28 Aralık 2009

AYNUR - KAZIM DOĞAN



İki uzman doktorun girişimleri sayesinde, Türkiye’de bir ilke daha Antalya’dan start verildi. Türkiye’nin ilk sağlıklı yaşam köyü olan Ayka Vital Park Hotel, Duacı köyünde “Düşlediğiniz Huzura hoş geldiniz” sloganıyla faaliyetlerine başladı.


Aynur – Kazım Doğan çifti, 13 yıl önce İstanbul’un trafiğinden bıkıp Antalya’ya yerleşmeye karar verince Kepezüstü mevkiindeki Duacı Köyü’nde doğayla iç içe bir yer aramaya başlamışlar. Güzel bir ev kurma hayaliyle başlayan arayışları onları Türkiye’nin sağlık turizmine yönelik ilk tesisini kurmaya yöneltmiş.


Tesisin Sağlıklı Yaşam Programı kapsamında, Diyet ve Zayıflama programları, Boyun, Bel, Sırt ve Eklem Ağrılarına yönelik uygulamalar var. Sağlıklı Yaşam Köyü ayrıca Hemipleji ( stroke) Rehabilitasyon, M.S. ( Multiple Selerosis ), Denge Koordinasyon Bozuklukları, Periferik Sinir Hastalıkları ve Yaralanmaları, Spor Yaralanmaları, Kırık Sonrası Rehabilitasyon, Protez Sonrası Rehabilitasyon, Kardiyak Rehabilitasyon, Diş Ünitesi ve Ozon Tedavisi gibi bir çok konuda da tıbbi kadrosuyla hizmet veriyor..


Bu tesisin kuruluşu öncesinde Amerika’dan Brezilya’ya, Kore’den İngiltere’ye kadar pek çok ülkedeki benzer tesisleri inceleyen çift, konukların rahatı için hiçbir ayrıntıyı unutmamış.4 blokdan oluşan otelde 298 yatak bulunuyor. Odaların çoğunluğu tek kişilik tasarlanmış. Otel çevre düzenlemesi, rehabilitasyon merkezi ve rengarenk binaları ile dikkat çekiyor. Çok titiz bir çalışmanın ürünü olan otel de yatalaklar yaşlı ve engellilerin daha rahat kullanması için normalden 6 santim daha yüksek yapılmış, yatak başlarında duvara gizlenmiş olarak oksijen maskesi mevcut, her yerde acil durumlar için acil butonu var. İngiltere’den getirilen halılar antialerjik ve antibakteriyel özellikte. Koridorlar sedye ve tekerlekli sandalyelerin geçebilmesi için 2 metre genişliğinde, oda kapıları da normalden geniş yapılmış. Tesis da konaklama süresi 20- 25 günden 6 aya kadar çıkabiliyor.


Benzerlerine ancak yurtdışında rastladığımız bu örnek çalışmayla, Dr. Aynur Doğan ve Dr. Kazım Doğan çifti şimdiden yurtdışından övgüler almaya başlamış. Bu kadar lüks ve kompleks bir yapının yurtdışında bile bulunmadığı belirten hastalar öncelikle gördükleri sevgiden ve ilgiden hayli memnunlar… Türk insanının misafirperverliği ve sıcakkanlılığı da için işine girince özellikle yurtdışından gelen hastaların mutluluğu yüzlerinden anlaşılıyor.


Sohbetimiz esnasında dünyaca bilinen Senior Health Center’dan, otele ziyarete gelen bir yetkilinin otel hakkındaki düşüncelerini yazdığı raporuna da göz atma fırsatım oldu. Bu işi çok uzun yıllardır yapan bir işlemenin temsilcisinin Ayka Vital Park Hotel hakkındaki övgü dolu sözleri gerçekten gurur vericiydi.


Şuan otel işletmecisi olsalar da onlar salında iki uzman hekim ve meslekleri gereği insan faktörünün önemini hem çalışanlarına hem de misafirlerine yansıtma konusunda fark yaratan Doğan çiftinin, kısa zamanda Avrupalıların ilgi odağı olacağından hiç şüphemiz yok.


“Yaşamın sevgiyle buluştuğu nokta” cümlesi bu tesis için en yerinde ve en kısa anlatım.


Bu hafta farklı bir heyecana konuk olduk. İki doktorun da gözlerindeki heyecan ve sevgiye... Onlar için bu tesis bir çocuktan farksız ve onu sevgiyle, ihtimamla büyütmek istiyorlar. Kardiyolog Dr. Aynur Doğan ve Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Uzmanı Dr. Kazım Doğan’la bu hafta sağlıklı ve keyifli bir söyleşiye imza attık.



-Ayka Vital Park Hotel’in misyonu nedir?


Burası Türkiye’de sağlık turizmi yönünde özellikle 50 yaş üzeri olan kişilere yönelik ilk tesis. Burası şuan için Turizm Bakanlığı onayında ama daha öncesinde örneği olmadığı için şimdi bize özel bir mevzuat hazırlanıyor. Zayıflama programlarına gelenleri de, günün iş stresinden uzaklaşmak isteyenleri de, ameliyat sonrası rehabilitasyona katılmak isteyenleri ya da sadece sağlıklı bir tatil yapmak isteyenleri aynı çatı altında buluşturduğumuz bir tesis diyebilirim.


-Otellerin olmazsa olmazı animasyon aktiviteleri sizde de var mı?


Ayka Vital aynı zamanda bir otel ve otellerin olmazsa olmazı eğlence, bu tesis de diğerlerinden biraz farklı. Burada “soft animasyon” var. Medikal masajlar, relax masajı, tai masajı gibi aktiviteler bu tesisin animasyonları. Alkolü sağlık durumunuza göre en fazla iki kadehe kadar içmenize izin veriliyor. Diyet uzmanlarının kontrolünde hazırlanan sağlıklı bir beslenme programları var. Bu tesisden herkes yararlanabilir. Buraya gelmek için hasta olmanıza gerek yok.


-Burada çalışan bir tıbbi kadronuz da var mı?


Burada uygulanan tedavilerde popülist olarak yapılan masajlar ya da uygulamalardan bahsetmiyorum. Uzman hekimler gözetiminde uygulanan tamamlayıcı ve destekleyici tedavi diyebileceğimiz bir uygulamamız var. Bizler buraya “Sağlıklı Yaşam Köyü” diyoruz ve bizlerde “Sağlıklı Yaşam Koçu” yuz.


-Yurtdışından da talep görüyor musunuz?


Şuanda Hollanda’dan gelen bir ailemiz var mesela. Anne, baba ve oğullarıyla buradalar. Buraya gelen konuklardaki değişimi hemen hissediyorsunuz. Bir kaç gün içinde hem yüzlerine hem de fiziksel aktivitelerine yansıyor. Bu tesisi diğerlerinden ayıran çok ince istisnalar var. Mesela bir tatil otelinde müşteriye dokunmak taciz sayılırken biz buraya gelenlerle kurduğumuz iletişimde dokunsal bir iletişimde sağlıyoruz. Sevgiyi anlatmanın en güzel yollarından biri de karşınızdaki kişiyle kurduğunuz ikili iletişimdir. Bu yüzden buraya gelenler birkaç gün içinde hemen ilerleme gösteriyorlar.


-Kendi branşınıza özel bir çalışmanız var mı?


Aynur Doğan: Uygulamalar herkese farklı olmalıdır. Herkese 10 km yürüyüş veremezsiniz. Türkiye’de kullanılmayan ama aslında çok önemli olan bir başka uygulamamız da Kardiyak Rehabilitasyon. Kardiyak rehabilitasyon hastanın yaşamına da yıllar katar. Kardiyak rehabilitasyon da kardiyovasküler hastalığı olan hastaların, fiziksel, sosyal, emosyonel, mesleki durumlarında optimal düzeye ulaşabilmelerini sağlayan yardımcı girişimler bulunmaktadır. Kardiyak rehabilitasyon ile hastanın iyileşme süresi hızlanır. Hasta kısa sürede normal yaşantısına geri döner ve kuvvet kazanır. Göğüs ağrısı, nefes darlığı şikayetleri azalır. Kalp nedeniyle hastaneye başvurma oranı azalır. Daha uzun ve kaliteli bir yaşam sürer. Bu programın içeriğinde de kalp,akciğer ve kaslarını güçlendirmeyi, kondüsyonu arttırmayı, kan yağları ve kolestorolü düşürmeyi, sağlıklı beslenme alışkanlığını kazandırmayı, hastayı ideal kiloya düşürmeyi ve bu kiloyu korumasını sağlamayı, yüksek tansiyonu kontrol altında tutmayı, diabet hastasının şekerini kontrol altında tutmayı, sigarayı bıraktırmayı, kişinin hastalığı öncesindeki yaşantısına geri dönmesini sağlamayı ve hayattan zevk almasına yardımcı olmayı hedefledik.


-En çok talep gören uygulamalarınız hangisi?


En çok diyet ve obezite ile ozon terapisi dediğimiz oksijen terapimiz ilgi görüyor. Ozon terapisine bir nevi yaşlanmayı geciktirici denebilir. Çünkü insan hayatında sağlıklı yaşam kadar sağlıklı yaşlılık da önemlidir. Biorezonansterapimiz de kişiye özel ve olağanüstü pratik tedavi yöntemleri sunuluyor. Sigara, alkol gibi madde bağımlılıkları, migren ağrıları, halsizlik, bitkinlik, alerjik hastalıklarda tespit edilen elektro-manyetik sinyaller cihazın bilgisayarı ile ters çevrilerek vücuda geri gönderiliyor. Bir manyetik rezonans (yankılanma) tedavisi olan bu işlem sayesinde hastalıklı organlarda oluşan elektro-manyetik alan bozuklukları veya blokajları ortadan kaldırarak vücut sağlığına kavuşturuluyor. Ayrıca etkili bir anti-aging (yaşlanmayı geciktirme) ve stres giderici olarak da kullanılıyor.


-Zayıflama konusunda yapılan hatalar nelerdir?


Aynur Doğan: Zayıflama ve diyet programları çok hassas dengeler üzerine kuruludur. Kesinlikle kişiye özel olmalıdır. Kişilik özelliklerine göre aylık 2 ile 4 kilo arası zayıflamak sağlıklı olanıdır. Şok diyetler olarak bilinen diyetler kişilerde kalıcı hastalıklara sebep olduğu gibi kontrolsüz rejimler ölüme kadar götürebilir. Bunun yanında obezite rahatsızlığı olanlarında mutlaka ideal kilolarına inmeleri gerekir. Kalp ve dolaşım sistemi rahatsızlıklarının oluşmasında sağlıksız diyetler kadar obezite de yer almaktadır. Kişiye özel egzersiz programımızda, fitness salonu, aerobik-step, yüzme ve yürüyüş yer almaktadır. Buraya gelen zayıflama programı hastalarını öncelikle ben kardiyolojik muayeneden geçiriyorum ve aktiviteler ona göre programlanıyor. İnsan sağlığı bizim için her şeyin ötesinde.


