11 Mayıs 2009

DOĞAN HAKYEMEZ


Türk basketbol tarihine damgasını vuran isimlerden biri olan Doğan Hakyemez’in yolu Menderes Türel’le kesiştiği gün Antalya basketbol’unda yeni bir tarihinde başlangıcı oldu.
Sahadaki 12 Dev Adam’dan biri olarak başladığı sporculuk yaşamında 184 kez milli forma giyen Hakyemez, 20 yıl basketbol oyunculuğu yaptıktan sonra Türkiye’de ilk defa Genel Menajerlik kavramını başlatarak yöneticilik hayatına başlamış oldu.
Son yıllarda Basketbol Milli Takım’ı denilince akla gelen Doğan Hakyemez yaşamı boyunca ilklerin oluşmasında rol almış. “Her zaman hedeflerimin peşinden gittim ve Avrupa basketbolundaki yenilikleri örnek aldım” diyen Hakyemez’in son hedefi de bir Anadolu takımını şampiyonluğa taşımaktı. Antalya’da göreve başladığı günden itibaren hem istikrarlı bir başarı yakalanmasını sağlayan çalışmaları hem de tesislerde yaptığı köklü değişikliklerle Antalya BB Basketbol takımının ismini Avrupa’ya taşıdı. Geçtiğimiz Çarşamba günü Bulgaristan’ın BC Spartak Plevne takımını kendi sahasında 89- 70 yenerek tur atlayan Antalya BB Basketbol takımının böylelikle Avrupa macerası da başlamış oldu.
Antalya tarihinde ilk defa bir spor takımı Avrupa’da forma giyecek. Bu önemli başarı Antalya’nın tanıtımı açısından da ele geçmez bir fırsat oldu.
Antalyalılara bu sporu sevdirmekle işe başlayan Hakyemez, tesislerde yaptığı yeniliklerle Antalya’nın bir başka modern yüzünü de kamuoyuna göstermiş oldu.
Son derece kısıtlı bir bütçeyle takımı Avrupa’ya taşıyan Doğan Hakyemez inanıyorum ki Antalyalıların desteği ile çok daha önemli başarılara imza atacak.
Rotary Kulübü’nün 2008 yılı Mesleki Başarı Ödülü’nün de sahibi olan Doğan Hakyemez Antalya’nın spor hayatında yeni bir pencere açarak hakkında yapılan tüm eleştirilere de en anlamlı cevabı vermiş oldu.
Antalya BB'nin Genel Menajeri Doğan Hakyemez'le gündeme dair dobra dobra bir sohbetimiz oldu. Güler yüzlü ve samimi anlatımıyla sporculuk geçmişini, Antalya’daki başarısını ve Milli Takıma dair düşüncelerini bizlerle paylaşan Hakyemez “Hedefim değişmedi, 2010 yılı şampiyonluğu için ilk adımı attık, devamı gelecektir” dedi.

-Göreve başlarken 2010 yılı için şampiyonluğa oynama hedefi gösterdiniz. Geride kalan süreçte bu hedef için ne kadar mesafe aldınız?
Ben Antalya’ya geldiğim gün Antalya’daki basketbol sevgisini üst düzeye çıkaracağımı 2,5 milyon dolarlık bir bütçeyle basketbol liginde ki en renkli takımlardan biri olabileceğimizi ve 2010 yılına kadar yapacağımız çalışmalarda bütçemiz 5 milyon $’a çıkarsa da 2010’da şampiyon olacağımızı söylemiştim. Şu anda bütçemiz 2,5 milyon $ bizden 5 veya 10 kat daha fazla bütçeli takımları tek tek dize getiriyoruz. Demek ki doğru yoldayız. Bu yıl ki hedefimiz Ligde iyi bir derece alıp Avrupa’da iyi bir konuma gelmek ve gidebildiğimiz yere kadar gitmek. Yeterli bütçe bulunursa şampiyonluğa gideriz, bulunamazsa olduğumuz yerde kalırız. Bu fırsat Antalya’da ilk defa ele geçti, Antalyalılar takıma sahip çıktığı takdirde başarılı olmamamız için bir neden yok.
-Futbolda şampiyonluk denince İstanbul takımları gösteriliyor. Anadolu takımlarının şampiyon olabileceğine kimse ihtimal vermiyor. Basketbolda da bu şans İstanbul’da mı?
Ben bunun böyle olmadığını göstermek için şuan buradayım. Elbette ki İstanbul takımları yüksek bütçelerle kurulan takımlar… Basketbolda da bütçe önemlidir. Ben Anadolu’ya ait bir takımın da başarılı olabileceğini gösterdim. 2 sene önce göreve başladığımda çok kısıtlı bir bütçe ve son derece bakımsız adeta yıkıntı haline gelmiş tesislerle bu yola çıktım. İlk olarak tesisleri bugünkü haline getirdik. Ardından kısıtlı bütçeyle kaliteli ve başarılı oyuncular aldık. Emeklerimizin sonucunu da Çarşamba günü sahada gösterdik. Tüm Türkiye şu anda Antalya’nın bu başarısını duydu ve Anadolu’dan bir takımı İstanbul takımları arasında söz sahibi oldu. Yeterli imkân olursa yeni şampiyon Anadolu takımları arasından çıkabilir. Türk basketbolunun gelişmesi için Anadolu takımlarını yaratmalı ve o takıma sahip çıkılmalıdır.
-Birçok takım geçen sezonun kadrosunu büyük ölçüde değiştirdi. Antalya Büyükşehir neden kadrosundaki oyuncuların yarısından fazlasını elinde tuttu?
Bu da yine bütçeyle ilgili bir sonuçtu. Elimizde yeterli maddi kaynak yoktu. Yine de çok kaliteli ve iyi oyunculardan oluşan bir takım kurduk. Ben çok sık oyuncu değiştirilmesinden yana da değilimdir. Kemik kadro oluşturulduktan sonra bir iki oyuncu değişikliğiyle devam edilmelidir. Takım oyunlarında oturmuş bir kadro başarıyı da beraberinde getiriyor. Lig sonunda maddi sponsor desteğini arttırdığımız takdirde bir kaç oyuncu alımı daha yapılması gerekir.
-Antalya Büyükşehir’in maçlarında çok genç olan Cemal ve Yunus’un yanı sıra deneyimli oyuncu M.Kemal Bitim’in de oynaması çok ilginç karşılanıyor. Oyuncular arasında yaş farkı hayli fazla… Bu konuda neler diyeceksiniz?
Ben de oyunculuğu bıraktığımda 34 yaşındaydım. Yöneticilik düşünmesem ben de oynamaya devam ederdim. Kendine iyi bakan bir oyuncu 39 yaşına kadar iyi basketbol oynayabilir. Kemal’de kendine çok iyi bakan bir oyuncu… Eğer iyi oynuyorsa takımda tecrübeli bir oyuncu olması her zaman takıma artı değer katar. Oyunda onun tecrübelerine ihtiyaç olduğu zamanlar oluyor, genç oyuncularla da iyi bir uyum yakaladıktan sonra deneyimli oyuncu her zaman iyidir.
-Sponsorluk bakımından Antalya’dan beklediğiniz desteği bulabildiniz mi?
Sponsorluk da ben dertliyim. Firmalarla olan sponsorlukları hallettik ama parasal sponsor bulamazsak yapabilecek çok da fazla bir şey kalmıyor. Parasal sponsor bulmamız bizi daha ilerilere taşıyacak. Şu anda 1,5 milyon dolarlık bir forma isim sponsoruna ihtiyacımız var. Dünya da her şey sponsorluklarla oluyor. Sponsorluk çalışmalarında elde edilmesi gereken başarıyı biz şimdiden yakaladık ve bu başarıda çok kişinin emeği var. Bu bir takım işidir. Biz elimizden geleni yapıyoruz, Antalyalıların da üzerine düşeni yapması gerekir. Antalya ilk defa yurtdışında adını duyurma şansını yakaladı. Bu başarı desteklenmezse geriye de gidebilir. Bizim tek eksiğimiz parasal kaynak… Antalya’nın sporda yakaladığı bu başarı şehrin tanıtımı açışından da ele geçmez bir fırsat… Böyle bir fırsat yakalamışken kent kimliğinin takımına ve başarısına sahip çıkması gerekir. Üst düzey birilerinin harekete geçmesi lazım…
-Sizin bu konuda önerileriniz var mı?
Benim bu konuda tek başıma yapabileceğim bir şey yok ama bu şehir bir turizm kenti… 10.000 Euro’yu bir sefere mahsus verebilecek 200 otel bulunabilir mesela… Bu kaynak bizi şampiyon yapar. Takımın kemik kadrosu oluştuktan sonra başarı beraberinde geliyor. Antalya’da önemli iş adamları var. Sportif başarıyı destekleyerek onlarda firmalarının ve şehirlerinin ismini Avrupa’da duyurma şansını yakalarlar böylelikle… Anadolu takımlarında en büyük sorun maddi sıkıntı… Bu sene çok iyi bir çıkış yapan Antalya BB takımı Antalya’nın basketbol şehri olarak anılmasını sağlayabilir.
-Antalya BB Basketbol Takımında göreve başladığınızda neler hissettiniz?
Ben spor yaşamımda çok güzel başarılara imza attım ve birçok ilki gerçekleştirdim. Hedefim bir Anadolu takımını şampiyon yapmak ve Türk basketbolunda yeni bir sayfa açmaktı. Göreve geldiğimde İkinci Lig’de 6.sıradaydık. Takımın durumu değil ama tesislerin durumu felaketti. Atatürk Kapalı Spor Salonu son derece bakımsız ve temizlikten eser yoktu. Antrenman için gösterilen Antbirlik salonu adeta yıkıntıydı. Belediye’den tek kuruş almadan sadece sponsorluklar sayesinde 2 ay içinde 650 bin YTL değerinde tadilat yapıldı. Modern ve temiz bir tesis olması için çok özverili bir çalışmaya başlandı. Eski halinin fotoğraflarını çektim ki görüntüler inanılmaz. Öyle bir ortamda bırakın spor yapmayı maçı izlemeye bile kimseyi getiremezsiniz. Ardından 12 Dev Adam Basketbol Kursu açıldı. Geleceğin oyuncularını kendi şehrinizde yetiştirmek uzun süre istese de hem daha ekonomik hem de daha istikrarlı çalışmalardır. Hatta içlerinin birinin ilerde NBA’ de oynayacağını düşünüyorum. Bu genç, çok yetenekli ve o ışığı hissediyorum. Bu seneki son yenilik ise portatif basketbol sahamız oldu. Yazın Streetball Turnuvaları düzenlemeyi düşünüyoruz. Antalya için yeni bir renk olacağı düşüncesindeyim.
-Antalya Büyükşehir bu sezon Beko Basketbol Ligi’nin yanı sıra Eurochallenge Cup ve Teknosa Türkiye Kupası finallerinde de mücadele edecek. Takım bu 3 kulvarda mücadeleyi kaldırabilecek kapasitede mi?
Çok iyi bir ekibimiz var. Teknik kadromuz hiçbir takımda olmayacak kadar kuvvetli… Oyuncularımız son derece yetenekli ve azimli… Bu grupların hepsinde iyi bir başarı yakalayabileceğimiz görüşündeyim. Bu iş bir takım işidir. Takım ruhunun oluşturulması ve sahaya yansıtılması olayın en zor kısmı… Ama bunu başarabilirseniz başarıda arkasından geliyor. Bu seneki sonuçlar bizim için yapılan eleştirilere verilen en güzel cevap oldu bence… Futbola yapılan yatırım diğer takımların bütçelerinin arasında çok az kalabiliyor. Futbol camiası adeta bir cadı kazanı… Tutunamazsanız arada kalan bir başarı elde edebiliyorsunuz. Oysaki basketbolda durum daha kesin… Gerekli yatırım yapılırsa futbolda yakalayamadığımız başarıyı basketbolda yakalamış olacağız.
-Yıllarca oyuncu olarak bulunduğunuz bu camiada neden antrenörlüğü tercih etmediniz?
Benim zamanımda menajerlik kavramı Türkiye’de yoktu. Konaklama yerlerinde, giyim konusunda, seyahatlerde sıkıntı yaşıyorduk ve ben bu sıkıntıları bildiğim yöneticiliği tercih edip bu sorunları çözmeyi tercih ettim. Benim takımıma ben saha gerisinde en iyi imkânları vermeliyim ki o da sahada oyununu oynasın. Bir sporcunun nelere ihtiyacı vardır. Bunu çok iyi bilirim. Daha sonra ben şampiyonluğu yaşamalıyım dedim ve Fenerbahçe benimle şampiyon oldu. Yeni düşüncem sıfırdan bir takım kurmaktı bunu da Ülker’le gerçekleştirme fırsatı yakaladım. Hayatımda hep kendime hedef belirleyerek ilerledim. Anadolu’dan takımlar yaratmak hep aklımda olan bir şeydi. Menderes Türel’le tesadüfen bir karşılaşmamız sonucunda da bu idealim için çalışma fırsatım oldu. Gerçi Antalya tam olarak Anadolu şehri değil ama sportif başarıda geleceği olan bir şehir… Bundan sonrasında ise Antalya BB takımını şampiyon olarak görmek var.
-Hayatınızda sizi en çok etkileyen maç hangisi?
Beni etkileyen 4 maç var. Birisi 2001 Almanya maçı diğeri Hırvatistan maçı, Dünya şampiyonası Litvanya maçı ve 7 Ekim Oyak Renault maçı benim hayatımın dönüm noktası olan maçlardır. Bu maçlarda kalbim durabilirdi.
-Antalyalıların basketbola ilgisi nasıl? Maçlar dolu oluyor mu?
Biletsiz seyirci hiç almamamıza rağmen dolu oluyor. Özellikle bayan seyircilerimiz çok fazla… Çok nezih ve rahat bir ortamda maç izleme imkânı yaratmış olmamız ilgiyi de arttırdı. Yabancı oyuncularda Antalya’yı çok seviyor. Yaşam olarak rahat ama iş hayatı biraz yorucu… İnsanlar çalışmayı fazla sevmiyor. Daha rahat daha tembel yaşıyorlar. Oysa başarının en önemli nedeni disiplin ve çok çalışmaktır. Antalya’da işler çok ağır ilerliyor. İstanbul’dan sonra Antalya’nın çalışma ortamına alışmam zaman aldı. Ben her gün sabah 8’den akşam 8’ye kadar çalışırım. Tüm bu başarı hikâyeleri kendiliğinden olmuyor.
-Kendinizle ilgili gelecek planlarınız var mı?
Antalya takımını oturttuktan sonra ilerleyen yıllarda Federasyon Başkanlığı yapmak istiyorum. 20 sene oyuncu olarak 20 senedir de Doğan Hakyemez olarak dediğim her şeyi yaptım. Zaman zaman yorulduğumu hissediyorum. Bu kadar yoğun tempoyla çalışmak hiç kolay değil… Oyuncuyken çok ağır antrenmanlar yapardık şimdilerde ben o günlerin rahatını yaşıyorum. Beden olarak sağlıklı ve dinç olsam da yılların birikiminin yanında yorgunlukta oluyor.
-Basketbol Milli Takımına emek veren biri olarak Milli Takımın geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Milli Takımda ciddi bir sorun var. Zaten benim ayrılma sebebimde bu… Mehmet Okur, Hidayet Türkoğlu, İbrahim Kutluay gibi NBA takımı oyuncularının bir arada oynayamama sıkıntısı var. NBA sezonu kapandığında Milli Takım kampı yorucu oluyor ve bireysel davranıldığı için başarısız olunuyor. NBA’ de takım savunması yerine birebir savunma önemlidir. Takımda herkes bireysel oynar. Milli Takıma geldiklerinde bu alışkanlığı bırakmaları zor oluyor. NBA oyuncuları oldukları için herkes onlardan çok şey bekliyor. Ama bu mümkün değil elbette ki… Bu sene Hidayet’in sorumluluğunda ilerleniyor ve sanırım daha başarılı olunacak. Bu şekilde devam edilirse ülkemizde yapılacak Dünya Şampiyonasında iddialı bir konuma gelebiliriz. Bu konuları düzeltmezsek ilerde bunun hesabını sorarlar.
-Futbol’da en çok tartışılan hakem kararlarıdır. Basketbol’da durum nasıl? Siz Genel Menajer olarak Antalya’nın maçlarında sorun yaşadınız mı?
1992 yılından beri hakemler gayet düzgün ve haksızlığa yer vermeyecek şekilde maçları idare ediyorlar ancak basketbol kalitesinin yükselmesi mücadelenin üst seviyeye çıkması ve son senelerde karşılaşmaların son saniye basketleriyle bitmesi hakemlerimizin kararlarının bazılarının tartışılmasına neden oluyor ancak geneline baktığımızda hiçbir hakem bir takımın kazanması yolunda tavır almıyor. Hak edenin kazanması konusunda azami titizlik gösteriyor. Bizim maçlarımıza baktığımda yukarıdaki sebeplerden dolayı bizimde bazı beğenmediğimiz kararlar oldu ancak genel olarak hakemlerden memnunuz.

