ise 22 milyon 290 bin 240 TL oldu. Yani devletin tasarrufu 24 milyon 29 bin 760 TL oldu.
- Toplumu bilinçlendirmek amacıyla kurulduğunu bildiğimiz, Akdeniz Kan Hastalıklara Vakfı (AKHAV)’nda bu yıl ne gibi çalışmalar yapıldı?
Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbı Biyoloji ve Genetik Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. İbrahim Keser ile birlikte, Talasemiyi önleme konusunda tüm belediye ve muhtarların gösterdiği hassasiyeti dikkate alarak, bu konuda, Antalya Valiliği’nin izni ile tüm ilçelerdeki muhtarlara yönelik eğitim çalışması başlattık. Özellikle başta Talasemi olmak üzere kalıtsal kan hastalıkları ve edinsel kan hastalıkları konularında dünya standartları düzeyinde uygulama, eğitim ve bilimsel araştırmalar yapmak üzere 1996 yılında, hasta yakınları, işadamları ve hekimlerin katılımıyla kurduğumuz AKHAV, kurulduğu günden bu yana yaptığı eğitim çalışmaları ile Antalya ve çevresinde Talasemiyi tüm topluma tanıttı ve hastalığın korku olmaktan çıkarılmasını sağladı. Tüm Türkiye’de 1 milyon 400 bin Talasemi taşıyıcısı ve 4 bin beş yüz Talasemi hastası bulunmaktadır. Antalya'daki Talasemi taşıyıcısı 200 bin, Talasemi hasta sayısı ise 700 kişidir. Vakfın başlattığı ''Önce Talasemi Testi Sonra Nikah'' kampanyası ile de Antalya şehir merkezinde Talasemili hasta doğumunun yüzde 90 azalttık. Bu kampanya ülke geneline yayıldı ve 33 ilde uygulanmaya başlandı. Vakfa yapılan bağışlar yanında vakfın Antalya'da kurduğu laboratuvardan elde edilen gelirler ile de Talasemili hastalara eğitim bursu ve sosyal konularda destek sağlanıyor.
- Talasemi hastalığıyla mücadele konusunda sizden de yardım istenmeye başlandı. Bu konudaki gelişmeler ne aşamada?
Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev'in eşi Mihriban Aliyeva benden, başkanı olduğu Haydar Aliyev Vakfı'na da danışmanlık yapmamı istedi. Talasemi hastalığını bitirmek için talasemi merkezinin projelendirilmesi, kurulması ve ekibinin oluşturulması konusunda görevlendirildim. Azerbaycan'da kurulan Talasemi Merkezi'nin projesi Antalya'da 13 yıldan beri yapılması hayal edilen projenin orjinalidir. Antalya'da kaynak bulunamadığı için proje küçültülmüştü. Azerbaycan'da ise Haydar Aliyev Vakfı Başkanı Mihriban Aliyeva'nın sağlık, eğitim ve kültür alanında yaptığı hizmetler arasına girdi. Ocak 2008 yılında temeli atılan Talasemi Merkezi Mayıs 2009 yılında tam donanımlı olarak hizmete açıldı. 12 milyon dolara mal olan merkezde poliklinikler, klinikler, kan merkezi, transfüzyon merkezi, araştırma laboratuvarları, doğum öncesi tanı merkezi ve kök hücre nakli merkezi bulunmaktadır. Merkez işletilmesi için Sağlık Bakanlığı'na devredilmiş, ancak ne yazık ki 10 aydan beri merkezde sadece poliklinik ve transfüzyon merkezi çalıştırılabilmiş. Merkezi çalıştırmam için Mihriban Hanım tarafından 27 Ocak 2010'da Bakü'ye davet edildim. Merkez binasını görünce hayalimdeki binanın kurulmasından dolayı çok mutlu oldum, ancak binanın çalışmadığını görünce hayal kırıklığına uğradım. Merkezi hayata geçirmek için kolları sıvadık. Azerbaycan'da 9 kişiden biri Talasemi taşıyıcısı. Her yıl beklenen yeni hasta sayısı 250 civarında. Bu nedenle Talasemi Önleme Projesi, merkezin çalışması kadar çok önemlidir. Biz de Azerbaycan'da Talasemiyi üç yılda sıfırlamak için çalışmalara başladık. Bunun yanında yine bu yıl Musul'da Talesemi ile Mücadele Merkezi kurarak, Talasemili hasta sayısını azaltmak ve hastaların tedavisini sağlama konusunda Musul'a destek vereceğiz. Musul'da
da Talasemiyi bitirmek istiyoruz. Ön protokol imzaladık. Talasemiyle Mücadele Merkezi için çalışmalar orada da başladı.