-Obezite bizim ülkemizde de tehlike arz ediyor mu?


Aynur Doğan: Bu konuda bizler yabancılar kadar istatistik yapmıyoruz ama fast food yiyecekler ve bilgisayar başında geçen saatler sonrasında ilkokuldan başlayıp ilerleyen yaşlarda da obeziteye varan sağlıksız beslenmeyle karşı karşıyayız. Bizim çocukluğumuzda sokağa çıkmak, sokakta oynamak çok önemliydi. Çoğu zaman yemek yemeyi unuturduk. Ama şimdiki çocukları bilgisayarın başından kaldıramıyorsunuz. Fiziksel aktiviteden yoksun büyüyen çocukların hızlı ve çok kilo alması kaçınılmazdır. Çocukları fiziksel aktivitelere yönlendirmek onların ilerleyen yaşlarındaki kalıcı rahatsızlıklara yakalanma yüzdesini düşürmektedir.


-Türkiye’yi sağlık turizmi açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?


Türkiye’de sağlık konusunda daha birçok şey yapmak gerekmektedir. Türkiye2nin sağlık turizminden çok ciddi pay alması gerekiyor. Özellikle Almanya’da kür turizminden ve sağlık turizminden çok ciddi gelir elde edilmektedir. Maalesef bizim ülkemiz sahip olduğu değerin yüzde birini bile henüz kullanmıyor.


-Otelin ücretlendirmesi nasıl yapılıyor?


Yurt dışından gelenlere standart odalarımız 60 avro ve buna ek olarak görecekleri tedavi paketi fiyatı eklenir. Ama günlüğü 300 dolar olan odalarımız da var. Bizim politikamız diğer işletmelerin aksine yerli konuklarımıza daha uygun fiyatlandırmalıdır. Öncelikle kendi insanımıza hizmet vermeyi isteriz. O yüzden yurtdışına verdiğimiz fiyatlar yurtiçi fiyatlarımızdan yüksek. Bu aralar zayıflama konusunda gelen yerli konuklarımıza özel, günlüğü 90 liradan hizmet veriyoruz. Bu fiyata zayıflama programımızda dahildir. Verilen hizmete göre fiyatlandırma yaptığımız için personelimizin de en azından konuklar kadar memnuniyeti bizim için ilk planda o yüzden de fiyatlarımızda indirim düşünmüyoruz. Eğer kendinizi iyi anlatırsanız gelenlerde sizi anlıyor ve aldıkları hizmetin karşılığını vermekten çekinmiyorlar.


-Bir hekim olarak sağlıklı yaşlanmak konusundaki tavsiyeleriniz nelerdir?


Doğru zamanda doğru yerde doğru tedaviyi verirseniz gerçekten insanların yaşam kalitesi çok yükseliyor. İnsan ömrünün uzaması kadar sağlıklı yaşlanmak da önemlidir. Kendinize yetebileceğiniz bir yaşlılık yaşayabilmek için şimdiden önlem almaya başlamalı, sağlıklı yaşamı bir tedavi olarak değil yaşam tarzı olarak benimsemelisiniz. Fiziksel aktiviteleri ve beslenmeyi yaşam tarzı olarak benimseyen bireyler ilerleyen yaşlarında hem psikolojik hem de fizyolojik olarak daha sağlıklı olmaktadır.


-Buradaki hizmetinize tamamlayıcı tedavi diyebilir miyiz?


İyi bir ameliyatın önemi nasıl tartışılamazsa devamındaki bakım ve hayata uyum sürecinde yapılması gerekenler de o kadar önemlidir. Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) sağlık tanımlamasında da bu yüzden, “Sağlık sadece hasta ve ya sakat olmamak anlamına gelmez. Sağlık, pisişik, fiziksel, sosyal ve ekonomik açıdan tam bir iyilik hali olup, ilerleyen yaşında kişinin kendi kendine bakabilmesi halidir” denilmektedir.


-Oteliniz açıldıktan kısa süre sonrasında bir film ekibiyle gündeme gelmişti. O olay nasıl yaşandı?


Kurtlar Vadisi Galdio’nun çekim ekibi bizim otelde kalıyorlardı. Bir gün çekimde dublör gerçekten düşünce boynunu kırmış. Ekip burayı aslında rehabilitasyon merkezi de olduğu için tercih etmişlerdi ama bu kaza sonrasında dublörün tedavisi de biz de devam etti. 90 kişilik ekibin 20`si sağlık sorunu için başvurdu. Dublörlerden biri boynunu kırdı, diğeri bel ağrısı çekiyordu. Ama durum kontrol altındaydı.




DR.AYNUR DOĞAN, KARDİYOLOJİ UZMANI


1964 Pülümür doğumlu olan Aynur Doğan 1982'de Isparta Şehit Ali İhsan Lisesinden mezun oldu.1988'de Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden mezuniyetinin ardından 1991-1996'de İstanbul Üniversitesi Kardiyoloji Enstitüsünde Kardiyoloji ihtisasımı yaptı. 1997'den itibaren Antalya Atatürk Devlet Hastanesi’nde(eski SSK Hastanesi) Kardiyoloji Uzmanı olarak çalışmaktadır.

DR KAZIM DOĞAN, FİZİK TEDAVİ VE REHABİLİTASYON UZMANI


1962 Isparta doğumlu olan Kazım Doğan, 1979'da Isparta Şehit Ali İhsan Lisesinden mezun oldu. 1985'de Cerrahpaşa Tıp Fakültesi mezuniyetinin ardından 1992-1996'da Okmeydanı SSK Eğitim ve Araştırma Hastanesinde Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon ihtisasımı yaptı. 1997'den itibaren Atatürk Devlet Hastanesinde Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon uzmanı olarak çalışmaktadır.

SERKAN YİĞİT


Sualtı belgeselleriyle adını duyuran Serkan Yiğit, Amerikalı yapımcılarla birlikte 150 milyon dolar maliyetli “Xanthos” filminin çekimlerine Antalya’da başlıyor. Yiğit, bir yandan da Demreli Noel Baba için belgesel hazırlığında...


Aslında Yiğit'in hikâyesini farklı kılan, belgesel ve film sektörüne ilgisi. Sualtı belgeselciliğiyle başlayan bu serüvende dalış hobisi büyük rol oynamış. “Hobi olarak dalış yaparken, daldığım denizleri temizlemeye karar verdim” diyor.
Serkan Yiğit, deniz temizleme işine arkadaşlarıyla birlikte amatör olarak başlamış. Bir süre sonra bu işi profesyonel olarak sürdürmeye karar vermişler. Bodrum, Kaş, Kemer, Ayvalık derken yurtdışına da açılmışlar. Serkan Yiğit, halen 8 farklı ülkede deniz temizlemeye devam ettiklerini söylüyor. Yiğit ve arkadaşları deniz temizleme işini bir nevi sosyal sorumluluk olarak görüyor. Bu yüzden de temizleme işi için gerekli bütçeyi kendileri karşılıyor. Son 10 yılda Türk karasularının yanı sıra Amerika ve Malezya dahil birçok uluslararası denizin temizlenmesinde de bizzat görev almış.


Serkan Yiğit, hobi olarak dalış yapmaya başladıktan sonra, kişisel çabalarıyla bir kampanya başlattı ‘Denizleri Boğulmaktan Kurtaralım’. Yaklaşık 13 yıl önce dalış yapmaya başlayan işadamı Serkan Yiğit, bu kadar para harcadığı bir sporu, aynı zamanda doğanın yararına kullanmanın yollarını aramaya başlamış. Sonuçta, “Kuru kuruya dalmaktansa, bari denizleri temizleyelim” düşüncesinden hareketle, kendisi gibi dalan arkadaşlarıyla birlikte her yıl bir bölgede temizlik yapmaya başlamışlar. Geçen dokuz yıl içinde Bodrum, Kaş, Kemer, Ayvalık’ta temizlik ve bilinçlendirme çalışmaları yapmışlar.


Yiğit, giderek kirlenen denizlerin bilinçli hareket edilirse temizleneceğini düşünüyor ve atıkların ne kadar tehlikeli olduğunun önemle altını çiziyor. “Dörtte üçü sularla kaplı dünyamız ne yazık ki denizlerini hızla kaybediyor. Sanayi geliştikçe çoğalan atıklar, denizleri yok olma aşamasına getiriyor. Çünkü denize atılan bir cam şişenin, muhtemel yok olma süresinin 1 milyon yıl, plastik şişenin 450 yıl, meşrubat kutusunun 200–500 yıl, bir gazetenin 6 hafta, bez parçasının 1–5 yıl ve yine sigara izmaritinin de 1–5 hafta arasında olduğunu belki de çok az kişi biliyor. Ve bilinçsizce kirletilen denizler, nehirler, göller her geçen gün biraz daha boğuluyor” diyen Serkan Yiğit’in kampanyası, çevre kirliliğine ‘dur’ demek, denizlerimizin ve göllerimizin doğal zenginliklerine sahip çıkmak, sualtı sporlarının gelişimini sağlamak ve daha uygar bir yaşamı paylaşmak için büyük bir fırsat olarak kabul ediliyor.


Anlaşılan Serkan Yiğit için deniz temizleme işi ve sualtı belgeselciliği vazgeçilmez bir tutku haline gelmiş. Ancak kameranın cazibesinin kendini sandığından fazla etkilediğini itiraf ediyor. Hatta sırf bu yüzden Amerika'da yapımcılık ve yönetmenlik eğitimi almış. Şimdi de sıra kendi filmini yapmaya gelmiş.


İkisi de Hollywood yapımı olacak bu projelerden biri “Xanthos” adını taşıyor. 150 milyon dolarlık bütçe ayrılan bu uzun metrajlı film Antalya'da çekilecek. Yiğit, tarihi bir savaşı konu alan filmde yerli oyunculara da yer verileceğini açıklıyor.

Senaryo aşaması tamamlanan filmin çekimleri 2010'da başlayacak. 2011'de ise film tüm dünyada aynı zamanda vizyona girecek. Yiğit, bütçe ve teknoloji anlamında Amerikalılardan destek almanın bu film için çok önemli olduğunu vurguluyor. “Aksi takdirde buda diğerleri gibi bir Bollywood filmi olurdu” diyor. Yiğit'e göre filmin ortakyapım olması, özellikle dünya çapında pazarlanmasında büyük rol oynayacak.