Doğan Hakyemez Kimdir?
1950 doğumlu olan Doğan Hakyemez, evli ve iki kız çocuk sahibi. Siyasi Bilimler Yüksek Okulu’ndan mezun olduktan sonra profesyonel oyunculuğu tercih etti. 1965 yılında DSİ Spor’da başlayan basketbol hayatında Galatasaray, Şekerspor, Eczacıbaşı, Efes Pilsen ve Karşıyaka’da forma giydi. 4. Balkan Gençler Sayı Kralı olan Hakyemez, 184 kez Milli formayı giydi. Milli Takım yöneticiliği yaptığı dönemde 205 maçta 122 galibiyet yaşayan Doğan Hakyemez, 2 senedir de Antalya Büyükşehir Belediyespor Basketbol Takımı Genel Menajerliği görevini sürdürmektedir.

COŞKUN GÖĞEN


Yeşilçam’ın unutulmaz karakteri “Tecavüzcü Coşkun”, gerçek ismiyle Coşkun Göğen… Onu ilk olarak 1972'deki 'Asi Gençler' filminde tanıdık. Coşkun Göğen, hayatını sinemaya adamış bir sanatçı. 1979’da çevrilen "Yanmışım" filminde oynadığı tecavüzcü karakteriyle hafızalarımıza kazınan Göğen, 400’ ü aşkın filmde oynadı. Hayatının 44 yılını setlerde geçiren ‘Tecavüzcü Coşkun’ , 64 yaşında bir delikanlı hala…
Önce ‘Hippi Coşkun’, ardından da “Tecavüzcü Coşkun” lakapları takılan Coşkun Göğen, Türk sinemasının unutulmamayı başarmışları arasındaki insan… Oynadığı filmlerde mafyanın pis işlerini zevkle yürütüp, bulduğu her fırsatta korumasız kadınlara tecavüz edip, kirli şakalar yapması ve pis sırıtması ile ünlendi. Oysaki gerçek hayatında son derece sevecen, yardımsever ve iyi bir insan olan Coşkun Göğen ‘i tanıdıktan sonra oynadığı tecavüzcü rolüne inanmakta zorluk çekiyorsunuz. O yıllarda ‘Tecavüzcü Coşkun’ karakteri halk tarafından o kadar ciddiye alınmıştı ki başına gelmeyen kalmadı. 'Tecavüzcü Coşkun' Coşkun Göğen, yıllarca sokaklarda orta yaşı geçkin, eli çantalı kadınların hışmına uğradı…
44 yıllık sanat yaşamında ona verilen en büyük ödülün şu an gördüğü ilgi olduğunu söyleyen ‘Tecavüzcü Coşkun” hala oynadığı karakterin sayesinde ekmeğini kazanıyor. Yüzlerce filmde oynayan Coşkun Göğen’le unutulmayan anılarından, geleceğe ait planlarından, sinemanın vefasızlığından, Yeşilçam’dan ve Antalyaspor’dan konuştuğumuz keyifli bir sohbetimiz oldu.
Gülümseyen yüzünde, yılların bıraktığı derin izlerin her biri hayat tecrübesiydi onun için… Türk sinemasının unutulmayan karakteri ‘ Tecavüzcü Coşkun’ kelimelerle mutluluğunu anlatmaya çalışsa da, içindeki hüzün ve yılların yorgunluğu gözlerinden okunuyordu. Zaman zaman uzaklara dalıp geçmişini hatırlayan, zaman zaman güldüren sohbetiyle bizleri düşündüren Coşkun Göğen, sinemayı bıraktıktan sonra hayli zor ve sıkıntılı yıllar yaşamış.