- 11-14 Mayıs tarihleri arasında Antalya çok önemli bir kongreye ev sahipliği yapacak. Son gelişmeleri sizden dinleyebilir miyiz?
Dünya Talesemi Federasyonu 1986 yılında Güney Kıbrıs’ta kuruldu. Şu anda 60 ülkeden 98 dernek üyesi bulunuyor. Biz de 2005 yılında, daha önce kurulmuş olan Ulusal Hemoglobinopati Konseyi yerine, Talasemi Federasyonu kurarak, ülkemizde bulunan 19 Talasemi derneğini bir çatı altında topladık. Türkiye Talasemi Federasyonu 2006 yılında da Dünya Talasemi Federasyonu’na üye oldu. Kongre öncesinde Dünya Talesemi Federasyonu Başkanı Panos Englezos ve Genel Sekreteri Androulla Eleftheriou ile birlikte Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Akaydın'ı ziyaret etti. 97 yılında Malta’da yapılan kongreye gittiğimde bu kongre neden Antalya’da da yapılmasın demiştim. 2005 yılında Antalya’da federasyonumuzun kurulmasının ardından bu kongre için görüşmelerim başlamış oldu. Türkiye çapındaki örgütlenmelerimiz ve çalışmalarımızın sonuçlarını almaya başlamamızla Dünya Talesemi Federasyonu da bu isteğimize olumlu yanıt verdi. Kongreye 60 ülkeden yaklaşık 3 bin Talasemi hastası, aileleleri, doktorları ve bilim adamlarının katılımını bekliyoruz. Dünya Sağlık Örgütü (WHO), Sağlık Bakanlığı ve Talasemi Federasyonu’nun gerçekleştireceği kongrede bir taraftan hasta ve aileler için toplantılar yapılır iken diğer taraftan bilimsel toplantılar yapılacak. Bu yıl 'Talasemi kongresinin barış köprüsü' olabileceğini düşünüyoruz. Kongreye diplomatik açıdan bir sıkıntı olmazsa KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu ile Güney Kıbrıs Rum Yönetimi lideri Hristofyas'ı, Azerbaycan Devlet Başkanı Aliyeva’yı, Yunanistan Cumhurbaşkanı Papoulias ve Sayın Cumhurbaşkanımız Gül’ü davet edeceğiz. Meclis Başkanımız ve Sayın Başbakan’a da davet yazılarımızı yazdık. Cevap bekliyoruz. Böyle bir buluşmaya ilk defa Antalya ev sahipliği yapacak.

Prof.Dr. Duran Canatan kimdir?

1979’da Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun olan Canatan, 1994 yılında Akdeniz Üni. Tıp Fak. Çocuk Sağlığı ve Uzmanı olarak atandı. Ankara Üni. Çocuk Hematoloji Uzmanı olan Duran Canatan, Basel Üniversitesi’nde Moleküler Genetik çalışmalarında bulundu. 1994- 2001 yılları arasında Antalya Devlet Hastanesi Kan Merkezi ve Talasemi Merkezi Başkanlığı yaptı. 2001 yılında Süleyman Demirel Üniversitesi Çocuk Hematoloji B.D. Başkanlığına atandı. Halen Akdeniz Kan Hastalıkları Vakfı Kurucu Başkanı, Ulusal Hemoglobinopati Konseyi Başkanı, Talasemi Federasyonu Genel Başkanı, Sağlık Bakanlığı Talasemi Bilim Komitesi Üyesi, Dünya Talasemi Federasyonu Türkiye Bilimsel Danışmanı, Türk Kızılay Derneği Bilimsel Komite Danışmanı ve Azerbaycan Haydar Aliyev Vakfı Bilimsel Danışmanı olarak çalışmaktadır.