Noel Baba'nın ilk belgeseli

Serkan Yiğit'in Antalya'da gerçekleştireceği tek proje bu film değil. Antalya'nın her köşesinin ayrı bir hikâyeye ev sahipliği yaptığını düşünen Yiğit, bir yandan da Demre'de (Kale) yaşadığı rivayet edilen Noel Baba'nın gerçek hikâyesini anlatan bir belgesel için hazırlık yapıyor.


Bir aşk hikâyesiyle “Türk Kızılay’ı”

Serkan Yiğit'in biraz daha uzun vadeli diğer projelerinde de gelenekçi bir yapısı olduğunu belirterek Kızılay’a dikkat çekmek istediğini söyledi. Yiğit, “Üstelik her projede aynı zamanda sosyal sorumluluk kaygısı güdeceğiz” diyor. Yakın bir zamanda Türk Kızılay'ı ile ilgili bir projeye başlanacak. Bir aşkı konu alacak bu filmin arka planında Kızılay'ın bilinmeyen fedakârlıklarının yer alacağını söylüyor. Bu Türk filmi için düşünülen bütçe ise 1,5–2 milyon dolar civarında.
Serkan Yiğit'in diğer bir hayali ise ilk aşkı “sualtı” ile kamerayı birleştirmek. Halen Türkiye'nin de dünyanın da konusu sualtı olan bir filmi olmadığından yola çıkan Yiğit, en kısa zamanda böyle bir film yapmak istiyor.


On parmağında on marifet olan genç işadamı bu tüm enerjisini bu dört projeye ayırmış. Sosyal sorumluluk ve duyarlılık adına örnek davranışlar sergileyen Yiğit, her şeye rağmen mütevazılığını koruyor. İş hayatında risk almayı seven bir yapısı olan Serkan Yiğit’in geleceğe dair planlarında sinema sektörüyle ilgili hayalleri bir eğitim planın da geçiyor. New York ve İstanbul hattındaki sinema eğitimi projesinden sadece senarist, yönetmen ya da oyuncular değil iyi bir sinema izleyicisi olmak isteyenler de yararlanabilecek.


Su altının gizemli dünyasından Hollywood’a uzanan film serüveninin hikâyesini konuştuğumuz Serkan Yiğit’le bu haftaki yolculuğumuz başlıyor.



-Hollywood’la çalışma fikrini nasıl hayata geçirdiniz?


Eğer dünya filmi yapmak istiyorsanız Hollywood’la çalışmak zorundasınız. Bu çalışmanın üç halkası var. Öncelikle Hollywood’daki dünyaca tanınan insanlarla çalışmalısınız. İkincisi oradaki teknolojinin kullanılmasıdır. Özel efektlerden tutun da bu efektleri kullanacak operatörlere kadar oradaki insanlarla çalışmalısınız. Son olarak da eğer film Hollywood’dan çıkmışsa dünya network’üne sokmanız daha kolaydır. Afrika’daki bir sinemada da, Türkiye’de, Fransa’da da yayınlanır. O yüzden Hollywood çok önemlidir. Eğer bir dünya filmi yapmak istiyorsanız bu bütçeyi ya da daha altındaki bir bütçeyi kullanmak zorundasınız.


-İş hayatıyla ilgili çalışmalarınızda risk almayı seviyor musunuz?


Ben 10 senedir medya dünyasındayım ama çok spesifik konularda ve kendime özgü butik işler yaptım. Geliştirme çabası sadece ileriye yönelik yatırımlar içindi. Bir film yapmak istedim ama en iyisini yapmak istedim. Bu benim çalışma tarzım aslında. Hangi işi yaparsam yapıyım, öncelikle en iyisinden başlarım. Günümüz sosyo-kültürel yapısında insanlar kendini her yerde “lord” gibi hissetmek istiyor. Bu hissi verebilmek içinde öncelikle “lord” lara hizmet etmeyi bileceksiniz.


-Yurt dışında Türkiye’nin imajı nasıl görünüyor?


Bu işlerdeki tek amacım Türkiye’yi tanıtmak istememdir. Hala Türkiye’yi bilmeyenler var. Türkiye’yi sadece İstanbul’dan ibaret sananlar ya da Türkiye’yi bir ülkenin bir şehri zannedenler var. Bu film Türkiye’nin tanıtımında çok önemli bir rol oynayacak.


-Su altı projeleriniz nasıl oluştu?


Ben denizcilik sektörüne girdiğim zaman, dalışa merak saldım. Dünya’nın her tarafına gittim. Hobi olarak başladığım dalış ve sualtını toplumsal bir faydaya dönüştürmek zorundayım diye düşünerek, 13 sene önce “ Denizleri Boğulmaktan Kurtaralım” diye bir kampanya başlattım. Çevremdeki dalış yapan herkesi toplayım bir grup oluşturdum ve deniz temizliği yapmaya başladık. Hobi olarak başlayan bir iş bizim mesleğimiz gibi oldu. Dalış planı yapacağımız zaman “Neresi pisse oraya gidelim, orayı temizleyelim” demeye başladık. Tatil için gittiğimiz denizleri temizleme maceramız bir anda uluslar arası bir boyuta taşındı. Şimdi binlerce kişiden oluşan uluslararası bir ekibiz.


-Belgesel kültürünü bizim ülkemizde nasıl değerlendiriyorsunuz?


15 sene öncesine kadar belgeselleri bir ekran kapanınca yayına koyardık. “Falanca sebepten dolayı yayınımıza ara veriyoruz ve sizleri bilmem ne güzellikleriyle baş başa bırakıyoruz” yazısı çıkardı ve belgesel başlardı. Belgesel sektöründe teknik malzeme yeterli olmadığı için hoş belgeseller çıkmazdı. Her hangi bir kanaldaki büyük bütçeli işler ve daha keyifli anlatımlar belgesel kanallarının izlenmesindeki en önemli etkendir. Su altı belgeseli için çok ciddi bir yatırım yaptım ve Antalya için geçen sene çektiğim su altı belgeseli şuanda Amerika’da gösteriliyor. Belgeseller tanınırlık anlamında çok itibarlı çalışmalardır. Ama ne yazık ki bizler belgeselleri çeker. Buradaki bir kanala verir yayınlatır ya da festivallere sokardık. Gönül istiyor ki Türkiye’de çekilen her belgesel uluslar arası kanallarda gösterilebilsin. Misyonumuz tanıtmak, sevdirmek, koruma bilinci oluşturmak ve Türkiye’yi dünyaya tanıtmak…


-Su altı temizleme çalışmalarınızda bulduğunuz en ilginç obje hangisiydi?


Denizlerden çıkanları kelimelerle anlatmak mümkün değil ama şöyle söyleyeyim. Bugüne kadar denizlerden çıkan çöplerle ortalama 250 metrekarelik iki evi baştan sona döşerdiniz. Rezervuarından klozetine, koltuğundan masasına kadar aklınıza gelmeyecek çok şeyi denizlerden çıkardık. Bir kıyıdaki temizliğe başlamadan önce çöpler için belediyeyi arayıp öncelikle traktör istiyoruz. Ama bu temizliği yurtdışındaki bir deniz de yaptığımızda neredeyse poşetleri cebimizden hiç çıkarmıyoruz. Ama Antalya ve çevresi için konuşacak olursak Antalya’nın denizi çok fazla korumamamıza rağmen hala temiz diyebilirim.


-Antalya ile ilgili gelecekteki projelerinizde belli mi?


Benim Antalya’da bulunma sebebim tüm bu çalışmaların yanında dünyanın en büyük sualtı müzesini Antalya’da açmak istememdir. Bunu ilk defa buradan söylüyorum ama bu benim şu an izin çalışmalarıyla uğraştığım en büyük projem olacak. Dünya’nın en büyük su altı film platosunu da yine Antalya’da kurmayı planlıyorum. Bu projeler tüm dünya filmlerinin Antalya’yı kullanabileceği anlamına geliyor. Bu iki proje sayesinde Antalya’nın ismini duymayan kalmayacağına inanıyorum.


-Noel baba’yla ilgili projeniz de ne aşamaya gelindi?


Antalya’da gerçekleşecek bir başka yapım ise Demre’de (Kale) yaşadığı rivayet edilen Noel Baba’nın gerçek hikâyesini anlatan bir belgesel, Türkiye'de bugüne kadar yapılmış en büyük bütçeli belgesel olacak. Bu proje için yine Amerikalılarla ortak çalışacağız. Belgesel için 7,5 milyon dolarlık bütçe ön görüyoruz. Çekimlerde dünyaca ünlü ekip görev alacak. En son teknolojiye sahip cihaz ve ekipmanları kullanacağız. Büyük bir bölümü Antalya'da gerçekleştirilecek projenin teknik alt yapısında Hollywood teknolojisini kullanacağız. Belgesel tamamlandıktan sonra, başta Amerika olmak üzere birçok ülkede pazarlama ve PR (halkla ilişkiler) çalışmaları yürütülecek.


-Gelelim bu 150 milyon dolarlık projeye, bu proje Antalya halkını nasıl etkiler?


Bu proje de kurulacak olan film platformları için elbette ki Antalya’dan malzeme alınacak. Buraya gelen ekip en an bir yıl bu şehirde yaşayacak. Antalya’da yaşayan oyunculardan da faydalanmayı düşünüyoruz. Hatta bu konuda bize serkan@serkanyigit.com mail adresinden ulaşabilirler. Antalya’ya önümüzdeki yıl ciddi anlamda yurtdışı basının da ilgisi olacağını şimdiden söyleyebilirim.


-Xanthos filminin hikayesi bizim antik şehrimize mi dayanıyor?


Evet aslında o bölgeyle alakalı birkaç rivayet var ve senarist ekibimiz bu hikayeleri birleştirip bir senaryo hazırladı. Çok kalabalık bir ekipten oluşan savaş filmi olacak diyebilirim. Lykia birliğinin başkenti olan Xanthos’un kuruluşunun M.Ö. 1200’lere uzandığı sanılıyor.
Xanthos’luların savaşçı ve cesur bir halk olduğu söyleniyor. M.Ö 545 yılında Pers ordusunun saldırılasına karşı teslim olmamışlar, kadınları, çocukları, hazinelerini ve kölelerini kaleye doldurup, kaleyi ateşe vermişler ve kendileri de Persler'e karşı savaşarak ölmüşler. Teslim olmaktansa toplu intiharı tercih etmiş olan bir halka sahipmiş Xanthos.


-Filmin çekimlerine ne zaman başlıyorsunuz?


Türkiye’de ilk defa 150 milyon dolarlık bütçe ayrılan bu uzun metrajlı film Antalya'da çekilecek. Senaryo aşaması tamamlanan filmin çekimleri 2010'da başlayacak. 2011'de ise film tüm dünyada aynı zamanda vizyona girecek. Filmde başrol oyuncuları Hollywood’dan gelecek ama kim olduklarını Şubat ayından önce açıklayamıyoruz.