-1975’li yıllarda çevrilen çoğu filmde tecavüz sahnesi vardı. Bunun sebebi neydi?
Sinema sadece o tarz filmlerle ayakta durmuyordu elbette. Zamana ve teknolojiye göre sinemada değişti. Bizim film yaptığımız 70’lerde 80’lerde bu tarz konular gündemdeydi. İnsanlara güvence verecek filmler ya da düşündürücü filmler yapılıyordu. O zamanlar sağ-sol davaları vardı. Bir takım insanlar gasp ediliyordu. Gençler zorla bir takım şeylere çekiliyordu ve bunu en güzel resimleyebileceğiniz yer sinemaydı.
-Sinemayla tanışmanız nasıl oldu?
O yıllarda benim sezonum başladı sanki. Sinemaya ben çok küçük yaşta başladım. 17 yaşındaydım sinemaya başladığımda. O zamanlar iyi bir dansçıydım. İlk başladığımda eğlenceli gençlik filmlerinde oynadım. Sonradan daha asi filmlerde oynamaya başladım. Bu filmlerde mekan genelde diskoteklerdi. O yıllarda tarzım ve tipim bu filmler için çok uygundu. Tecavüzcü rolündeki başarım da bana bu lakabı getirdi.
-Tecavüzcü rolü en çok tepki alan karakterlerinden biri. İnsanların o yıllarda size ilgisi nasıldı?
İlk 15 sene sokakta hanımlar tarafından lanetlendim. Benim asıl kişiliğimi ve nasıl bir insan olduğumu insanlar ben sinemayı bıraktıktan sonra öğrendi. Film karakterlerini o yıllarda çok ciddiye alıyorlardı. “Tecavüzcü Coşkun” olarak tanındığım için orta yaşı geçkin, eli çantalı hanımların hışmına uğradım. O dönemin genç bayanları şimdilerde orta yaşlı kadınlar… Sokakta beni gördükleri zaman yanıma gelip “Tecavüzcü Coşkun” rolüyle verdiğim mesajdan dolayı hala teşekkür ediyorlar. ‘Senin çektiğin filmlerden dolayı biz hayatımızı kurtardık” diyen birçok bayanla karşılaşıyorum.
- Tecavüzcü Coşkun rolünden dolayı unutamadığınız bir anınız var mı?
Film çekmek için İzmir’e gitmiştim. Yakın bir yerde de sinema görünce, sinemanın sahibi davet etti beni. Baktım benim oynadığım film gösteriliyor girdim içeri. Film başlayınca zor kaçtım sinemadan… O filmde de sapık oynuyordum. Beni görenler “Aaa adam burada, sapık aramızda” diye kovaladılar beni…
- Size rol gereği de olsa tecavüzcü denmesi sizi hiç rahatsız etmedi mi?
İyi ki bu tarz filmlerde oynamışım. Türkiye’de kimler geldi kimler geçti. 44 yıllık sanat hayatımda hiçbir ödülüm yok. Ama benim ödülüm insanlar… Türkiye’nin en popüler adamı benim… Yıllardır film çevirmiyorum ama hala unutulmadım ve hala seviliyorum. Hepsi tecavüzcü rolümün mirası…
-Özellikle kadınların size olan aşırı ilgisi neden sizce?
Para değildir insanı güzel yapan… Ruhudur. Ben yakışıklı bir adam değilim mesela ama çoğu kadın beni çok etkileyici bulur. Ayrıca kadınlarla konuşmasını iyi bilmek gerekir. Bu konuda bir dostumun kulaklarını çınlatmadan olmayacak. Cemil İpekçi… Onun tercihleri beni ilgilendirmez. O harbi harbi delikanlıdır. Harbi güzel adamdır, sosyal adamdır, kültürlü adamdır. Benim dans ettiğim zamanlarda o da baletti. O yıllarda tanıştık. Onun kelimeleri, onun insanlara sıcaklığı bende de var. Kadınlarla nasıl konuşulması gerekir ondan öğrendim.
- Uzun yıllardır Antalya’da yaşıyorsunuz. Burada geçiminizi nasıl sağlıyorsunuz?
Antalya bir tatil şehri… Eğlencesi bol bir şehir. Konyaaltı’na 50-60 bin turist geldiği oluyor. Yiğit Beach sezonluk bir işletme, Halkla İlişkiler ve animasyona bakıyorum. Yaptığım işi seviyorum, iyi de para kazanıyorum o yüzden hayatımdan son derece memnunum. Bu parayla bir sene doyar mıyım doymaz mıyım bilmiyorum.
-Kış aylarında ne yapıyorsunuz?
Ekstralar var onlara gidiyorum. “Tecavüz isteyene gidiyorum” dermişim… Tabii ki bu işin şakası. Ama ne yapıyım bu benim mesleğim. Dünyada mesleği tecavüz olan tek adam benim. Ben bu rolle tanındım. Kışın çok ilginç,eğlenceli programlara gidiyorum mesela…
- Şu ana kadar kaç filmde oynadınız?
Sayısını tam bilmiyorum ama 400 – 500 arası filmde oynadım. Filmlerde tecavüz etmediğim aktrist neredeyse kalmadı. İşin ilginç ve güzel tarafı gençlerin beni tanıması… İki hafta önce 64 yaşıma bastım ve yeni nesil beni tanıyor. Bundan daha güzel ne olabilir ki?
- Yılların Coşkun Abi’ si olarak yeni nesil gençleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Üç sene önce Kaleiçi’nde bir bakkala giriyorum. 9 yaşlarında iki erkek çocuk beni tanıdı. “Baba şu mesleğin sırrını bize de öğretsene” dediler. O kadar şaşırdım ki… Bir an dondum kaldım. Yeni nesile laf yetiştirmekte zor… Şimdiki çocuklar çok zeki ve çok özgürler ama bunun farkında değiller. 1969 senesinde Taksim meydanında 3 polis tarafından sokakta yere yatırılarak saçım uzun olduğu için zorla saçı kesilmiş biriyim ben. 68 kuşağıyız biz. Çok sağlam bir kuşağız. Neler gördük, neler yaşadık neler… O yıllarda birçok arkadaşımızı kaybettik. Yenilik getirmeye çalışan, farklı olan kişiler çok zor günler atlattı. Onlardan biride benim.
-Yılların eskitemediği bir sanatçı olmak hiçte kolay değil… Nasıl oluyor da hiç değişmediniz?
Antalya’da ben bir kralım. Neticede emekli maaşıyla yaşıyorum ama o kadar seviliyor ve sahipleniliyorum ki bunu parayla ölçmek mümkün değil. Farklı bir elektriğim olduğunu söylüyorlar. İnsanın ruhunu rahatlatıyorsun diyenler oluyor. Ben hiç okumadım. Ortaokul ikinci sınıftan terkim. İbo’ nunda dediği gibi Oxford vardı da biz mi okumadık? Bu sevginin okulla eğitimle alakası yok. Ben hayat okulu mezunuyum. Kültür sadece okumakla olmuyor. Yaşamakla ve ne yaşadığınla ilgili… Ben her gün aşık oluyorum. Paylaştığım, yaşadığım, gördüğüm her şeye aşığım.
-Bir de ilginç nikah hikayeniz var. Anlatır mısınız?
Çok sevdiğim bir ablamdı nüfus memuru, ben kıyarım nikahınızı dedi, kıramadım kendisini. Hiç param yoktu o zamanlar ama çokta güzel bir düğünüm oldu. 40 kişi davet etmiştim. 39 kişi geldi. Bir arkadaşım kendi otelini açtı, içkileri bir diğeri, yiyecekleri başka biri üstlendi. Gecenin sonunda birde oryantal gelmez mi? O kıvırdı, ben sahnenin diğer köşesinde kıvırdım 1700 dolar para topladım o gece… Kendi düğününde para kazanan tek damat benim. Gelinde İspanyol kıyafeti bende bir atlet atladık motora doğru balayı için bize ayrılan otel odasına… Saat sabahın dördü kafalar çakırkeyif… Yolda düşe kalka savrula savrula perişan bir vaziyette otele geldik neyse ki. Lobiye girdik Bizi gören şaşırıyor. Biz gelinle damadız deyince “Bu ne hal abi” diyerek bizi apar topar odamıza çıkardılar.
-Sinema ve dizi sektörü hayli gelişti. Bu değişiklik sizce oyunculara da yansıdı mı?
Ben bir filmin setine gittim geçen sene… Nuri Alço’ yla beraber gittik. Gördüm ki değişmeyen bir biz kalmışız. Sette 20 tane aktör var bunun 10 tanesi başrolde oynuyor. Hiçbirini tanımıyoruz. Sadece bir tane ışıkçı tanıyoruz, bir de rejisörü yarım yamalak. Diziyi ramazan ayında çekiyorlar. Sette iki tane oruçlu insan var. O da Nuri Alço ve ben. Çekim bitti. Rejisör kahve getirtti. “Hocam biz oruçluyuz” dedim. İftara da birkaç saat var. Rejisör şaşkınlıktan sette su bile içmeyi yasakladı iftara kadar. Bize döndü “Adamlara bak. Biri Tecavüzcü Coşkun biri Gazozcu Nuri. Bir tek bu adamlar oruçlu” dedi. Çok güldük bu lafına… Genç aktörler var sette bizimle fotoğraf çektirdiler. “Biz bu dizinin başrol oyuncularıyız” dediler. Nuri’yle birbirimize baktık pekte mütevazilermiş dedik…
-Sinemaya yeni başlayan bütün gençlerin hedefi büyük oyuncu olmak, sizce bu doğru bir yaklaşım mı?
Sosyal içerikli filmler üzerinden 30 senede geçse unutulmuyor. Sinemada ufak büyük rol yoktur. Bize figüran desinler hiç fark etmez. Hepsi karakter oyuncusudur. Ayrıca da daha iyidir. Yirmi günlük bir filmde iki gün oynayıp parayı kapmak daha güzeldir. Birçok filmdeki diyaloglarım hala çoğu kişinin aklında… Arabesk filminde “Gösterelim mi anam İstanbul’u” diye bir diyalog vardı. Bu cümle yüzünden 3 sene Beyoğlu’nda yürüyemedim. Beni gören “Nerede İstanbul” diye soruyordu. Şimdilerde sinemada çok kan akmaya başladı. Ticari filmler bunlar… Ticari işler…
-Tecavüzcü Coşkun hiç rol arkadaşına aşık oldu mu?
Kesinlikle yok. Bu işte duygu yok. Bu işte duygu olursa olmaz. Çünkü her film çevirdiğin bayana saygı duyman gerekiyor. Bunlar sadece işini yapıyorlardı. Ama şu ana kadar tanıdığım figüranından starına kadar tüm insanlarla hep dost kalmışımdır. Hep kulaklarım çınlar. Beni ararlar. Çoğunun şekli değişmiş. Çoluk çocuğa karışmışlar. “Sen bir tanesin Coşkun Abi” derler. Ben camianın Coşkun Abisiydim öylede kaldım.
-Antalyaspor sevdası nasıl başladı?
Öncelikle bir Galatasaraylıyım. Ama doğduğun yer değil doyduğun yer derler. Zaten bu memlekette öleceğim, ölmeden önce gerçek Antalyasporlu birkaç arkadaşımdan rica ettim. Ölürsem tabutumun bir yarısına Galatasaray diğer yarısına Antalyaspor bayrağı örtülsün istedim.64 yaşındayım 52 senedir futbol sahalarındayım.52 senedir amigoluk yapıyorum. 1989’ da Antalya’ya geldim. O yıllarda ve öncesinde kimse kavga etmezdi. Bütün takımların taraftarları maçı aynı yerde izlerdi. Benim şansıma mı anlamadım. 90’lı yıllarda futbolun içine menfaat karıştı ve kavgalar başladı. Yıllardır hiç bir menfaatim olmadan tribünlerdeyim. Bu işin parayla ilgisi olamaz.30 sene önce 10bin kişilik tribünde 3-5 kişi gelmedi mi onları sorardı herkes birbirine. Tribünlerde böyle dostluklar yaşanırdı. Şimdi kalmadı o dostluklar…
-Yatırımlarınızı ne yönde yapıyorsunuz?
Ben yatırım yapmıyorum günlük yaşıyorum. O gün kazandığımı o gün yiyorum. Bu yüzden de zaman zaman özellikle kışları çok zorlanıyorum. Filmlerden de çok kazanmadık bizler… Ben Antalya’da bir dönem çok büyük para kaybettim. İstanbul’da ticaretten kazanmıştım. Antalya’da halı saha açmıştım. Olmadı. 200 bin ytl kaybettim. O gün bugündür yatırımım yok.
- Yeşilçam’ ın emektarlarının çoğu sefalet içinde aramızdan ayrıldı. Sinema bu kadar vefasız mı?
Bu bir ticaret... Ticaret yapanların bildiği bir şey… Bu soruyu prodüktörlere parayı kazanıp yatanlara sormak lazım… Hiç birinin sigortası yatırılmamış. Yılların emekçileri, çok büyük değerleri kaybettik. En azından ben şanslıyım, sigorta emeklisiyim. 560 ytl maaşım var. Ben ölene kadar çalışmak zorundayım… Durduğum anda hem kendim hem ailem aç kalır. Çalışmayı iyi ki çok seviyorum ve sevdiğim bir işi yapıyorum. Bu sayede geçiniyorum ama çoğu arkadaşım benim kadar şanslı olamadı.
-Son yıllardaki oyuncular bir anda şöhret olup, bir anda unutuluyorlar. Sizce bunun sebebi nedir?
Akılda kalmak tanınmak farklı bir şey… İki sene önce 17 yaşında bir kız, benim bütün filmlerimi izlemiş. Annesiyle İstanbul’dan gelmişler benimle tanışmak için… Neredeyse bütün filmlerdeki diyaloglarımı ezberlemiş. O kadar şaşırdım ki… Ben unuttum çoğunu. Biz sürümden kazanıyorduk o zamanlar… Bazen aynı günde 4 farklı filmde tecavüz sahnesi oynuyordum. Aynı gün dört kişiye tecavüz ediyordum ama biz parada kazanmadık o zamanlar… Benim parayla pulla işim olmadı. Ben sinemaya hayatımı verdim, yüreğimi koydum. Şimdiki yeni oyuncular kesinlikle çok başarılı ve yetenekli ama o elektriği veremiyorlar insanlara. Birçoğu tanınmıyor.
-Yılların deneyimi “Tecavüzcü Coşkun” olarak gençlerimize neyi öğütlersiniz?
Gençler daha çabuk ergenliklerini atlatmaya başladılar.15- 16 yaşındaki gençler bayan oluyorlar. Bir iki sene sonra her şeyin aynı olduğunu farkediyorlar. Birçoğu fantezilerin peşinde kötü hayata düşüyor. Kendilerini aşmasınlar. Onlar daha orkide kadar güzeller ve şanslı bir ülkede şanslı bir zamanda yaşıyorlar. Paraları olduğu müddetçe parayla alamayacakları hiçbir şeyleri yok. Bizim zamanımızda kızların parası da olsa bir şey alamıyordu. Doya doya hayatı yaşarken yarınlarını da düşünsünler. Anne ve babalarına kesinlikle saygısızlık yapmasınlar. Biz acıları yaşadık onlar yaşamasınlar. Okullarını ihmal etmesinler ve mutlaka okusunlar. Okumak ayrı bir küpedir.
-“Tecavüzcü Coşkun” olmasaydınız hangi karakteri oynamak isterdiniz?
Benim her yerim karakter, ne çalarsanız ben ona göre oynarım. Baksanıza şu yeşil gözlere… Benim gözlerim yeter… 44 sene sonra şımarmakta güzelmiş. Tecavüzcü basının bana verdiği bir isim ve ben onunla özdeşleştim. Benim hayatımda kavga gürültü yok ve hiçbir zaman da olmadı. Hiçbir gün karakolda kaydım olmadı. Benim sadece adım ‘Tecavüzcü’ …
- Geleceğe yönelik sinema projeniz var mı?
Sinemanın vefasızlığından dolayı çalışmadım yıllardır. Ama oyuncu arkadaşlarımla çok özel bir ilişkim vardır. Hiçbir zaman kopmadık onlarla… Arkadaşlık, dostluk öyle ucuz şeylerden olmuyor. 40 senenin dostluğu var aramızda az değil… Geçen hafta Taksimde berberdeydim. Kadir İnanır’ ı gördüm orada da… Sohbet ettik falan. Bana dedi ki ‘Lütfen dön sinemaya, lütfen gel kopma…’ Tekrardan umutlandım, sinema konusunda bu kış bir sürpriz yapabilirim herkese…
Coşkun Göğen Kimdir?
1945’ de Antalya’da doğdu. 1962 yılından beri sinemanın içerisindedir. İstanbul’ daki pantolon dükkanını kapatan ve 1989 yılında Antalya’ya yerleşen Coşkun Göğen dört yıl önce Rus balerin Angelika Cherkashina ile evlendi. Uzay,Dünya ve Güneş isminde üç kız çocuğu olan sanatçının Ürün isminde de bir torunu var.