SABAH AKDENİZ’DEN ALINMIŞTIR

GÜLTEKİN GENCER



Tam bir Antalya sevdalısı olan Gültekin Gencer, aldığı her görevi başarıyla yerine getirmesiyle herkes tarafından sevilen bir o kadar da kıskanılan bir isim Antalya’da… Gencer’i yakından tanıyanlar bilirler ki kendi yükselişi veya omuz verdiği kişilerin yükselişi çok ilginç oluyor. Bunun sebebini sorduğumda önce gülümsemekle yetinen Gencer, meraklı bakışlarımın devam ettiğini gördüğünde “Hangi görevi alırsanız alın, hangi işi yaparsanız yapın önemli olan gerektiği zaman elinizi taşın altına koyabilmektir” diye açıklıyor sırrını...

Antalya’nın yakından tanıdığı bir isim olan Gültekin Gencer’i bir röportajla anlatmak inanın çok zor… Sayfalarca yazılacak anıları, üç büyük camiada yıllardır biriktirdiği tecrübeleri ve içten tavırlarıyla katıldığı her ortamda dikkatleri üzerine çeken Gencer’in ismi son günlerde siyasi kulislerde de geçiyor. Gencer’in sırrı, özel bir yetenek midir, çok çalışmanın semeresi midir, çok sevilmenin hediyesi midir bilemiyorum ama bu hafta bu önemli işadamını özellikle kaleme almak istedim.
Korkuteli'nin Çomaklı beldesinde ilk kahvehanenin sahibi olan Güngör Gencer, 1989 yılında Antalya'nın ilk gıda toptancılık firmasını kurar. Ailenin ikinci kuşağı olan Gazanfer ve Gültekin Gencer ile kız kardeşleri Gülsüm Eldek, bu toptancıda ticaretle tanışır. Kardeşler, özellikle yaz tatillerinin büyük çoğunluğunu burada çalışarak geçirir. Toptancı dükkanında açık olarak en çok toz şeker, dökme lokum, nişasta, un ve bakliyat satılırken ürün yelpazesi yıllar içinde çeşitlenir. Toptancı dükkanı, piyasanın talepleri doğrultusunda ürün çeşitliliğini arttırarak tuhafiye, manifatura, hırdavat ürünleri de satmaya başlar.
Gültekin Gencer, 1979 yılında Ekşili Bahçe'de açılan 2'nci dükkanın başına geçer. Yeni yeni paketli ürünlerin üretilmeye ve raflardaki yerini almaya başladığı dönemde, Ekşili Bahçe'deki dükkan, paketli ürünlerin, şarküteri çeşitlerinin de yer aldığı ve lüks ürünlerin satıldığı bir mağaza haline gelir.


İLK MARKETİN ADI GÖKHAN
Genpa, ilk marketini Haşim İşcan Mahallesi'nde 1990'da açar. İlk markete Gazanfer Gencer'in oğlunun adı verilir: Gökhan. Aynı yıl içerisinde Meltem Mahallesi'nde 2'nci market açılır ve o markete de Gülsüm Eldek'in oğlunun ismi olan Görkem adı verilir. Aynı yıl 3'üncü mağaza açılınca, bir marka altında toplanma düşüncesi ağır basar ve Antalya'nın turistik bir şehir olduğu da göz önüne alınarak Genpa Shopping Center doğar.
Zaman içerisinde gıda, perakende, turizm-inşaat, ajans-madencilik, nakliye ve besicilik sektörlerinde yatırımlar yaparak büyüyen Gencerler Grubu, ulusal bir şirket olma yolunda önemli adımlar atar. 2011 yılında 100 şubesiyle yola devam etmeyi planlayan, Genpa markası ve 9 şirketinde bin çalışanıyla ciddi bir istihdam yaratan Gencerler Grup, son olarak 400 büyükbaşlık çiftlik kurarak, üretilen sütü sanayicilere satmayı; mağazalarında satılacak eti de buradan karşılamayı istiyor.
SİYASET VE SPOR DÜNYASINDA GENCER
Ticarete yeni atılıp ayakları yere sağlam basmaya başladığı dönemde dostlarının hatırını kıramayan ve DYP'den siyasete atılan Gültekin Gencer, Muratpaşa Belediye Meclis Üyeliği unvanına sahipken dönemin Başkanı Mehmet Manavoğlu'nun uzun süre vekili olarak belediye başkanlığı tecrübesi de edinir. Ancak daha sonraları siyasetten uzaklaşmayı tercih eder.