-Bu yıl başka bir projeye daha vaktiniz kalıyor mu?


Bu yılki en önemli hayalim ilk aşkım “sualtı” ile kamerayı birleştirmek. Halen Türkiye'nin de dünyanın da konusu sualtı olan bir filmi olmadığından yola çıkarak, en kısa zamanda böyle bir film yapmak istiyorum. Bu yıl dört projeyi de başlatıp devam ettirmek önümüzdeki yılın bizim yılımız olacağını şimdiden gösteriyor.




Serkan Yiğit Kimdir?


1978 Bursa doğumlu olan Yiğit, halen Dış Ticaret üzerine eğitimine devam ediyor. 13 senedir su altı belgeselleri yapan ve Yiğit Group Yön Kurulu Başkanı olan Serkan Yiğit, havacılık, medya danışmanlık, denizcilik ve savunma sanayi konularında çalışmalarına devam ediyor.

ERCAN ÖZKAYNAK


Türkiye’de her yıl yaklaşık olarak 400 milyon dolar tohum ticareti pazarı vardır. Ülkemizdeki sebze sektörünün temelini oluşturan tohum sektörü son 10 yılda büyük ve gelişme göstermiş, bir yandan yurt içi tohumluk üretimini artırmak diğer yandan da yerli sebze tohumculuğunun geliştirilmesi konusunda önemli çalışmalar yapmıştır.


Sebze için serada yerli tohum kullanım oranı % 30-35’lere ulaşmıştır. Yüksel Tohumculuk, hem yurt içi sebze tohumu ihtiyacını karşılamada önemli bir paya sahiptir hem de yurt dışına önemli miktarlarda sebze tohumu ihraç ederek, ülkemizi hibrid sebze tohumu ihracat eden ülke olarak temsil etmektedir. 2009 yılı verilerine göre Yüksel Tohumculuk; 30 milyon adet hıyar, 10 milyon adet sırık domates, 25 milyon adet oturak domates, yaklaşık 20 milyon adet kavun, 10 milyon adet karpuz, 7 milyon adet biber ve 7 milyon adet de hibrid patlıcan tohumu ihracatı gerçekleştirmiştir.


Hibrid tohum kullanımı dönem dönem çeşitli spekülasyonlara yol açsa da aslında tohum üretiminde yapılan işlem sadece kaliteli tohum üretmek üzerine kurulmuş. İki farklı yörede yetişen aynı sebzenin çiçeklerini elleriyle birleştirerek döllenmelerini sağlayan çalışanlar, ürettikleri yeni tohumla daha dayanıklı ve sağlıklı sebze tohumu üretimine geçmişlerdir.


Sebze ve meyve tüketimi üzerine sektöre yeni bir terim eklenmesiyle son dönemlerdeki tartışma konumuz da Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO) adıyla üretilen GDO’lu ürünler…


Genetiği değiştirilmiş organizmalar denildiğinde, bizlerin akıllarına ilk gelen şey küçük canavar sebzeler olmasına rağmen aslında bu ürünlerin sebze ve meyvelerle hiçbir alakası olmadığını öğrendik.


Konunun uzmanı Yüksek Ziraat Mühendisi Dr. Ercan Özkaynak, bu hafta bizlere GDO’lu ürünleri ve hibrid tohum üretimini anlattı.


“Dünyada ve ülkemizdeki meyvecilikte, sebze tohumluk elde edilmesinde, üretiminde ve dolayısıyla açık tarla ve örtü altı sebze yetiştiriciliğinde ve tüketiminde genetiği değiştirilmiş tohumlar ve ürünler kullanılmamasına rağmen; yazılı ve görsel basında manavlarda ve halk pazarlarında domates, biber, patlıcan gibi sebzeler ve elma, armut gibi meyvelere ait fotoğraflar ve görüntüler yayınlanarak bu ürünlerin genetiği değiştirilmiş tohumlardan elde edildiği ve tüketilmemesi yönünde haberler yayınlandı” diyen Dr. Özkaynak, yürürlüğe giren yönetmelik GDO’lu tohumlara izin olarak algılanmakta ve öteden beri olduğu gibi son zamanlarda da konu hakkında çok sayıda spekülasyon yapılmasına sebep olduğunun özellikle altını çizdi.


Son dönemlerde GDO’lu ürünler hakkında herkesin bir fikri ve yorumu oldu. Üreticiden, esnafa, halktan, ihracatçıya kadar herkesin fikir sahibi olduğu bu bilimsel gelişmeyle ilgili doğru ve teknik bilgiyi konunun uzmanına sorduk.


Günlük hayatımızda tükettiğimiz sebze ve meyvelerle bu çalışmanın hiçbir bağlantısının olmadığının özellikle altını çizen Dr. Özkaynak, piyasadaki ürünlerin güvenle tüketilebileceğini belirtti.


Yüksel Tohumculuğun seralarındaki tohum üretim çalışmalarını bizzat bizlere gösteren ve anlatan Dr. Ercan Özkaynak, ülkemizin sebze ve meyve ihtiyacının büyük kısmının karşılandığı Akdeniz bölgesindeki ürünlerin tohum aşamasından tüketiciye ulaşana kadar olan kısmındaki gelişmeleri bizlerle paylaştı.


Teknik bir dil yerine hepimizin anlayacağı bir anlatımı tercih eden Dr. Özkaynak, aklımızdaki soruların hepsini içtenlikle yanıtladı. “Yiyeceklerimiz güvenli mi?” sorusunun yanıtı için


şimdi sözü kendisine bırakıyoruz.



-Hibrid tohum tam olarak nedir?


Doğadaki tozlanmayı ve tohumların döllenmesini rüzgâr ve arılar sağlar. Biz bu çalışmayı kontrollü olarak yaparak tohum üretiyoruz. 1856 yılından itibaren Avusturyalı botanikçi ve papaz Gregor Mendel, doğadaki bu doğal çalışmayı fark etmiş ve yaptığı bilimsel çalışmalarla genetik biliminin doğmasını sağlamıştır. İşin mantığı aslında şu, öncelikle Türkiye’nin değişik bölgelerindeki ürünleri topluyoruz. Mesela Kemer patlıcanı fidesini ve Manisa/Aydın Siyahî patlıcanının fidelerini ekiyoruz. Fideler çiçek açtığında birinin erkek çiçeği ile diğerinin dişi çiçeğinin tozlarının karışmalarını biz sağlıyoruz. Doğada tesadüfen karışan bu tozlar bizde istediğimiz iki bitkinin çiçeğiyle karışıyor. Ortaya yeni çıkan patlıcan fidesine yeni bir isim veriliyor. F1 hibrid tohum dediğimiz tohumda bu fideden elde edilen tohum oluyor. Örneğin soğuğa dayanıklı bir patlıcan fidesiyle, büyük ürün veren bir fideyi birleştirdiğimizde hem soğuğa dayanıklı hem de büyük ürün veren yeni bir fide elde etmiş oluyoruz. Bu işlem için çalışan kadın işçiler her gün seralarda bu işlemleri tek tek bütün fide çiçeklerine yapıyor. Bu aslında emek isteyen zor bir işlem ama kadınların elleri daha narin olduğu için çiçekleri tutmaları daha kolay oluyor. Ortaya da hibrid tohum çıkmış oluyor.


-Yani bizim aynı boyda ve aynı görüntüde gördüğümüz sebze ve meyveler bu işlemin ürünleri mi?


Evet, hibrid tohumda en iyi iki ürünü birleştirdiğiniz için ortaya çıkan çok daha iyi bir ürün oluyor. Mesela çilek meyvesi en çok tartışılan ürünlerdendir. Ülkemizde yetişen küçük ve çok tatlı dağ çileği ile Güney Amerika’da yetişen büyük ve daha az tatlı çilekten üretilen tohum daha büyük ve tatlı çilek üretimi sağladı. Büyük göründükleri için “hormonlu çilek” denilen çileklerin asıl hikâyesi budur. Olayın hormonla falan alakası yoktur. Alıştığımız görüntüden büyük olan sebze ve meyvelere hormonlu demek son derece yanlıştır. Üretimde tehlikeli olan zirai ilaç kalıntısıdır ve bu konudaki denetimlerde titizlikle yapılmaktadır.


-Peki bu genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO) denilen ürünler nedir?


Bir türe başka bir türden gen aktarılarak yeni genetik özellikler kazandırılmasını sağlayan modern biyoteknoloji tekniklerine “Gen Teknolojisi”, gen teknolojisi kullanılarak doğal olarak elde edilmesi mümkün olmayan yeni özellikler kazandırılmış organizmalara da Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO) ya da gen transferi yapıldığını ifade eden Transgenik Organizmalar adı verilmektedir. Genetiği Değiştirilmiş Organizmalarla (GDO) ilgili olarak özellikle son 10 yılda tüm dünyada önemli gelişmeler yaşanmakta ve ülkemiz de bundan etkilenmektedir. Dünyada transgenik bitki üretimi 1996 yılından beri hızlı bir şekilde artış göstermiş ve 2008 yılında üretim alanı 125 milyon hektara ulaşmıştır. Genetiği değiştirilmiş ürünler bitki üretiminde günümüzde ticari olarak 4 önemli endüstri bitkisi kullanılmaktadır. Bu bitkiler mısır, soya, pamuk ve kolza bitkisidir.


-Ülkemizde bu ürünlerin hangileri hammadde olarak kullanılmaktadır?


Ülkemizde mısır ve soya hem hayvan beslemede hem de gıda ürünü olarak kullanılmaktadır. Bu iki ürünün ülkemizde üretimi yeterli değildir. Son yıllarda mısır üretiminde artış sağlansa bile hala önemli miktarda mısır ve mısır yan ürünleri ithalatı yapılmaktadır. Yüksek oranda protein ve doymamış yağ içeren ve birçok gıda ürününde ham madde olarak kullanılan önemli bir endüstri bitkisi olan soyada ise zaman zaman yapılan üretimi artırmaya yönelik çalışmalara rağmen son 20 yılda önemli bir gelişme sağlanamamış ve her geçen yıl daha fazla ithalat yapılmıştır. Kolza bitkisi de soya bitkisine benzer şekilde ülkemizde yaygın bir üretim potansiyeline sahip değildir ve yemeklik yağ olarak tüketimi yaygınlaşmamıştır. Bunun da temel sebebi dünya piyasasında bizim fiyatlarımızın pahalı kalmasıdır. Eğer biz de çiftçimizi onlar kadar desteklersek fiyatlarımız hem daha ucuz hem de dünya piyasasında rekabetçi olacaktır. İşte o zaman Türkiye de kendimize yeterli bir üretimi gerçekleştirmiş oluruz. Pamuk ise tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de doğrudan gıda ürünü olarak değil de lifleri daha çok tekstil sanayinde kullanılan bir endüstri bitkisi olarak değerlendirildiği için genetiği değiştirilmiş ürün tartışmalarının uzağında kalmıştır.