BABEK SOBHİ


Taşların ruhu olduğuna inananlardan mısınız? Babek Sobhi İranlı bir heykeltıraş… 60 tonluk dev taşları sanatıyla buluşturup adeta eserlerine ruhunu da yansıtan ünlü heykeltıraş, taşların içindeki şiire kapılmış yıllar önce… Dev taş blokların görkemine ve güçlü yapısına hayran olduğunu söyleyen Sobhi, adeta taşlarla konuşurcasına şekil vererek inanılması güç eserlere imza atmış. 90’lı yıllarda seramik ve ahşap heykeller yapan Sobhi, son 15 yıldır tonlarca ağırlıktaki dev taşlardan yaptığı heykellerle birçok şehirde tanınan bir sanatçı. Babek Sophi’ ye göre “sanat” ölüme hayır demektir. Eserlerinin aylarca süren titiz ve disiplinli bir çalışmanın sonucu oluştuğunu söyleyen Sobhi, “içimdeki sanat aşkı öyle büyük ki tüm risklere rağmen işime aşığım” derken mutluluğu ve heyecanı gözlerinden okunuyordu.
Bugüne kadar klasik ya da modern formlarda yapılmış heykellerin çoğunun sanat değeri açısından yeterli olmadığını söyleyen Sobhi, kentin yüzlerce yıllık tarihini ve kültürünü, modern formlarla anlatan eserlere imza atarak, yaşanmışlık ve düşselliğin ana izleğini oluşturuyor.
Babek Sobhi, 2007 yılında seminer için geldiği Antalya’ya aşık olur ve yerleşmeye karar verir. Bir yıldır Antalya’da yaşayan Sobhi, belediyelere önerdiği projelerinin önce çok beğenildiğini ama sonradan haber alamadığını söylerken hayli kırgındı. Heykeltıraşlığın maddi açıdan değil, manevi bir doyum olduğunu söyleyen Babek Sobhi, kentsel meydan projeleriyle birçok şehirde olduğu gibi Antalya’da da kent kimliğine, eserleriyle önemli katkılar sunabilecek bir sanatçı. Antalya’nın tarihi geçmişinin kendi kültürüne de yakın olduğunu söyleyen Sobhi için Antalya’nın özel bir anlamı var.
Heykeltıraşlığının yanı sıra şiir yazan, resim yapan ve kısa metraj film çeken Babek Sobhi, başarılı sanat yaşamında birçok uluslar arası ödülünde sahibi…
Başarılı heykeltıraşla Antalya’yı, sanata bakışını, hayatını, gelecek projelerini ve çok tartışılan Post-Modern sanat yapıtlarını konuştuk.
-Türkiye’ ye ilk ne zaman geldiniz?
1991 yılında İstanbul Ortaköy’de bir arkadaşım aracılığıyla ilk kişisel sergimi açmak için geldim. Amacım sergimi açıp dönmekti ama çok ilgi görünce bir süreliğine kalmaya karar verdim. Aylar içinde farklı iş teklifleri oldu ve Türkiye’ye bağlandım. 18 yıldır da Türkiye’de yaşıyorum.
-Türkiye’ ye yerleşme kararınız ani olmuş, bu kararınız aileniz tarafından nasıl karşılandı?
İlk duyduklarında elbette ki şaşırdılar. Ama hiçbir zaman karşı gelmediler. İlk yıllarda madem İran’da yaşamayacaksın Kanada ya da İngiltere’ye yerleş en azından sanatsal birikimin daha farklı olur dediler ama yıllar içinde Türklerin beni sahiplenmesi ve birçok eserimi kent meydanlarına yapma olanağım olması beni de onları da mutlu etti ve Türkiye’yi daha çok sahiplendiler.
-İran’ ın dini rejimle yönetilmesi heykele bakış açısını nasıl etkiliyor?
İran sanılanın aksine heykel, seramik ve resimde dünyada oldukça ileri bir ülkedir. Sadece Tahran’daki heykellerin sayısı bile İstanbul’dakilerden çok daha fazla… Şii mezhebinden dolayı hiçbir zaman Sünnilerde olduğu gibi heykele, “put” gözüyle yaklaşılmadı. Ben Tahran Üniversitesi Heykel Bölümü mezunuyum. Heykeltıraşlıkta akademik eğitiminde verildiği bir şehir Tahran… İran’ın bütün büyük şehirlerinde onlarca heykel vardır. Kadın heykeltıraşların sayısı da yüksektir. Tahran’ın Ziraat Bakanlığının önünde buğday biçen bir kadın heykeli var. Halada durur. İnsan figürlü heykellerinde sayısı hayli fazla…
-Heykeltıraşlığın dışında başka sanat dallarına da ilginiz var mı?
Ben uzun yıllardır kısa metraj filmler çekiyorum. Hatta bunların bazıları uluslar arası ödüllere layık görüldü. Bunun dışında şiir yazıyorum ve İranlı çok değerli sanatçılar olan, Ahmad Shamlu ve Furuğ Ferruhzad’ın kitaplarını Türkçeye çevirdim. Bir yıldır da uzun metrajlı bir filmin senaryosunu yazıyorum. Son bir yıldır haber beklediğim projeler benim elimi ayağımı bağladı, bu yüzden de yazmaya ağırlık verdim.
-Heykeltıraş olmasaydınız hangi mesleği seçerdiniz?
Kesinlikle sinemacı olurdum. Sinemaya aşığım. Özellikle yönetmenlik ve senaryo yazarlığı dallarında çalışmak isterdim. En büyük hayalim senaryosunu kendi yazdığım uzun metrajlı bir film çekmek…
-Bir şehre yapacağınız esere nasıl karar veriyorsunuz?
Bana sadece yer gösterilir. Gerisini tamamen ben yaparım. Tabii çok çok parlak yerinde bir teklif olursa neden olmasın ama genelinde bir park ya da meydan bana gösterilir ve sonrasında çalışma tamamen bana bırakılır. O şehrin yemek kültürünü, yöresel giysilerini, etnik kültürünü, tarihini inceledikten sonra bir tasarım oluşturmaya çalışırım. O şehrin kültürel mirasını doğru bir şekilde yansıtmak için aylarca araştırma yapıyorum. Araştırdıkça ince ince gözyaşlarıyla oluşturulmuş eserler, objelerle karşılaşıyorsunuz.
-Anadolu medeniyetlerinde sizi en çok etkileyen yer neresi?
Hasankeyf’deki mağara evler… Yoksulluğun içerisinde öyle bir yaratıcılık var ki büyülenmemek elde değil. Eski medeniyetler taş oymacılığı konusunda o kadar başarılılar ki, Batman Hasankeyf’ deki mağara evler inanılması güç eserler. Elleriyle oydukları mağaralarda öyle bir mimari ve estetik var ki şimdiki teknoloji ürünü beton yığınları teknolojinin ne kadar yanlış kullandığının göstergesi…
- Mesleğinizin zor yanları neler?
İş disiplini çok önemlidir. Sabah 8 akşam 8 çalışırım. İlham geldi gelmedi çok fazla inanmam öyle şeylere… İlham bir eserin tasarım aşamasında gelir. Onu tasarladın, çizdin kafanda oluştu artık eserin yapılması iş disipliniyle ilgilidir. Ömür dediğin şey çok acımasız bir şekilde geçiyor. Bu enerjimiz kalmayabilir. Bu olanaklarda kalmayabilir. İmkanım varken mümkün olduğunca çok eser bırakmak isterim. Çok fazla iş kazası da geçirdim. Birçok kez ölümden döndüm. Heykelin etrafına kurduğumuz 7- 8 metrelik iskeleden düşmek bir heykeltıraşın başına gelebilecek en riskli olay. İşim aslında çok riskli sevilmeden yapılacak bir iş değil. Taşla adeta konuşuyorsunuz. Öyle bir ritim yakalıyorsunuz ki bedenen ve ruhen o ritmi yakalamazsanız ortaya bir eser çıkması mümkün değil… 3 kiloluk bir çekiçle taşa günde ortalama 30 bin darbe indiriyorsunuz ve bu çok ciddi bir fiziksel performans gerektiriyor.
-Bir heykelin yaratılmasında konuya göre mi materyali seçiyorsunuz, materyale uygun konu mu yaratılıyor?
Konuya göre materyali seçiyorum. Yapacağım heykelin anlatacağı duyguyu hangi materyalle daha iyi ortaya koyabilirsem onu seçiyorum. Taş en zor materyaldir. Ahşabı, seramiği, dökümü ya da alçıyı bozulduğu zaman bir şekilde yamarsınız. Ama taşta böyle bir şansınız yok bunun yanında kalıcılığı eğer insan müdahalesi olmazsa binlerce yıl sürebilir. Taş heykelde bir ritim var. O kadar sert vuracaksın ki kopsun parça, aynı zamanda aynı darbede o kadar yumuşak olacaksın ki istediğin şekilde kopsun. Tasarım aşamasında yapacağım heykelin önce küçük boyutlarda bir ön çalışmasını yaparım. Bittiğinde nasıl olacağı bu çalışmayla belli olur.
-Heykeltıraşlık sanatın en zor dallarından biri… İş imkanları nasıl?