İş dünyası ve spor camiasındaki duruşu ve vizyonuyla gönüllerde yer eden Gencer’in yeniden siyasete girip girmeyeceği de konuşuluyor. Bunu kendisine sorduğumuzda kesin bir yanıt vermekten kaçınan işadamı yine de ‘hayır olmaz’ demiyor. Henüz hiç kimseden siyaset konusunda bir teklif almadığını belirten Gencer “Eğer böyle bir teklif gelirse öncelikle ailemin de fikrini almak isterim. Onların bu konudaki fikri kesinlikle belirleyici olur. Mevcut işlerimde aksamalar yaşanmaması için böyle bir görevi almadan çok iyi düşünmek gerekir. Yıllardır Antalya için iyi şeyler yapmaya çalıştım. Bundan sonrasında da aldığım her görevi hakkıyla yapmaya devam edeceğim. Seçimlere henüz zaman var. Zaman ne gösterir şimdiden bir şey demem yanlış olur” diyor.
DÖSİAD’I FAALİYETE GEÇİRDİ
İş, spor ve siyaset dünyasında uzun yıllardır çeşitli görevlerde bulunan ailenin en girişken üyesi Gültekin Gencer, son olarak bölgesindeki işadamlarını aynı çatı altında toplamayı başardı ve Döşemealtı Sanayici ve İşadamları Derneği’ni (DÖSİAD) faaliyete geçirdi. Kurucu Başkanlığını Gültekin Gencer’in yaptığı derneğin yönetim kurulunda da yine birbirinden önemli isimler yerini almış durumda.
DÖSİAD’ın öncelikli hedefi ticaretin kalbi Döşemealtı’yı kalkındırmak ve ilçenin sağlık, eğitim, istihdam sorunlarına çözüm bulmak… Başkan ve yönetimin yanı sıra bölgedeki sanayici ve işadamları da DÖSİAD’ın gelişmesinde önemli roller üstlenmiş. Başkan Gültekin Gencer, yeni kurdukları işadamları derneğinin Antalya sanayisi ve ekonomisinin kalkınması, sosyal yaşam kalitesinin yükseltilmesi amacıyla önemli projelere imza atmak istediklerinin altını çiziyor.
Dernek üyelerinin hepsinin yanlarında yüzlerce kişi çalıştıran yöneticiler olduğunu ve böyle önemli bir grubun başkanlığının hiç de kolay olmadığını belirten Gencer “ Ben şu an sadece yönetenleri yönetmeye çalışıyorum. Yönetiyorum demek mümkün değil, hepsi çok değerli arkadaşlarım ve işadamları… Böyle bir görevde olmak gerçekten zor. Çünkü buradaki herkes bu işi gönüllü yapıyor ve birlik ve beraberlik adına şimdiye kadar çok güzel ilerledik. Bundan sonra da böyle olacağını hissediyorum” diyor.
Gültekin Gencer ile sohbete başladığımızda konuşulacak o kadar çok şey vardı ki uzun saatler süren sohbetimizin ardından her şeyi sizlere aktarmam ne yazık ki mümkün olamadı. Samimi üslubu, renkli kişiliği, içten ve dobra anlatımıyla her sorumuzu yanıtlayan Gencer’in hayatına, geleceğe dair planlarına ve devam eden çalışmalarına mümkün olduğunca yer vermeye çalıştım. Antalya’nın üç büyük camiasında yıllardır tanınan ve desteklenen Gültekin Gencer’in, başarısının kaynağının “hizmet” etmeye gönüllü olması olduğunu düşünüyorum.
Antalyaspor camiası, iş dünyası, DÖSİAD çalışmaları ile 2011 yılındaki planlarını bizlerle paylaşması için, sözü Antalya’da yaşayan ve her konuda elini taşın altına koyan iş adamlarından biri olan Gültekin Gencer’e bırakıyorum.
- Döşemealtı için “yeni Antalya” diyorsunuz. DÖSİAD olarak ne gibi projelere destek vereceksiniz?