-O zaman küçük canavar sebzeler ve meyveler yediğimizi düşünmemiz şuan için sadece hayal ürünü öyle mi?


Ülkemizde genetiği değiştirilmiş ürünlerle ilgili yapılan tartışmaların odak noktasında çoğunlukla mısır ve soya bitkilerinden elde edilen gıda ürünleri yer alması beklenirken, fazla miktarda üretilen ve tüketilen meyve sebze türlerinin de genetiği değiştirilmiş ürünler içerisinde tartışılması son derece yanlış ve yanıltıcıdır. Türkiye’de üretilen ve satılan tohumlarla, meyvelerle sebzelerle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Halkımızın sağlıklı ve dengeli beslenmesini olumsuz etkileyecek, sebze ve meyve tüketiminden uzaklaştıracak spekülatif söylemlere ve yalan yanlış beyanlara itibar edilmemesi gerekmektedir.


-Ülkemizde bu konudaki yönetmelik ve denetimler neleri kapsamaktadır?


26/Ekim/2009 tarih ve 27388 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan “Gıda ve Yem Amaçlı Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar ve Ürünlerinin İthalatı, İşlenmesi, İhracatı, Kontrol ve Denetimine Dair Yönetmelik” ile genetiği değiştirilmiş yem ve gıda ürünlerinin ithalatı, ihracatı ve bunları kullanarak yem ve gıda üretiminin gerçekleştirilmesi belirli kurallara bağlanmaya çalışılmaktadır. Ne var ki bu çok önemli yönetmelik başta Üniversiteler, sektör ile ilgili sivil toplum kuruluşları ve sanayicilerin görüşleri alınmadan yürürlüğe konulmuştur. Bu yönetmelik kamuoyunda büyük tartışmalara yol açmış, yönetmelik genetiği değiştirilmiş yem ve gıda ürünleri ithalatının düzenlenmesiyle ilgili olmasına ve tohumla ilgili olmamasına rağmen ülkemizde yaygın olarak yetiştirilen önemli endüstri bitkilerinin ve sebzelerin (domates, biber, patlıcan, hıyar, kabak vb.) genetiği değiştirilmiş tohumlardan elde edildiği, ekilen bitkilerin tohum vermediği, genetiği değiştirilmiş tohumlar kullanıldığı için tohumların kısır olduğu ve üreticinin her yıl yeniden tohum almak zorunda kaldığı gibi yönetmelikle ilgisi olmayan konular gündeme gelmiştir.


-Hibrid tohumla GDO’lu ürünlerin aynı algılanması sektöre zarar verdi mi?


1920’li yıllarda ilk olarak mısır bitkisinde başlayan daha sonra ayçiçeğinde devam eden ve domates, biber, patlıcan, hıyar, kavun, karpuz, kabak, ıspanak, lahana, bamya vb. gibi birçok bitki türünde yaygın olarak kullanılan ve doğadaki bitki çeşitliğinden faydalanarak klasik bitki ıslahı yöntemleriyle yapılan seleksiyonlara (seçimlere) dayalı melez (hibrid) tohum tekniği ile genetiği değiştirilmiş tohum ya da ürün kavramları uzman olmayan kişiler tarafından yalan yanlış bilinmeden karıştırılmış, kavram kargaşası yaratılmıştır. Özellikle sebzelerdeki hibrid tohum üretim tekniği ile GDO’lu ürünlerin giriş, çıkış, işlenme, kontrol ve denetiminin birbirine karıştırılmaması gerekmektedir. Elbette ki bu söylemler hem üreticiye hem de tüketiciye çok zarar vermiştir. Yapılan asılsız ve bilimsel verilerden uzak haberler neticesinde; sebze üreticileri başta olmak üzere sebze ve meyve üreticilerinin ürettikleri ürünler ellerinde kalmış, fiyatlar düşmüş, ihracat azalmış, sera birlikleri, üretici birlikleri, çiftçiler, tohum firmaları haksız ve yersiz ithamlara maruz bırakılmış ve tüketici meyve ve sebze alamaz, yetersiz beslenir duruma gelmiştir.


-Peki bizim ülkemizde “Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar” çalışmaları yapılıyor mu?


Hibrid tohumlar sayesinde tohum sektörü özellikle dünyada nüfusun çok hızlı arttığı 20. yüzyılın ikinci yarısı boyunca insanların bol ve ucuz gıdaya kavuşmalarını sağlamıştır. Gelecekte de sağlamaya devam edecektir. Yönetmeliğin genetiği değiştirilmiş tohum ya da tohumlukla ilgisi bulunmamaktadır. Ülkemizde genetiği değiştirilmiş tohum elde edilmesi, üretimi, mikro ve makro deneme çalışmalarının yapılması, ithalatı, ihracatı zaten mevzuat gereği yasaktır. Bu yönetmelik sadece genetiği değiştirilmiş ürünlerin ülkemize giriş-çıkışı, ürünün gıda maddesi olarak işlenmesi sırasında uygulanacak esasları ve hayvan beslemede yem olarak kullanılmasının kontrolü ve denetimiyle ilgilidir.


-Yüksel Tohumculuk öz sermayeyle kurulan bir firma mı?


Yüksel Tohumculuk, 20 yıldan uzun süredir hibrid sebze ıslahı ve tohum üretimi konusunda çalışan “T.C. Tarım ve Köy işleri Bakanlığı” tarafından “Özel Sektör Araştırma Kuruluşu” olarak tescil edilmiş tamamen yerli sermayeyle kurulan ve işletilen bir Türk Tohum firmasıdır. Domates, biber, patlıcan, hıyar, kavun, karpuz ve kabak, hibrid sebze türleri üzerinde ıslah çalışmaları yapan, Türkiye’nin en önemli hibrid sebze tohumu ıslahçı ve üretici firmasıdır.


- Kaç metrekarelik bir arazi de çalışıyorsunuz?


2009 itibariyle toplam 5 adet araştırma ve üretim istasyonuna, kendine ait 600 dekar tarım arazisine ve 240.000 m2 seraya sahibiz. Özellikle 2005 yılı içerisinde Antalya merkezde tamamladığımız 5. istasyonumuz, diğer yabancı yatırımlar dâhil sektördeki Türkiye’nin en büyük komple hibrid sebze tohum projesidir. Ayrıca 2002 yılında tüm Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerine yönelik Ürdün’de 40 dekar deneme istasyonunu ve Arap ülkeleri bölge ofisini faaliyete geçirdik.


- Aslında tohumda ihracat yapan bir ülke olmamıza rağmen sizin ithalatınız da var değil mi?


Değişik sebze türleri üzerinde tamamen kendi imkânlarımızla, 105 tane farklı ıslah projesi başlattık ve bunların 90 tanesini tamamlayarak, 87 adet %100 yerli hibrid sebze çeşidini ülkemize kazandırdık ve tohum üretimini yaparak üreticilerimize sunduk. Bunun yanında, 29 ülkeye hibrid sebze tohumu ihraç eden ve 35 den fazla ülkede tanıtım çalışmaları yapmaktayız.16 tanesi Avrupa’da, 33 tanesi de diğer ülkelerde olmak üzere toplam 49 çeşidi yurtdışında tescil ettirdiğimiz satışımız devam etmektedir.




Dr. Ercan Özkaynak kimdir?


1992 yılında girdiği Akdeniz Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarla Bitkileri Bölümü’nden 1996 yılında mezun oldu. Aynı yıl Akdeniz Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarla Bitkileri Anabilim Dalı’nda Yüksek Lisansa başladı. 1999 yılında yüksek lisansı ve 2005 yılında da Doktora’yı tamamladı ve “Doktor” unvanını almaya hak kazandı. İngilizce ve Almanca biliyor. Tarla Bitkileri Anabilim Dalı’nda; Bitki Islahı, Bitki Biyoteknolojisi, Endüstri Bitkileri Yetiştirme ve Islahı, Patateste Biyoteknolojik Yöntemler ve Uygulamaları ve Patates Islahı, Mısır ve Pamuk Yetiştirme ve Islahı, Yağ Bitkileri Yetiştirme ve Islahı ve Nişasta ve Şeker Bitkileri Yetiştirme ve Islahı konularında laboratuar, arazi ve sera çalışmaları yaptı. 2007 yılından bu yana Yüksel Tohumculuk Tarım San. Ltd. Şti.’nde Bitki Islahçısı ve Ar-Ge Müdürü olarak görev yapmaktadır.



ABDULLAH KELEŞ



1969 yılında kurulan IC İbrahim Çeçen Yatırım Holding A.Ş. şu anda değişik sektörlerde sahip olduğu 11 firma ile faaliyetlerini sürdürüyor. Uzun yıllar ağırlıklı olarak inşaat ve enerji sektörlerinde faaliyet gösteren IC Grubu, 1994’te Ankara’da açtığı Tetra Hotel ile turizm alanına da girdi. IC Antbel Antalya Belek Turizm Yatırımları A.Ş, Antalya’da IC Santai Hotel, IC Airport Hotel ve IC Green Palace olmak üzere üç otel ile hizmet veriyor.



2004 yılında Antalya Havaalanı Dış hatlar 2 terminal işletmesi ile havaalanı terminal işletmeciliği sektörüne giriş sonrası 2007 de Fraport AG ortaklığı ile Antalya Havaalanı iç ve dış hatlar dahil tüm işletmenin 17 yıllık işletme hakkı alınmış ve yıllık 12 milyon yolcuyla Türkiye’nin en yüksek yıllık yolcu sayısına işletme servisi verilmektedir.


VİA, yiyecek içecek sektöründe “ global bir marka “ oluşturarak hizmet vermek hedefi ile bir İçtur şirketi olarak kurulmuş, Antalya havaalanı yiyecek – içecek birimlerini maksimum kalite ve ulaşılabilir fiyat anlayışı ile işletmeye başlamıştır.



Sessiz, sakin görünen ama müthiş bir performansla çalışan Abdullah Keleş, son 14 yılını turizme vermiş ve IC grubun turizmde attığı büyük adımları yaşamış. Üniversiteyi bitirdikten sonra stajını yaptığı bu grubun inşaat bölümünde hayata atılmış. 19 yıldır grupta görev alan Keleş, 1995 yılında ise turizmciliğe soyunarak, o yıl yeni hizmete açtıkları Antbel Belek Beach Tesisi'nin mali birimlerinde çalışmaya başlamış. 2005 yılında grubun yönetim kurulu üyeliğini, 2006'da da murahhas aza ve IC Holding Turizm Grubu Genel Koordinatörlüğünü üstlenmişti. Geçtiğimiz aylarda ICF Airport`un yönetim kurulu üyeliğine getirilen Abdullah Keleş böylelikle başarılarına bir yenisini eklemiş oldu. Bu hafta Abdullah Keleş'le yaptığımız turizm sohbetimizde IC Hotels'in tarihini, geleceğini ve projelerini kendisinden dinledik.