Ben senede bir ya da iki heykel yapabiliyorum. Ben bu meslekteki en şanslılardan belki de çalışkanlardan biriyim. Birçok arkadaşım, yetiştirdiğim kendi öğrencilerim heykeltıraş olduktan sonra reklam ajanslarında kartvizit tasarlıyorlar. Birçoğu seramik fabrikalarında bardak, çanak yapıyorlar. Bu çok üzücü bir durum… Olanaklar son derece kısıtlı hatta yok. Ben sektörde duruşumu korumaya çalıştım. Sadece iç mimari konusunda yaptığım yerler oldu.
-Türkiye’de en çok beğendiğiniz eser kimin eseri?
Beni en çok etkileyen İstanbul’da sergilenen İlhan Koman’ın Akdeniz Heykeli… Birçok imgeyi temsil eden bu eser Türkiye’deki en başarılı çalışma…
-Post-Modern sanat anlayışı ile ilgili ne düşünüyorsunuz?
Post-Modern sanat anlayışı demek modern ötesi sanat demektir. Ama sanatçılar önce formasyona uygun çalışmalı ki daha sonra deformasyona geçsinler. Deforme olmuş eserleri post-modern adı altında sergilemek bana doğru gelmiyor. Türkiye sanatta moderni atlattı mı ki ötesine geçti? Evinizde kendiniz için ürettiğiniz objeler farklıdır, toplumsal paylaşıma açılanlar farklı olmalıdır.
-Heykelin yapım aşamasında hiç unutamadığınız bir anınız var mı?
Heykeltıraşlığa yeni başladığım yıllardı. Taşı seçtik yerine yerleştirdik ve ben başladım çalışmaya. Üç buçuk metre yüksekliğindeki heykelin yarısı bitmişti ve bir aylık bir zamanım var adeta zamanla yarışıyorum. Bir darbe vurdum ve çat diye bir ses geldi. Saniyeler içinde kocaman dev blok ortadan ikiye ayrıldı. Öğrencilerim ve ben neye uğradığımızı şaşırdık. Hayatımda ilk ve son defa o gün taşım kırıldı. Malzemeleri bıraktım ve oradan uzaklaştım. Ağlayamadım bile… Öyle bir görüntü ki size anlatamam. Tekrar yeni bir taş aldık ve ben günde 20 saat çalışarak o heykeli bir ayda bitirdim. Taşın kırıldığı an, ağlayamadım ama ağlaya ağlaya çalıştım diyebilirim. 22 yıllık sanat yaşamımda başıma gelen tek talihsizlik bu. Ama unutmam mümkün değil... Zaten bu işi yapmak için birazda deli olmak gerekir. Çünkü aldığınız risk her açıdan çok yüksek…
-Sanatsal anlamda sizi en çok ne üzer?
Benim eserlerime benzeyen eserleri yok etmelerini isterim öğrencilerimden. Beğenmek, örnek almak güzeldir ama etkilenmek özgünlüğü kaybettirir. Her sanatçının kendine özgü bir tarzı olmalıdır. Eserlerindeki imgeler, kıvrımlar, dönüşler o sanatçıyı temsil eder. Öncülükse disiplinde öncü olmayı tercih ederim. Yaptığım eserlerde anlaşılmayı beklemek biraz lüks olur. Anlamıyorsanız bu anlamsızdır demek sadece saygısızlıktır. Beni en çok üzen şey anlaşılmamak değil, yanlış anlaşılmaktır. İş ve tasarım sürecinde kendimle kalmayı tercih ederim. Kimseyi etkilememek ve kimseden etkilenmemek adına…
-Heykel yapmaya başlamanızda sizi nasıl bir süreç bekliyor?
Taş seçiminden başlıyor. Dışı pürüzsüz bir taşın içi çatlak olabiliyor. Taş ocağına kendim gidiyorum ve taşı da kendim seçiyorum. Taş ocaklarında gecelediğim çok olmuştur. Bazen beğendiğim taş başka bir uçta oluyor. Yinede benim için iskeleyi söküp istediğim yere kuruyorlar. Aldığım taşlar 70 tonluk dev bloklar. Blokları taşımak için vinç bile yok henüz Türkiye’de. İki vinç yardımıyla taşıyoruz. Diyarbakır’da yaptığım Dicle-Fırat heykelinin taşını dağdan şehre taşımamız 21 gün sürdü.
-Antalya’yı bir heykelle anlatmak isteseniz, sizce Antalya’yı nasıl bir proje temsil eder?
Antalya için en büyük hayalim bir Akdeniz heykeli yapmak. Çok farklı bir proje olduğu için şu an detay vermem doğru olmaz. 8,5 metre yüksekliğinde bir ana heykel birde etrafında 8 farklı heykelin olacağı bu kompozisyon Akdeniz’in 3 bin yıllık geçmişini gözler önüne serecek. Antalya sadece şimdiki oteller değil, binlerce yıllık tarihi bir mirasa sahip. Sadece Persler 253 yıl Antalya’da yaşamışlar. Neredeyse Antalya benim memleketim diyeceğim.
-Bu konuyla ilgili görüşmeleriniz oldu mu?
Evet yaklaşık bir yıl önce başta Büyükşehir Belediyesi olmak üzere, Konyaaltı ve Muratpaşa Belediye Başkanlarıyla birebir görüşmelerim oldu. 5-6 farklı proje sundum ve hepsi çok beğenildi. Birkaç ay içinde çalışmalara başlansın denildi ama sonrasında bir haber çıkmadı.
-Bekleme süresi niye bu kadar uzadı?
Konyaaltı Belediyesi bütçesel bir sıkıntı yaşadıklarını söyledi ve kaynak yaratmak için girişimleri olduğundan bahsetti. Büyükşehir Belediyesi niçin süreyi bu kadar uzattı inanın bende bilmiyorum. Muratpaşa Belediyesi’yle de galiba yanlış anlaşılma var. Benim verdiğim fiyatlar 5-6 katında söyleniyor. Kulağıma gelen konuşmalarda telaffuz edilen rakamlar beni çok zor durumda bıraktı. Hiç konuşulmamış olmasına rağmen bir heykel için 400- 500 bin ytl fiyat istediğim zannediliyormuş. Oysaki bu fiyatlarla 5 proje yürütülebilir. Ben bir projenin fiyatını 100 bin ytl civarında vermiştim. Bilerek ya da bilmeyerek bu söylentiler hala devam ediyor. Bu yanlış anlaşılma beni çok kırdığı gibi aynı zamanda da bundan sonraki projelerim için, çok yanlış bir imaj yaratıyor. Umarım bu yanlış anlaşılma bir an önce düzelir ve görüşmelerimiz netlik kazanır.
-Türkiye’ye sergi açmak için gelmiştiniz, sergileriniz devam etti mi?
18 yıldır Türkiye’de yaşıyorum ve 10 kişisel sergi açtım. Karma sergilere katılmıyorum. Sadece bir kez LÖSEV yararına yapılan bir sergiye iki eserimi gönderdim. Özellikle ahşap heykellerim birçok ülkede var. Amerika, İngiltere, Hindistan, Danimarka, Belçika, Japonya, Almanya, İran ve Türkiye başta olmak üzere yaklaşık 15 ülkede heykellerim var.
-Yatırımlarınızı ne yönde yapıyorsunuz?
Benim hayatım boyunca parayla hiçbir işim olmadı. Zaten bizler yabancı olduğumuz için bize mülk edinme hakkı verilmiyor. Genelde günlük yaşıyorum ve kazandığımı bankada saklıyorum. Para benim hayatımda sadece araçtır. Yaptığım işin maddi getirisinden çok manevi hazzı önemli… “Sanat” benim için ölüme karşı gelmektir. Geride bir eser bırakmaksa ölümün elinden bir şeyler kurtarabilmektir. Bu yüzden yaptığım işlerdeki sanatsal değer her zaman kazancımdan yüksek olmuştur.
-Türkiye’ de sanatçıların geçim sıkıntıları hep gündemdedir. Siz de benzer sıkıntılar yaşadınız mı?
1999 İzmit depreminde 2 yıl işsiz kaldım ve çok sıkıntılı günler yaşadım. Ama direncimi hiç kaybetmedim. Benim hayata karşı duruşumda İzmit depremi sonrasında yaşadıklarımın çok etkisi var. Depremden hemen sonra enkaz bölgesinde aylarca gönüllü çalıştım. Taş yontma malzemelerimi ve özel kırıcılarımı aldım ve aylarca depremzedelerin eşyalarının çıkarılmasına yardım ettim. Türkiye benim ikinci vatanım ve ben Türkiye’yi ve Türk insanını çok seviyorum. Yıllar içinde Türkçe rüyalar görmeye başladım ve anladım ki daha önce Farsça gördüğüm rüyalar bile yerini Türkçe rüyalara bıraktığına göre bilinçaltımda bile ciddi bir Türkiye sevgisi var.
-Geleceğe yönelik planlarınız neler?
Gölgeler beni hayatım boyunca etkilemiştir. Objelerin ya da heykellerin gölgeleriyle olan ilişkilerini yansıtabileceğim bir proje yürütmeyi düşünüyorum. Bu çok zor ve ciddi hesaplamalar gerektiren bir süreç… Yakın zamanda hayata geçirmeyi istiyorum. Antalya içinse bir “Mask Tarlası” projem var. Yaklaşık 500 kişinin yüzünü kullanacağım bu proje Antalya için çok özel ve farklı bir çalışma olabilir. Önümüzdeki yıl netleşecek olan işlerime bağlı olarak bu iki proje için çalışmalarım devam ediyor.
-Türkiye’de görmek istediğiniz yerler var mı?
Ben Türkiye’nin çoğu yerini gezdim. Karadeniz, Doğu Anadolu, Ege ve Akdeniz’in birçok ilini ve eserlerini gördüm. Görmek istediğim tek yer Adıyaman’daki Nemrut heykelleri…