DÖSİAD, bölgenin ihtiyacıydı. Döşemealtı'nın isim ve marka değerini yükselteceğiz. Çalışmalarımızın kamuoyunda da ses getirdiğini gözlemliyorum. Her geçen gün artan üye sayımızla önümüzdeki dönemde daha başarılı işlere imza atacağımıza inancım sonsuz. Artık Antalya’nın Döşemealtı bölgesine doğru daha ciddi bir yönelimi gözleniyor. Bütün dünya şehirlerinde ‘eski’ ve ‘yeni’ kavramı vardır. Antalya şehir merkezinin bu bölgeye doğru genişlemesi de buranın eski Paris yeni Paris gibi ''Yeni Antalya'' olacağını gösteriyor. Bu durumda hepimiz iş dünyası olarak elimizi taşın altına koymalıydık. Bu bölgenin iklimi, imar durumu ve yatırımları herkesin örnek gösterdiği bir standarda sahip. Bu yüzden de bölgenin kalkınmasında sivil toplum kuruluşlarının desteği mutlaka olmalıdır. Önümüzdeki günlerde sürpriz bir projeyi kamuoyuyla paylaşmayı düşünüyoruz. Bu projenin çok ses getireceğine ve eğer kabul edilirse çok etkili olacağına inanıyorum.
- Dernek çalışmalarınızda çok önemli isimler bir araya gelmiş. Toplantılara herkesin katılımını sağlayabildiniz mi?
Genişletilmiş üye toplantılarını her ay üye işadamlarının işyerlerinde gerçekleştiriyoruz. DÖSİAD çatısı altında birbirini tanımayan üye olsun istemiyoruz. Antalya ve bölge ekonomisinin gelişmesi için güçbirliği yapmalıyız. Yeni faaliyete geçmiş olmamıza rağmen bir kaç projemiz var. Bunları kamuoyuyla paylaşacağız. Öncelikle firma ve kişisel ihtiyaçlarımızı üye firmalar arasında birbirimize destek vererek maliyetlerimizi azaltabiliriz. Bölgemiz gelişmeye açık. Antalya için önemli projelere imza atmak istiyoruz. Bu çalışmalar için komisyonlar oluşturduk. Tüm arkadaşlarım toplantılara ve ziyaretlere eksiksiz katılıyor. Hepimiz iş planlarımızı da bu çalışmalara göre ayarlar olduk.
YAKILACAK ADAM
- Antalyalılar için spor camiasında da önemli çalışmalarınız oldu ve halen de devam ediyor. İlk kulüp başkanlığı hikayeniz de oldukça ilginç, sizden dinleyebilir miyiz?
Yıllar önce Fethiye’de bir alacağımı tahsil edemeyince borçlu kişinin dükkânını verdiler. Dükkân da ilçenin tam merkezinde olunca “Burayı hemen alışveriş merkezi haline getirelim” dedim. İlçenin ilk alışveriş mağazası olmasına rağmen istediğimiz etkiyi yaratmadık. Hatta kulağıma ilçede gençlerin toplanıp “Biz bu mağazayı yakacağız" dedikleri gelmeye başladı.
Ben bununla uğraşırken aynı gün başkanı ve yöneticileri istifa eden Fethiyespor ortada kalıyor. Kulübün yöneticileri Kaymakam’a giderek anahtarı bırakıyor ve "Bizden bu kadar" diyorlar. O dönem Fethiye’nin Kaymakamı da hepimizin daha sonradan yakından tanıdığı Antalya eski Emniyet Müdürü Feyzullah Arslan’dı. Arslan, bölgedeki turistik işletme sahipleri ve işadamlarını bir araya getirerek yardım toplanması talimatını verdi. Ancak ilçede durum iyi olmadığı için birçok kişi elini cebine atmaya çekindi. O arada sıkıntıdaki Kaymakam’ın kulağına bir alışveriş mağazasının yakılmak istendiğine yönelik ihbar alındığı geliyor. Ben de o an oradayım ve yakılmak istenen alışveriş mağazasının sahibi olarak aynı şikayetle karşısında oturuyorum. Feyzullah Arslan, bir anda yüzüme baktı ve kulübün anahtarını önüne bırakıverdi. "Kulüp başkanlığın hayırlı olsun" dedi. O an gerçekten şaşırdım ve Fethiyespor’un bir anda kulüp başkanı oldum. Fethiyespor'u öyle bir sevdim ki öyle yerlere getirdim ki bugün bile takım çok iyi durumdadır. Antalya eski Emniyet Müdürü Feyzullah Arslan da Antalya’ya göreve geldiğinde bu yaşadığımızı hatırlatarak bana “Yakılacak adam, tapılacak adam haline geldi” demişti. Fethiyeli taraftarların beni omuzlarında taşımaları ve halkın sevgisi o kadar güçlüydü ki bu anımı unutmam mümkün değil. Böyle başlayan kulüp başkanlığı maceram Kepezspor, Antalyaspor yönetimi, ve Yeşilbayırspor'la devam etti.