-IC Grup Antalya’da turizme nasıl başladı?


İlk olarak havaalanındaki oteli IC Airport Otel'i hizmete açtık. O zaman Antalya-Alanya kara yolu tam gelişmemişti. Fuarlar küçük toplantı salonlarında yapılıyordu. şehire o günkü koşullar altında uzaktı. Ama biz ciddi bir başarıyı yakaladık ve 2002 yılında oteli açtık. Daha sonra Geren Palace'ı yaptık. 2003 yılının başında da Gren Palace'ı açtık. Şu anda Antalya'da bin yataklı Belek'teki tesisimiz, Kundu'daki tesisimiz ve 300 yataklı airport tesisimiz var.


-IC Grup otelleri 2009 sezonunu nasıl kapattı?


Genel olarak 2008 yılına göre müşteri sayısında yüzde 5’lik bir azalma oldu ama bu havaalanı verilerine göre yapılan çalışmadır. Gelen yolcuların konaklama sürelerini göz önünde bulundurursak ve tesislerin fiyatlandırmalarına bakarsak bu azalmayı yüzde 35’ler civarına çıkarıyor. Böyle büyük bir krizde bu normal bir sonuçtur. Beklentilerimizin üzerinde bir sapma yok. Ama kazandığımız paranın kurlardan dolayı değerinin artışı da bir avantaj olarak görülebilir.


-Antalya’da şehir otelciliği sizce nasıl gelişmektedir?


Antalya’da şehir oteli olarak sadece biz değil, diğer şehir otellerinin de çok başarılı olduğunu söylemek mümkün değil. Çünkü Antalya ciddi bir kitle turizmi yapıyor. Kitle turizmine hitap eden tesislerin şehre çok yakın olması ve her şey dahil sistemin kullanılması şehir otellerinin tercih edilebilirliğini azaltıyor. Dolayısıyla şehir otellerinde yüksek oranda verimlilik söz konusu değil. 2002 yılından beri IC Airport olarak hizmet veriyoruz ve o günden beride tesisin devamlılığını ve gelişmesini sağlıyoruz. Toplantı organizasyonlarıyla ve konumuyla çok doğru bir yatırım olduğunu görüyoruz. IC Airport Türkiye’nin ilk havaalanı otelidir. Diğer örneklerinden çok farklı hizmet veriyor. Toplantı alanları, havuzları, ormanlık alanda koşu ve yürüyüş parkurlarıyla, business mekanlarıyla bir çok isteğe cevap verebiliyoruz.


-Küresel krizin etkileri size nasıl yansıdı?


Hem Türkiye’de hem dünyada negatif gelişmelere karşı bir hazırlık var. Dünya negatif gelişmelere kendisini adapte etmeye başladı. Eğer ki ekonomik kriz, sağlık ya da savaşla ilgili sıkıntılar noktasal olarak Antalya’da gerçekleşirse elbette ki yüzde yüz etkilenilir. Ama küresel olaylarda etkileşim bundan daha fazla olmaz.


-Antalya Havalimanı’nın yeni projeleri nelerdir?


Havaalanındaki ekibimiz çok başarılı bir ekip ve 9 yıldır beraber çalışan arkadaşlarımız var. Gelen misafirlerin memnun gönderilmesi ve yeni geleceklerin artması için sektörel olarak pazarlama çalışmalarımız devam ediyor. Geçen hafta DHMI Genel Müdürü Orhan Birdal Bey’inde onayıyla Antalya Havalimanında Antalya’yla ilgili kültürel etkinliklerin ve ören yerlerinin tanıtımıyla ilgili çalışmalar başlatacağımızın haberini buradan söyleyebilirim. Yiyecek-içecek hizmetini veren VIA firmamızda fiyatlarda yüzde 30’luk bir indirim yaptı.


Antalya’nın tanıtımına havalimanının katkısı ne şekilde olacaksa biz bu konuda her şeyi yapmaya hazırız.


-Turizm sektöründeki öncelikleriniz nelerdir?


Otel işletmelerinde 3 temel önceliğimiz var. İlki hizmeti ürettiğimiz çalışanlarımızın memnuniyeti, ikincisi hizmeti verdiğimiz misafirlerimizin memnuniyeti üçüncüsü ise ticari memnuniyettir. Ticari memnuniyet bizim için üçüncü sıradadır. İlk iki maddeyi yerine getirdiğimizde ticari memnuniyet zaten oluşmaktadır. Yurtdışındaki havaalanlarını ve tesisleri de dolaşıyoruz. Bizim gerçekten hem tesislerimiz çok yeni hem hizmet kalitesi maksimum düzeyde, ürün fiyat dengemiz yeterli düzeyde. Havacılık sektöründe de yurtdışında gelişmeler bizden fazlaydı ancak onlar kendilerini yenileyemediler ve biz onları geçtik diyebiliriz. Modern binalarda, günün koşullarına uygun geçişlerin olduğu, az kuyruk beklenilen ortamlar yaratıyoruz. 9 milyondan fazla yolcu gelen şehirlerde terminaller arası mesafe de uzak oluyor. Ama Antalya bu konuda ciddi bir fark yarattı. Bütün terminaller aynı noktada hizmet veriyor.


-Antalya Havalimanının yenileme çalışmaları bitti mi?


Hızla gelişen teknoloji ve ülkeler arası artan entegrasyonun bir sonucu olarak hava taşımacılığı her geçen büyümekte, buna bağlı olarak da havalimanı inşaatı ve işletmeciliği stratejik önem kazanmaktadır. Bu yıl yapacağımız çalışmalar içinde yeni iç hatlar terminali yapımı, iç hatlar otoparkı yapımı, yeni enerji santrali inşaatı, ısıtma soğutma merkezi inşaatı, uluslararası terminal 1 yenilenme işleri, apron bağlantıları, yakıt hidrant sistemi inşaatı ve atık su arıtma tesisi inşaatı bulunmaktadır. Yeni iç hatlar terminalini Ocak ayında açmayı planlıyoruz.


-Kış döneminde çalışmalarınızı ne yönde yapıyorsunuz?


Antalya turizm pastasında hak ettiği yeri almış değildir. 10 milyon turist ilerde çok az bir rakam olacak. Dünya turizm örgütünün sıralamasında Türkiye 9.sıradan 7. sıraya yükselmiş durumdadır. Diğer 6 ülkeyle aramızdaki fark 15 – 20 milyondur. Bizim bu rakamları aşmamz lazım. Önümüzdeki yılın planlamalarını biz kış aylarında yapıyoruz. Yarını bugünden düşünemezsiniz. En azından dört gün önceden düşünmeye başlamalısınız. Sanılanın aksine turizm sezonu kapandığında bizim işlerimizde daha fazla artış oluyor. Geleceğe dair planlamalar çok daha zor ve titiz bir çalışma gerektiriyor. Antalya turizmi yüzde 80 dolulukla çok rahatlıkla 16 milyon yolcuyu konaklatabilir. Talep şuanda kapasitenin gerisinde ama kapasite olmasaydı talep de olmayacaktı.


-Tanıtıma ayrılan bütçe konusunda nasıl bir strateji izliyorsunuz?


Tanıtım, kriz döneminde en fazla ihtiyaç duyulan unsurdur. Her bir tesis, cirosunun yüzde 15'i ile 8'i arasındaki bir değeri tanıtım için ayırmalı. Tanıtım geleceğe yönelik yatırımdır. Tanıtımı güne yönelik yaparak gelecekteki başarınızı şansa bırakmış oluyorsunuz. Eğer başarınızı garantilemek istiyorsanız gerekli tanıtım bütçesini de ayırmak zorundasınız. Tanıtım öyle sihirli bir dernek ki dozajını iyi ayarlamak zorundasınız. Çok aşırıya kaçmak da başarı için doğru adres olmayabilir. Ama özellikle kriz dönemlerinde tanıtım bütçelerini kısmak yerine belki de yüzde 1- 2’lik artışlar daha yerinde olacaktır.


-2010 yılı turizm beklentileriniz hangi pazarları kapsıyor?


Avrupa’da turizm bir lüks değil, ihtiyaçtır. Türkiye şu haliyle Avrupa için çok ucuz bir pazardır. Yeni pazarlar da bizim için hedef pazardır. Türkiye’nin her pazara ihtiyacı var. Ayrıca Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) ülkelerinde 200 milyon kişinin hareket ettiği büyük bir pasta var. Dolayısıyla bu pazardan vazgeçmek mümkün değildir. Burasıyla ilgili çalışmalara da devam etmek gerekmektedir. Rusya’dan en fazla turistin geldi ülke Türkiye’dir. Bu çok ciddi bir avantajdır. Avrupa’nın pazarının başka ülkelere kaydığı dönemlerde BDT pazarından faydalanıyoruz. Bizim için yakın gelecekte iki önemli pazar var. Avrupa ve BDT.


-Yeni sezonda fiyat politikanızda değişiklik olacak mı?


Eskiden tahsisli yatırımlar yapılıyordu. Son dönemlerde kredili yatırımlar yapılmasıyla işletmelerin sabit bir gideri oluştu. Öz sermayeli olmayan firmaların turist sayısında nispeten bir azalma olduğunda bu tesislerde panik yaşanması ve fiyatların aşağı çekilmesi son derece doğaldır. Rakipleriniz fiyatı aşağı çektiğinde ya çizginizi muhafaza edip doluluğun düşmesini kabul edeceksiniz ya da fiyatlarınızı düşüreceksiniz. Biz fiyat konusunda düşüşe gitmeyi düşünmüyoruz. Tesislerimizin kalitesiyle, verdiğimiz hizmet ortada ve 2010 yılında da mevcut fiyatlarımızı aynen muhafaza etmeyi düşünüyoruz. Ben bu yılı turist sayısı bakımından da düşme olmayacağı kanısındayım.


-Bu yıl bir kış sezonunu daha kaçırdık. Turizmin 12 aya yayılması konusunu siz nasıl değerlendiriyorsunuz?