Babek Sobhi Kimdir?
1961 yılında İran’ın başkenti Tahran’da doğan sanatçı Tahran Üniversitesi Heykel Bölümünü bitirdi. 1991 yılında bir sergi açıp dönmeyi düşündüğü İstanbul’dan bir daha ayrılamadı. İstanbul’da atölye kurdu ve sergiler açtı.2007 yılından beri Antalya’da yaşayan başarılı heykeltıraşın, heykelin dışında şiir, kısa film, sinema, film senaryosu ve seramik çalışmaları da bulunuyor.

AYTAÇ MANİZADE

Antalya Devlet Opera Balesi Müdürlüğü’ne yeni atanan Aytaç Manizade, duygu dolu ve sıcacık gülümsemesiyle kapıda karşılıyor bizleri… Gözlerinden yansıyan ışık ve heyecana bizde kapılıyoruz farkında olmadan… Hayata samimi, esprili, zeki ve içten bakabilen bir hanımefendiyle sohbet etmenin mutluluğunu yaşıyorum.
Antalya Devlet Opera ve Balesi (ANDOB) sahnesinin ilk eseri olan Cardas Prensesi operetini ilk sahneye koyan rejisör olan Aytaç Manizade, o yıllarda 9 sene sonra Antalya Devlet Opera- Bale Müdürü olarak Antalya’ya tekrar geleceğini elbette bilmiyordu. Yirmi gün önce başladığı yeni görevinde, heyecanla çalışmalara başlayan Aytaç Manizade, yeni göreviyle Antalya Devlet Opera ve Balesi’nin ilk bayan müdürü olma ayrıcalığını da elde etmiş oldu.
Güler yüzlü ve sıcakkanlı kişiliğiyle bizleri mutlulukla karşılayan Manizade, hem yeni bir şehirde olmanın heyecanını hem de sezona başarılı eserlerle başlayan ANDOB’un gururunu yaşadığının altını çizdi. Yeni görevini geçtiğimiz günlerde devralan Aytaç Manizade, yıllık programı değiştirmeyeceğini ama birkaç eser eklemesi yapmayı arzuladığını söyledi.
Meslek hayatında bugüne kadar 40 eser sahneye koyan başarılı rejisör Aytaç Manizade, çağdaş sanat anlayışı dendiğinde akla ilk gelen isimlerden birisi…
Atatürk Kültür Merkezi Aspendos salonunda sanat günlerine başlayan Antalya operasının artık kendine ait bir binası olmasının çok önemli olduğunu vurgulayan Manizade, 9 yıl önce ilk eseri sahnelerken yaşadığı heyecanı şimdilerde tekrar hissettiğini söyledi. Türkiye’deki Devlet Opera- Bale sahnelerinin çoğunun ilk eserlerini sahneleyen rejisör olmasıyla tanınan Aytaç Manizade, hayatını ve bütün zamanını sanata adamış özel isimlerden birisi…
“Sanat aşkı gerçek bir aşktır ve başarıyı da beraberinde getirir” diyen Manizade, salt sevginin bu sanat dalında yeterli olmadığını sanata olan aşkı hissetmenin eserleri beslediğini ve ancak aşkla yapılırsa bunun özel bir hisle seyirciye geçeceği vurguladı.
Tüm yaşamı boyunca mükemmeliyetçi ve modern sanat yaklaşımıyla tanınan Aytaç Manizade, Antalya için çok özel ve farklı projeler tasarladığını Antalya’daki sanatçı kadrosunun çok özel ve başarılı olduğunun da altını çizdi. Bu özel ekiple gelecekte Antalya’nın ismini sadece turizmle değil sanatsal eserleriyle de dış ülkelerde duyurabilmek için çalışmalar yapmanın en büyük isteği olduğunu söyledi.
Antalya Devlet Opera Balesi’nin güler yüzlü müdiresi Aytaç Manizade ile sanatın gizemlerini, Antalya’da bundan sonraki projelerini ve bir operayı sahneye taşırkenki yaklaşımı üzerine konuştuk.