- Antalyaspor’la ilgili konularda hep sahiplenici bir tarzınız oldu. Bu kararlarınız Antalya aşkında mı, futbol aşkından mı kaynaklanıyor?
Ben her şeyden önce Antalyalıyım ve hiçbir zaman dönemsel yönetici değilim, Antalyasporluyum. Benim yıllardır söylediğim bir olay var. Antalyaspor kesinlikle Türkiye Futbol Federasyonu'nda temsil edilmelidir. Yıllardır bu nasip olmadı yapılamadı. Ben bunun üzüntüsünü yaşıyorum. Çoğu kimse bilmez ama Haluk Ulusoy döneminde ben de 4 yıl Federasyon'da görev yaptım. Antalyaspor delegesi olarak yapmadım, Fethiyespor delegesi olarak yaptım ne acıdır bir Antalyalı olarak. Antalyaspor'dan bir kişinin TFF yönetiminde olması bir türlü nasip olmadı. Geçen seçim öncesinde de Antalyaspor'un valiliğe devredileceği gündeme geldiğinde, “Ben görev alırım” dedim. Bir anda ortalık yine karıştı. Yine ardından Antalyaspor'a stadyum ve salonun da yapılacağı 100. Yıl Projesi’ni bizim almamız sevinçle karşılanarak "Yabancıya gitmedi" yorumları yapılsa da daha sonradan bu işi bizim yapmamız bir çok kişiyi nedense rahatsız etti. Bizim amacımız sadece hizmet etmektir. Bunu başka türlü anlayanlar ya da anlatanların ne dediği benim için önemli değil. Bazı kesimler beni küstah, havalı, kendini beğenmiş görebiliyor. Ben kendimi anlatamamışım herhalde. O yüzden her konuda benim için son derece rahat. Memleket için alınması gereken her türlü görevde biz oluruz.

Gültekin Gencer kimdir?

19 Temmuz 1963’te Antalya’da hayata merhaba deyip ilk-orta ve lise eğitimini Antalya’da tamamladı. Evli olup İngiltere’de İşletme okuyan Güngör adında oğlu var. Gençlik yılları sporculukla geçti. 74-80 yılları arasında 8 yıl yelken sporunda Antalya şampiyonluğu yaşadı ve 77 yılında Türkiye 3’üncüsü olarak Antalya’ya ilk ulusal düzeyde dereceyi kazandırdı. 80 yılından itibaren babası Güngör Gencer ve abisi Gazanfer Gencer’in yanında ticarete atıldı. 1990 yılında Akdeniz’in ilk mağazalar zinciri olan Genpa Alışveriş Merkezleri’nin ilk şubesini açtı. Şuan ATSO bünyesinde değişik gruplarda toplam 10 şirketin yönetim kurulu üyesi, başkan ve başkan yardımcısı olarak ortaklığı bulunuyor. 1994 yılında Muratpaşa Belediyesi Meclis Üyesi seçildi. 98-99 yılları arasında vekaleten Muaratpaşa Belediye Başkanlığı yaptı. 1995 yılında ATSO Meclis Üyesi seçildi. 1997-2001 yılları arasında Türkiye Futbol Federasyonu Profesyonel Kurul yöneticiliği yaptı. 1993-2009 yılları arası spor kulüplerinde başkanlık-yöneticilik yaptı ve toplam 8 şampiyonluk yaşadı. Halen ATSO, BAGEV Yönetim Kurulu üyesi olup, Antalyaspor Vakfı 2. Başkanlığı ve DÖSİAD Başkanlığı görevlerini sürdürmekte.

SABAH AKDENİZ’DEN ALINMIŞTIR