Antalya’nın Türkiye’nin kongre merkezi olması lazım... 5 – 10 bin kişilik kongreler için ortak kullanılacak bir merkez yapılmalı. Kişisel düşünceme göre her tesisin içinde büyük çaplı toplantı organizasyonuna yatırım yapması mantıklı değil. Yılda belli zamanlarda kullanılması yerine ortak bir merkezin faaliyete geçmesiyle kış ayları yoğunlaşabilir. Birçok tesis kongre salonlarını yılda bir bile kullanmıyor. Aynı şekilde her otel bünyesinde bulunan Çin, Meksika, İtalyan mutfakları da dışarıya taşınırsa bir yoğunluk olacaktır. Antalya mesela olimpiyatlar için girişimde bulunabilir. İstanbul yıllardır istiyor ama olmadı. Lara bölgesi, Belek bölgesi, ANFAŞ’ın olduğu bölgenin her biri birer olimpiyat köyü olabilir. 150 milyon dolarlık bir stad yapılmasıyla Antalya tüm dünyanın tanıdığı bir şehir olabilir. Bunlar imkansız planlar değil sadece hayata geçmesi için adım atmak gereklidir.


-Özel sektörde ilk iş tecrübenizi edindiğiniz firmada yönetim kurulu üyeliğine yükseldiniz. Bu başarınızın sırrı nedir?


İşe ilk girdiğim günden beri “hiç işten çıkarılır mıyım?” endişesi yaşamadım. Bizim gruptaki en büyük avantajım Yönetim Kurulu Başkanımızdan çok şey öğrenmiş olmamdır. Çalışmak ve proje üretmek bu işin sırrı diyebilirim. Çalışmaktan ve proje üretmekten yorulmazsanız hem insani, hem ticari hem de mantıksal çalışmalar yaparsanız ilerleyebilirsiniz. Bizim grubun kendi iç politikasında yükselmenin önü hep açıktır. Mevcut görevinde üç seneden fazla çalışmak bizim açımızdan çok iyi değildir. Her şeyin temelinde günü kurtarmaya değil, geleceğe yönelik projeler üretebilmeniz yatar. Eğer bunu başarabiliyorsanız, kendinizi yetiştirmeye devam ediyorsanız başarılı olmamanız için neden yoktur.




Abdullah Keleş Kimdir?


1969 yılında Adilcevaz’da doğan Abdullah Keleş, lisans eğitimini Atatürk Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İktisat Bölümü’nde, yüksek lisans eğitimini ise Bilgi Üniversitesi İşletme Programı’nda tamamladı. Lisansını tamamlamasının ardından 1995 yılında IC Holding A.Ş. bünyesinde çalışmaya başlayan Keleş, firmada mali işler, finansman, idari işler, insan kaynakları ve ticaret birimlerinde görev aldı. 2006 yılından itibaren Yönetim Kurulu Murahhas Azası görevi ile birlikte Turizm Grubu Genel Koordinatörlüğü, IC Tahal Tarım İşletmeleri ve IC Uluslararası Konfor A.Ş. şirketlerinin Yönetim Kurulu Üyeliği’ni yürüten Keleş, 2009 yılı Ekim ayından itibaren ICF Airports Yönetim Kurulu Üyesi olarak görev alacak. Evli ve bir kız çocuk babasıdır.

02 Aralık 2009

ADRASAN'DA BİR GÜN


Akdeniz’in en güzel koylarından birine sahip Adrasan’da Akdeniz Üniversitesi'ne tahsis edilen alanda konaklama tesislerinin yapımı tamamlandı. Kumluca’nın Adrasan beldesindeki Üniversite’ye ait ve 5 bloktan oluşan, 120 yataklı, 3 konferans salonlu tesis Kasım ayında faaliyete geçti.

Geçtiğimiz günlerde tesiste ve bölgedeki son çalışmaları bizlerle paylaşmak isteyen Akdeniz Üniversitesi Rektörlüğü’nün düzenlediği gezide Adrasan’ın ve Rhodiapolis Antik Kenti’nin bölgedeki son durumunu hakkında bilgi verildi.


15 ay gibi kısa bir sürede yapımı tamamlanan tesisin mimarisi ve dekorasyonu için çok titiz bir çalışma yapılmış. En ince detayların bile önemsendiği bu proje Adrasan’ın yeni ve modern yüzünün de bir temsili olmuş durumda.


Adrasan gezimizin ilk durağı Akdeniz Üniversitesi Adrasan Eğitim ve Uygulama Merkezi adıyla faaliyete geçen dinlenme merkeziydi. Tesisi bizlere gezdiren Akdeniz Üniversitesi Rektörü Prof. İsrafil Kurtcephe tesisle ilgili sorularımızı da yanıtladı.


Ardından Adrasan plajındaki Su Sporları ve Su Ürünleri ile ilgili projenin yapılacağı sahilde de bilgi veren Kurtcephe, Adrasan’ın turizmdeki yerinin bundan sonra çok daha dikkat çekici olacağını vurguladı.


Gezimizin ikinci durağı Kumluca İlçesi yakınlarındaki Likya dönemine ait Rhodiapolis Antik Kenti’ydi. 2006 yılında başlayan, Akdeniz Üniversitesi ve Kumluca Belediyesi’nin ortaklaşa yürüttüğü kazı çalışmalarında gelinen son durumu bizlere anlatan Akdeniz Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Klasik Arkeoloji Bölümü’nden, Kazı Başkanı İsa Kızgut ve Başkan Yardımcısı Emrah Akalın bizleri tarihte uzun bir yolculuğa çıkardı.


Rhodiapolis Antik Kenti'nde kazılara 4 yıl önce başlanmasına rağmen önemli yapı ve bulgulara rastladıklarını belirten Kızgut, ortaya çıkarılan yapıların çoğunun Roma ve Bizans dönemine ait olduğunu, iki yapı ile mezarın Helenistik dönemi kapsadığını, MÖ 4. yüzyıla kadar uzanan yapılar olduğunu söyledi. Tiyatro sahnesinin arkasında döneminin en önemli hayırseveri ve bankeri Opramoas adına yapılan bazı anıtlar olduğunu vurgulayan Kızgut, “Kral Opramoas zamanında en zengin devrini yaşayan şehir, adı geçen kral vasıtası ile komşu şehirlerin tahrip olan eserlerini de yardım ederek onarttırmıştır” dedi. Bu yüzden belki de tarihteki ilk “Banker” olan Opramoas’ın hayatının detayları ve dönemin önemli doktorlarından Herakleitos’un tıp merkezi tarihte yeni bir sayfa açıyor. Rhodiapolis Antik kenti, o dönemlere ait bulunan ilk tıp merkezinin kalıntılarını günümüze kadar saklamayı başarmış. Bilinmeyene doğru yapılan bu yolculuk bizlere yepyeni bir hikâye anlattı.


1400 kişilik antik tiyatrosunun tamamıyla ortaya çıkarıldığı kazı çalışmaları dördüncü sezonunu tamamlamış. Antik Tiyatroyu en kısa zamanda restore edip Kumluca’daki etkinlikler için kullanılmasını sabırsızlıkla beklediğini belirten Kumluca Belediye Başkanı Hüsamettin Çetinkaya da bizlere Kumluca ile ilgili planlarını anlattı.


Gezimizin son durağı olan Kumluca Kültür Merkezi’nde sorularımızı yanıtlayan Başkan Çetinkaya, Kumluca’nın seracılıkta yakaladığı başarıyı turizmde de göstereceklerine inandığını belirtti.


Yapımı 2006 yılında başlayan ve kale-kule olarak projelendirilen Kumluca Kültür Merkezi hem yerli halkın hem de turistlerin yoğun ilgisini görüyor. Kültür merkezindeki yerel müzede, kültürümüze ait eşyalar ve canlandırmalar turistlere kültürümüzle ilgili bilgiler verecek şekilde yerleştirilmiş.


Akdeniz Üniversitesi Adrasan Eğitim ve Uygulama Merkezi tesislerinde başlayan yolculuğumuz da Akdeniz Üniversitesi Rektörü Prof. İsrafil Kurtcephe, Klasik Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. İsa Kızgut, Araştırma Görevlisi Emrah Akalın ve Kumluca Belediye Başkanı Hüsamettin Çetinkaya’yla yaptığımız keyifli sohbetimizde sorularımı bu hafta dört konuğum birden yanıtladı. Kumluca ve Adrasan’la ilgili son gelişmeler için sözü kendilerine bırakıyorum.


- Bu tesis için neden Adrasan’ı seçtiniz?
İsrafil Kurtcephe: Adrasan’ı dünyaya tanıtacak ama bu süreçte de buranın bakir güzelliğini bozmayacak ve koruyacak bir proje olduğu için bu tesis bizim için çok önemliydi. İstedik ki buraya bilimin eli değsin, burada bilimsel çalışmalar yapılsın. Üniversite toplumu aydınlatan bir kurumdur. Biz de şimdi tesisimizi açtık ve ardından çevresini güzelleştireceğiz. Ayrıca kış aylarında da buradaki küçük esnaf ve turizmciler için eğitim programları düzenleyeceğiz.

- Konferans salonlarının isimleri tarihteki önemli savaşlardan alınmış. Özel bir anlamı var mı?

İsrafil Kurtcephe: Buralar kolay vatan olmadı. Binlerce insanın fedakârlıklarıyla Çanakkale, Sakarya ve Kocatepe savaşlarında dökülen kanlarla bu ülke vatan oldu. Bunların unutulmaması ve yabancı ülkelerden gelen konuklara salonların isimlerini anlatırken bu savaşlar hakkında da bilgi verilmesini istedik. İki dilde hazırlanacak tanıtım kataloguna da bu savaşlarla ilgili kısa bilgiler eklemeyi düşünüyoruz.

- Tesisin ilk konukları kimlerdi?

İsrafil Kurtcephe: Tesisimizin ilk konukları 33 ülkeden gelen Avrupa Birliği’nin düzenlemiş olduğu “Din ve Tolerans” konulu konferansın misafirleriydi. Önümüzdeki yılda da dünyadaki sayılı 100 bilim adamının katılacağı bir uzay konferansına ev sahipliği yapmaya hazırlanıyoruz. Birleşmiş Milletler’den gelecekler. İlk konuklarımız otelimizi çok beğendi ve tekrar gelmek istediklerini belirttiler. Hatta Avrupa Gençlik Merkezi’nin düzenlediği 40 çalışmanın burada yapılması için ciddi çalışmalara başladık.

- Bu tesisten herkes yararlanabilecek mi?

İsrafil Kurtcephe: Öncelikle kendi okulumuza faaliyet vermekle birlikte tüm kamu çalışanları ve diğer üniversiteler yararlanabilirler. Aynı zamanda okulumuz Turizm Bölümü öğrencileri içinde bir uygulama oteli olacağını düşünüyoruz. Burası yüz ölçümü olarak ilk ama yatak sayısı olarak Adrasan’ın ikinci büyük tesisi oldu.