-Antalya Devlet Opera Balesi kurulduğunda sahnelenen ilk eserin mimarı da sizsiniz. O günleri anlatır mısınız?
İlk Cardas Prensesiyle başladık Antalya’da… Pırıl pırıl bir kadro büyük bir heyecan içerisinde gece yarılarına kadar süren provalarla sahnelediğimiz bu operet Antalya için olduğu kadar benim hayatımda da özel bir yere sahiptir. İlk olan eserlerin heyecanı bir başka oluyor. Sahne günü geldiğinde perukacılar 3 saat öncesinden başlamışlardı sanatçıları hazırlamaya… Makyajlar, kostümler farklı bir heyecanla hazırlanıyordu. Antalya’ya bu özverili çalışmanın uğur getirdiğine inanıyorum. Antalya’ya bu gelişimde çok hoş bir sürpriz de beni bekliyormuş. Sevgili meslektaşım Erdoğan Davran Haşim İşcan’daki odasına sadece Antalya’da ilk sahnelenen eser olan Cardas Prensesi operetinin afişini çerçeveletmiş ve asmış. Aylar sonra benim buraya atanmamla odaya girdiğimde o afişi görmek beni hem duygulandırdı hem de bir anda yıllar öncesindeki yaşadığım heyecanı tekrar yaşattı. Bu tesadüf beni duygulandıran ilk anekdot diyebilirim. Bundan 3 yıl önce de “Carmen” eseri için Antalya’ya gelmiştim. Yıllar içinde çok olumlu değişikliklerin yaşandığına dönem dönem de olsa şahit olmuştum.
-Antalya’ ya yıllar sonra idareci olarak atandınız, bundan sonrası için neler söylersiniz?
Dünyanın en çok tanıdığı kent Antalya… Turizm de çok büyük bir potansiyeli var. Bundan sonrasında yapacağım görüşmelerde turizmi sanatla birleştirmenin alternatiflerine yoğunlaşmayı düşünüyorum. Artık bugün herkesinde bildiği gibi güneş ve deniz değil turizm anlayışı… Turizmi destekleyen en önemli etken kültürel faaliyetlerdir. Öyle çalışmalar, öyle seçkin eserler sergilenmeli ki turistler geldiklerinde, Antalya’da bir opera var ve bu opera bizim standartlarımızda diye düşünsünler. Bunu oluşturmak hiç zor değil… Çok iyi bir orkestrası ve korosu var. Sanatçıları çok başarılı… Sayı olarak belki küçük bir topluluk ama çok yetenekli sanatçılardan oluşan bir ekip… Zaman içinde takviyelerle tam olması gereken yerine gelecektir mutlaka… Nicelik değil de niteliğin seviyesi önemli… Antalya’da bu potansiyel var. Daha ileriye ve çağdaşlığa götürmemiz lazım… İnanıyorum ki bize çok hoş dönüşleri olacaktır. Tur operatörlerinin paket olarak bu eserleri turistlere sunmaya yönelik çalışmalarına daha da ağırlık vermeyi istiyorum. Belki uygun ören yerlerinde küçük çalışmalar yapmanın ya da eserleri uygun başka yerlerde sergilemenin de çok farklı ve faydalı olacağı görüşündeyim.
-Antalya’ya geldiğinizde neler hissettiniz?
İçimde çok farklı bir heyecan vardı. Yıllar önce ilk eserini sahnelediğim şehre idareci olarak gelmek çok hoş bir sürpriz oldu benim için… Antalya için yapılacak o kadar çok şey var ki… Hangisine öncelik vereceğimi inanın bilemiyorum. Sanırım bütün çalışmalarım ve planlarım birbiriyle paralel olarak ilerleyecek. Ondan sonraya hayatta zaman yok zaten… Her şeyi ertelemeden, sabırla ve istikrarla bir an önce hayata geçirmenin heyecanındayım. Tüm bu planlar belirli bir süreç istiyor. Bir anda olacak çalışmalarda değil…
- Rejisör olmanızın idareci olarak da bazı avantajlar sağladığını düşünüyor musunuz?
Aslında rejisör de bir idarecidir. Eseri her bakımdan çizen, her bakımdan yönlendiren kişidir. Bunun yanında bürokratik idari görevde girmiş oluyor. O bakımdan sorunları çözmek daha kolay… Benzer bakışlar içinde yola çıkıyorsunuz ve çözümü daha kolay oluyor. Bizim konumuz insan… O ilişkiler ve dengeler içindeki çalışmaları yapmak ve farklı kültürlerdeki düşüncelerdeki kişilerle çalışmalar yapmak hep enteresan geliyor bana… Eğitimimde pedagoji ve psikoloji tahsili yapmış olmam mesleğimde bana bir artı sağladı diye düşünüyorum.
-Antalya için yapmayı planladığınız ilk çalışma nedir?
21.yüzyılda çok fazla değişim yaşandı. Opera elbette ki farklı bir sanat dalı ama gençlerimizin ilgi göstereceği çağdaş eserlere ağırlık verilmeli diye düşünüyorum. Antalya’da çok yoğun bir öğrenci potansiyeli var ve bu potansiyelin değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Özellikle ulaşım konusunda gerekli desteği göreceğimizi hissediyorum. Üniversite ile opera- bale arasında kurulacak bir sanat köprüsü geleceğe ışık tutan gençlerimizin yetişmesinde çok büyük avantajlar sağlayacağı görüşündeyim. Opera her türlü sanatı içinde bulunduran çok farklı bir sanat dalıdır.
-Öncelikli olarak ele alacağınız konular nelerdir?
Bir eserde en önemli ayrıntı teknik ekipmanın kuvvetli olmasıdır. Projeksiyonların, ışığın ve ses tesisatının tam bir görsel şölen havasını yaşatması lazım… Antalya’da da öncelikle önem vermeyi düşündüğüm konu bu… Teknik ekipmanın gelişmişliği eserin büyüsünü izleyiciye katlanarak geçmesini sağlıyor. Bir eseri besleyen büyüten en önemli ayrıntı teknik ekipmanın yarattığı ışık ve ses oyunlarıdır. Bu yüzden bende teknik ekipmanın kuvvetlendirilmesine öncelik vereceğimi düşünüyorum. Antalya’da sahnelenen eserlerin tam bir görsel şölen havasında olması izleyici sayısını ve eserin algılanmasını olumlu yönde etkileyecektir.
-Uzun yıllardır bu mesleğe emek veren sanatçılardansınız. Geçmişten günümüze neler değişti?
Seyircimiz bizim hep vardı. Çok nitelikli sanatçılarımız var ve yetişmeye de devam ediyorlar. Mesleğim gereği devamlı dış ülkelerde eser seyreden birisiyim. Önemli operalarda sahneye çıkan sanatçılarımız var. Bence biz biraz daha teknik olanaklara ağrılık vermeliyiz. Buda tamamen ekonomik imkânlara bağlı şeyler… Belki biraz daha sponsorluklara ağırlık verildiği takdirde dünya çapında eserler çıkacağı görüşündeyim. Çünkü bizim her şeyimiz var. O kadar önemli ve değerli sanatçılara sahibiz ki imkânlar dâhilinde çok önemli projelere imza atılabilir.
-Uzun yıllardan sonra Antalya’ya ilk gelişiniz… Sizi etkileyen en önemli değişim ne yönde olmuş?
Antalya’ya çok yeni geldim. Fazla dolaşma fırsatım olmadı. Ama ilk yaptığım ziyaretlerde gördüm ki, hem opera-baleye yaklaşım çok değişmiş hem de oturmuş bir izleyici kitlesi oluşmuş. En güzeli Antalya Devlet Opera ve Balesi yazan bir binamız var. Bu başlı başına çok büyük bir değişiklik… Bu beni en çok mutlu eden tarafı oldu bu işin… Şehircilik anlamında da çok önemli projelere imza atıldığını gördüm ve mutlu oldum. Antalya bir dünya şehri ve çok daha özel ve önemli çalışmaları hak ediyor. Bundan sonrasında da tüm Antalyalıların desteğiyle Antalya Devlet Opera Balesi’ni çok daha seçkin yerlere taşıyacağımız görüşündeyim.
- Sahnede yaşanan aksilikler eserin performansını nasıl etkiler?
Canlı performans geri dönüşü olmayan bir durum… Ben sahneye koyduğum tüm eserlerde eseri ışık odasından izlerim ama bilirim ki ne olursa olsun yapabileceğim hiçbir şey yoktur. O anda orada o kapı yanlışlıkla açılmışsa açılmıştır. Bitmiştir. Arkasından ne yaptınız, dememin hiçbir önemi yok. Sadece seyretmekle yetiniyorsunuz. Neyse ki hem sahne ekibi hem de sanatçılarımız bu konuda son derece tecrübeliler ve hataları kapatmada son derece başarılılar.
-Sizi bugüne kadar en çok heyecanlandıran eser hangisi?
Efes Antik Tiyatrosunda yaptığımız Norma temsili diyebilirim. Aslında çok anılar yaşandı yıllar içerisinde… 30 senede neler neler yaşanmıştır. Ama inanın Norma çok nitelikli bir prodüksiyon oldu. Norma’nın dekoru, tasarımları, kostümleri çok farklıydı. Norma’nın çok da enteresan bir konusu vardır. Sahnenin kenarları boşlukludur. Üzerlerinde eskiden kalma kalıntılar vardır. Gökyüzünde yıldızlar metal ve modern çizgilere sahip bir dekor ve tiyatronun tarihi dokusu inanılmaz bir duygu oldu. Hayatımda ender bir duyguya kapıldım. Müthiş bir heyecan duydum. Şimdi bile anlatırken aynı heyecanı hissediyorum. Müzik, ışık, dekor büyüleyiciydi. Aynı eserde başka bir şey daha geldi başımıza. Aspendos Antik Tiyatrosu’nda eseri sahneliyoruz. Eserin ortasında metal aksamdan sarkan uçuşan bir kumaş vardır ve sanatçı o kumaş parçasıyla dans eder. Tam eserin o anında bir rüzgâr çıktı Aspendos’da adeta fırtınaya yakın bir doğa olayı yaşandı. Kumaş sanatçının elinden kaydı ve uçmaya başladı. Kostümler uçuşmaya başladı. Enteresan bir durum yaşandı. Sahnede Norma’nın çektiği acıya adeta doğa da eşlik etti ve eser tam bir görsel şölene dönüştü. Bu yüzden “Norma” eserinin benim yaşamımda çok çok özel bir yeri vardır. İki gösteri de açık hava ve antik tiyatroydu o yapıların tarihi dokusu olağanüstü olaylar yaşanmasını sağladı ve benim hayatımın en özel anlarıydı diyebilirim.
-Sahnelediğiniz eserlerde size ait bir özellik dikkat çeker mi?
Çağdaş eserlere tutkunum diyebilirim. İki şey var burada yalnız… Eserlerin çağdaş bir yorumla sahneye aktarılması tutkumda var ayrıca da çağdaş eserlerini sahneleme tutkunda var. Bir şekilde bugünü yakalamak isterim. Zaman çok hızlı akan bir olgu ve değişimleri de beraberinde getiriyor. Bu yüzden zaman ayak uydurmak zorundayız. Eserler insanlarla hayat buluyor ve o ışığı yansıtmak ayrı bir heyecan ayrı bir tutku…
-Antalya’ya bir gün idareci olarak gidebilirim gibi bir düşünce hiç aklınızdan geçmedi mi?
Antalya benim için çok sürpriz oldu ve bundan sonrasında da önümde sadece Antalya var. Akdeniz havzasını düşünürseniz inanılmaz operalar var. Barcelona ve Roma Operası, Palermo Operası, Monaco Operası, Nice Operası ve bizim Mersin ve Antalya Operaları… Bütün bu dünyaca ünlü operaların içinde bizim de yerimizin olmaması için hiçbir neden yok. Bundan sonraki bütün planlarımı Antalya üzerine kuruyorum. Antalya’nın adını dış ülkelerde de söz ettirmeliyiz. Bunu nasıl olacağını zaman gösterecek. 30 yılımı yani hayatımı operaya adadım denebilir bundan sonrasındaki tüm birikimimi ve tecrübelerimi de Antalya’ya adamak istiyorum. Antalya beni çok heyecanlandırıyor. Geldiğim günden beri yaşadığım mutluluk ve coşku ilerleyen zamanda çok özel projelere imza atılacağının da habercisi diyebilirim.
-Aytaç Manizade sanat hayatının dışında neler yapar?
Benim mükemmel ve çok iyi olmalı tutkum vardır. Güzelin ve mükemmelin hiç sonu yoktur. Bunun da bilincindeyim. Ve hep daha iyiye daha güzele ilerlemenin arzusu içindeyim. Bu sene hazırlanan programda bir değişiklik olmaması gerektiğini düşünüyorum. Sezonun başında programlanan eserlerin devam etmesinden yanayım. Hem emeğe saygı hem de sanatçıların performansı açısından bu çok önemlidir. Ama bazı konser ve gösteri organizasyonlarını da eklemeyi düşünüyorum. Okumak benim için bir tutku… Mesleğimle ilgili tüm yayınları takip ediyorum. Seyahat etmek özellikle kültürel gezilerin mesleğime çok şey kattığını düşünüyorum. Antalya’da çok hoş ve sıcak karşılandım. Bu sevgi bana çok daha önemli projelere imza atmam gerektiği hissini yaşattı. Antalya Devlet Opera ve Balesi sanatçılarıyla, idari ve teknik kadrosuyla çok özel bir grup ve ben tüm Antalyalıların desteğiyle çok özel günler yaşanacağını hissediyorum.
-ANTDOB Aralık ayı programını da sizden öğrenebilir miyiz?
13 Aralık’da Harem Balesi gerçekten çok başarılı bir prodüksiyon… Ardından Sevil Berberi 17 Aralık’da, Folklorama 18 Aralık’da izleyiciyle buluşuyor. Folklorama samimiyetle ifade etmeliyim ki herkesin mutlaka izlemesi gereken bir eser… 20 Aralık’da Madam Butterfly farklı dekoru ve kostümleriyle duygu dolu dakikalar yaşanmasını sağlayacak bir opera klasiği, 21 ve 28 Aralık’da tüm küçük izleyicilerimizi Mutlu Prens’e bekliyoruz. 25 ve 27 Aralık’da ise tam bir bale klasiği olan Fındıkkıran Balesi bu sezonda Antalyalıları büyülemek üzere perdelerini açacak eserlerimizden biri…