- İlk konukların yabancı olması bir tesadüf müydü?

İsrafil Kurtcephe: Bu tesis bize 4 milyon 500 bin liraya mal oldu. Ama gerçekten herkesin bu konuda gece gündüz çalıştığını özellikle belirtmek isterim. Mayıs ayında Prag'da Avrupa Birliği Erasmus Programı’nın üniversiteler arasında yaptığı bir değerlendirmede, Akdeniz Üniversitesi en iyi uygulayıcı üç üniversite arasına girdi. Bronz madalya aldık ve ilk defa AB üyesi olmayan bir ülkenin üniversitesine bu ödülün verilmesi çok anlamlıydı. O toplantıda 3 Kasım’da yapılacak olan konferansa kadar bu tesisi bitireceğimizin de sözünü vermiş oldum. Mayıs’tan itibaren geceli gündüzlü devam eden bir çalışmaya başladık ve söz verdiğimiz gibi 33 ülkeden gelen misafirimizi burada ağırlamış olduk.

- Bölge halkına katkı sağlamak adına neler yapıldı?

İsrafil Kurtcephe: Adrasan’da yaşayan ve turizmle ilgilenmiş olan 25 kişi şu an bizimle çalışmaya başladı. Bölge halkından 25 kişiye iş imkânı sağlanmış oldu. Buranın yapımındaki tüm mobilyalar da okulumuz Teknik Bilimler hocaları ve öğrencilerince yapıldı. Hem üniversitemizin yararlanabileceği hem de bölge halkına iş imkânı sağlayan otelimiz Adrasan’ın Dünya’ya açılan penceresi olacak.

- Adrasan’da bir başka projeniz de olacak mı?

İsrafil Kurtcephe: Bu tesisin uzantısı olarak sahilde bize tahsis edilen bir noktada da çalışmalara başladık. Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu öğretim üyelerinin ve öğrencilerinin su sporları yapabileceği bir düzenlemeyle birlikte Su Ürünleri Fakültesi’nin de araştırmalar yapabileceği mekânları hazırlamak istiyoruz. Adrasan Plajına kuracağımız bir iskeleyle de araştırma gemimiz bu açıklarda araştırma yapacak. Adrasan bilimin ışığında gelişecek bir tatil yeri olacak. Özellikle Adrasan Belediye Başkanı bu projeye inandı ve bizleri destekledi.


OPRAMOAS VE HERAKLEITOS’UN HİKÂYESİ



- Kentin tarihçesinden bahseder misiniz?

İsa Kızgut: İsa’dan önce 9. yüzyıla kadar uzanan bir tarihi olduğunu söyleyebilirim. O zamanki adı Vedrei’ymiş. Rodosların egemenliği altına girdikten sonra da Rhodiapolis adını almış. Çoğu yapı bizlere Roma ve Bizans dönemine dair bilgiler vermesine rağmen iki yapı bizi Helenistik döneme kadar götürdü. Diğerleri Roma döneminde yapılmış, Bizans döneminde restore edilmiş, onarılmış, kurulmuş. Son depremler ve veba salgını nedeniyle Rhodiapolis Antik Kenti terk edilmiş, insanlar başka yerlere göçmüş veya daha aşağılara inmiş. Bu kentin kesinlikle tamamen yok olduğuna inanmıyoruz. Patara'da yapılan kazılarda çıkarılan kemiklerin DNA sonuçları bize aynı bölge insanının DNA'larını verdi yani insanlar yok olmuyor, bir şekilde yaşamını sürdürüyor. Likya bölgesinin nüfusu 7. yüzyılda büyük yara alıyor, veba salgını nedeniyle nüfus 5'te 1 oranında düşüyor. Antik dönemlerde insan nüfusunun azalmasında sadece depremlerin değil salgın hastalıkların da etkisi var. Rhodiapolis, doğu Likya'nın sınır kentidir. Likya bölgesi bundan sonra bitiyor. Zengin verimli arazilere sahip bir kent olduğunu söyleyebiliriz.

- Kazı çalışmalarına ilk nereden başladınız?

İsa Kızgut: Kazılarda 2 bin 300 yıllık tiyatroyu ortaya çıkardık. Depremlerde bir kısmı zarar görmüş olsa da Roma döneminde restorasyonunun yapıldığını belirledik. Bin 400 kişilik antik tiyatro binası ve sahnesini gerçeğine uygun şekilde 2–3 yıl içinde restore edeceğiz. Ayrıca oturma yerlerinde bulduğumuz deliklerinde tiyatronun üstünü kapatmak için kullanılan malzemeye ait olduğunu düşünüyoruz. Bu da bize buranın sadece tiyatro için değil, dinsel ibadet içinde kullanıldığını gösteriyor.
- Rhodiapolis’li halkın sosyal yaşamına dair neler söyleyebilirsiniz?

İsa Kızgut: En ilginç olan, halkın yüksek vergiden sıkıntı çektiği ve bunun çözümü olarak imparatora elçi göndererek indirim istediği, indirim sözünü alarak dönen elçinin yazdırdığı yazıttır. Bunu taş üzerine yazdırarak stel şeklinde agoraya diktirdiği bir yazıt var. O günlerde KDV ve gelir gerisi oranlarının düşürülmesinin istendiğini düşündüğümüzde, antik kentte MS 3. yüzyıl ortalarına doğru Rhodiapolis’lilerin vergileri ödeyemediğini anlıyoruz.

- Kentte yaşayanların kültürel özelliklerine dair bulgulara ulaştınız mı?

İsa Kızgut: Amfi tiyatro yakınlarında MS 3. yüzyılda kullanılan mutfak gereçlerini bulduk. Bu bölümün hemen alt kısmında da aynı tarihlerde kullanıldığı tahmin edilen bir tandırı ortaya çıkardık. Mutfak gereçleri ve tandırın ortaya çıkmasından sonra biz buranın bireysel bir mutfak olmadığını, restoran olarak kullanılan bir bölüm olduğunu düşünüyoruz.

- Bu kentin en önemli özelliği nedir?

Emrah Akalın: Likya bölgesi, Akdeniz tabanlı büyük bir deprem yaşıyor. Bütün kentler büyük zarar görüyor. Opramoas sadece Rhodiapolis’te değil Anadolu'da da çok ünlü ve çok zengin bir kişidir. Bu zenginliğini de bütün Likya kentlerine yaptığı yardımlarla gösteriyor. Zarar gören kentlere önemli yardımlar yapıyor. Zarar görmüş yapıları ayağa kaldırıyor, onartıyor. Bu nedenle bütün Likya kentlerinin hemşerilik beratları var. Rhodiapolis'te ve annesinin yaşadığı hemen bu kentin yakınında bulunan bir başka kentte yaşayan fakirlere yardım ediyor. Öğrencilere burs, evlenecek kızlara çeyiz parası veriyor. Opramoas'ın hangi kente ne kadar yardım ettiği yazıtlarda anlatılıyor. Para kazanmak için de bankerlik yapmış. Belki de dönemin ilk bankerlerinden biri. Bizim bulduğumuz ilk banker. Bu antik kenti yeniden ayağa kaldırmak için bulduğumuz bu anıt ayağa kaldırabilmek için 21. yüzyılın Opramoas'ını arıyoruz.

- Tarihin seyrini değiştiren bir buluntuya rastladınız mı?

Emrah Akalın: Üç girişli bir yapı ve burada su tedavisi ile telkin odalarını gün yüzüne çıkardık. Yani bir hastane bulduk. Likya bölgesinde bulunan ilk ve tek hastane diyebiliriz. Hastanede su tedavisi yapılıyor, telkinlerle hastalar iyileştiriliyor. Hastanede masaj odaları, bitkisel yağ ile tedavi odaları ve telkin odaları bulduk. Tedavi odalarında küçük krem kaşıkları, iğneler, yatakhaneler de var. Ayrıca kütüphane var. Ancak ortaya çıkan yapıların ve yazıtların tam anlamıyla işlevlerini çözemedik. Çözmeye çalışıyoruz. Kentte su kaynağı olmadığı için suyun çok değerli ve o dönemde çatı sularını oluklara, olukları sarnıçlara yönlendirip depoladıklarının ortaya çıktı. Ayrıca kazı bölgesinde yuvarlak bir yapı bulduk. Mimarisine bakarak bunun tapınak veya mezar olduğunu düşünüyoruz. Rhodiapolis Antik Kenti, moloz ve küçük taşlar kullanılarak yapılmış. Yapı duvarlarında bir sıva tabakası, sıvaların üzerinde mermer parçaları var. Duvarların tamamı mermer levhalarla kaplıymış. Roma döneminde binalarda kullanılan harç bugün de var. Roma dönemindeki çimento günümüzde de aynen var. Ortaya çıkarılan yapılar Roma dönemi yapıları olduğu için çimentoyla birleştirmişler.

KUMLUCA’NIN KALE- KULESİ

- Kumluca Kültür Merkezi farklılığı nereden geliyor?

Hüsamettin Çetinkaya: Kültür merkezimizin inşaatına 2006 yılında başlandı. Bir sene öncede faaliyete geçti. Antalya’nın ilk seyir kulesi olan bu yapıda özellikle istediğim şey hem kale hem de kulenin aynı yapı olmasıydı. Mimari özelliği ile kale-kule görüntüsüne sahip kule, bu özelliğiyle benzerlerinden çok farklı. İki bölümden oluşan kulenin içerisinde, mini Anadolu müzesi, restoran, sinema salonu, kültür merkezi, otopark, şelaleler bulunuyor. Kumluca'nın tüm etkinliklerine ev sahipliği yapan merkezimizde simgesel kulenin en üst katı konaklama alanı olarak tasarlandı. Burada kalan misafirler, doğa harikası Kumluca'nın manzarasını izleyerek dinlenme fırsatına sahip olacak. Bu kale- kulenin en önemli ayrıntısında kaplama taşı limra taşıdır. Bu taş aynı zamanda Rhodiapolis’teki kentinde kaplamasında kullanılmış.

- Rhodiapolis kazı çalışmalarını sizde yakından takip ediyor musunuz?

Hüsamettin Çetinkaya: Rhodiapolis’e bir karşılama merkezi yapıp ziyaretçiler için açmayı düşünüyoruz. Eskiden beri birçok ören yeri gezmiş olmama rağmen bu kentin hikâyesini dinlemeye başladığımda özel olarak ilgimi çekti. Rhodiapolis antik kenti ilçe merkezimize hâkim bir tepede kurulmuştur. Buraya gelen yerli ve yabancı turistler ilçemizi en iyi noktadan izleme imkânı da bulacaktır. Böylelikle turizmde ilçede alternatif bir gelir yaratacak. Bundan sonra dünyaya açılan bir başka penceremizde turizm olacak.