Aytaç Manizade Kimdir?
İstanbul'da doğdu. Avusturya Lisesi'ni bitirdikten sonra, sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Pedagoji Bölümü'nde gençlik psikolojisi, pedagojik psikoloji, sosyoloji ve psikiyatri'den mezun oldu. Fakülteye devam ederken İstanbul Devlet Opera ve Balesi bünyesinde açılan Opera Stüdyosu'na girdi. Daha sonra Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuarı sınavlarını veren Manizade, bir süre Köln Müzik Yüksek Okulu'na devam etti. Josef Metternich ile şan, yönetmen Michael Hampe ile reji çalışmalarına katıldı. Hans Neugebauer'e asistanlık yaptı. İngiliz Oda Operası ile sahneye koyduğu " Don Pasquale "operası Ürdün, Umman, Birleşik Arap Emirlikleri ve Uzak Doğu ülkelerine turne yaptı. Uluslararası Aspendos Opera ve Bale Festivali'nde "Saraydan Kız Kaçırma, Norma, Tosca (İzmir), Rigoletto, IV.Murat (İstanbul) ve Madama Butterfly (Mersin) ve Carmen (Antalya) operalarını sahneleyen Aytaç Manizade, Uluslararası Boğaziçi Festivali'ne İstanbul Cemal Reşit Rey Opera ve Orkestrası ile Yıldız Sarayı'nda sahnelediği "Saraydan Kız Kaçırma" ile her yıl katıldı. İstanbul Devlet Opera ve Balesi'nde bir süre başrejisörlük yapmış bulunan Manizade, aynı kurumda halen rejisör olarak görev yapmakta, İ.Ü.Devlet Konservatuarı’nda sahne dersi vermektedir. Aytaç Manizade'nin İstanbul, Ankara, İzmir, Mersin ve Antalya Devlet Opera ve Balesi'nde sahnelediği eserlerden bazıları şunlardır:
Elektra, Jenufa, Maskeli Balo, La Traviata, La Rondine, Yevgeni Onegin, Palyaçolar, Adriana Lecouvreur, Konsolos, İnci Avcıları, Sihirli Flüt , Figaro'nun Düğünü, Don Pasquale, Aşk İksiri, Sevil Berberi, Tebessümler Diyarı, Çardaş Prensesi, Kontes Mariza…
Uluslararası Hans Gabor Belvedere Şan Yarışması Türkiye Elemeleri Seçici Kurulu'nda jüri üyesi olan Manizade, Almanca, İngilizce ve İtalyanca bilmektedir.
Prof. Attila Manizade ile evli olup bir kız çocuğu vardır.

ALİ UŞAKLI


Ramazan ayı geldiğinde çocukluğumuzu özleriz. Kirli ayaklarımızı, çadır tiyatrolarını, patlamayan balonları… Ya yaşanan diğer çocukluklar…
Sadece Ramazan ayında hatırladığımız, özlediğimizi fark ettiğimiz, bizi çocukluğumuza götüren bir mirasımız var ama ona hak ettiği değeri verebiliyor muyuz acaba?
Karşılıklı atışmalarıyla ünlenen Hacivat ile Karagöz gölge oyunu yok olup gitmeye yüz tutmuş değerlerimizden biri… Yıllar içerisinde Hacivat ile Karagöz’de Spiderman’e yenildi… Âşık ile Maşuk, Nasreddin Hocayla İbiş, Hacivat ile Karagöz senede 30 günde olsa bize kim olduğumuzu hatırlatıyor. Zamana yenilen temaşa sanatı yerini “Batman’a, Süperman’a, Actionman’a” bıraktı…
Kendi öz kültürümüzün mirası olan “Hacivat ile Karagöz” şimdilerde sadece nostaljik birer kahraman… Günümüz çizgi filmlerinin ilk çıkış noktası “Hacivat ile Karagöz” değil midir, günümüz stand-upçılarının büyük büyükbabaları yine “Hacivat ile Karagöz”… Oysa Türkiye’de sadece 6 tane Hayali Sanatçısı kaldığını biliyor musunuz?
Perdenin arkasındaki Hacivat ile Karagöz’e can veren Hayali Ali Uşaklı Antalyalılar için ramazan eğlencelerinin vazgeçilmez ismi… Emekli tiyatrocu olan Uşaklı,10 senedir her ramazan ayında gölge oyununu bizlere bir kez daha anımsatarak ve bizleri zamanda yolculuğa çıkararak geleneksel değerlerimize dikkat çekmeye çalışıyor. “Ramazan ayında sadece “Hacivat ile Karagöz” oyununu sergiliyorum ama ramazan bittiğinde çocuklar Batman’i, Spiderman’i istiyorlar” diyen Ali Uşaklı yıllar içinde yaşanan bu üzücü değişimi tüm açıklığıyla gözler önüne serdi.
En büyük tutkusunun nostaljik objeleri biriktirmek olduğunu söyleyen Uşaklı, yıllar içinde hayatımızdan kaybolup gitmiş olan birçok eşyayı özenle biriktirerek çok zengin bir koleksiyon yaratmış.
Günümüzde üretimi olmayan Hacivat ile Karagöz kuklalarını yıllardır onararak kullandığını belirten Karagöz Ustası Ali Uşaklı gölge oyununu sadece daha geniş kitlelere iletmek amacıyla ramazan ayında günde 3 oyun sahneliyor. Benim en az kazandığım ama en çok çalıştığım ay ramazan ayı diyen Uşaklı “Hacivat ile Karagöz” oyununu Ramazan ayı boyunca her gece saat 21.00’de Karaalioğlu Parkı’nda sergileyecek.
Hacivat ile Karagöz’ün Antalya’daki tek oynatıcısı olan Ali Uşaklı ile yaptığımız keyifli sohbetimizde tamamen unutulan bir başka değerimiz olan ipli kuklalardan, temaşa sanatından ve Antalya’daki Ramazan eğlencelerinden bahsederken çoğu zaman hüzünlenerek hatırladığımız eski Ramazanları ve yaşanan batılılaşmayı konuştuk. “Hay hak” diye söze başladığımız sohbetimizde “Sürç-ü lisan ettikse affola…”

—Çocukluğumuzun bol bol elektrik kesintilerinin vazgeçilmezi, gölge oyunları… Hacivat ile Karagöz’de teknolojiye mi yenildi?
Evet, maalesef teknolojiye yenildi ve en azından unutulmasın diye biz mücadelesini veriyoruz. Gölge oyunu Türk tiyatrosunun temel çalışmalarından bir tanesidir. Gölge oyununu aslında sadece ramazan aylarında değil her zaman gündemde tutmak istiyoruz ama talep maalesef bu yönde olmuyor. Ramazan ayında son derece ilgiyle karşılanan gölge oyunu özellikle çocuklar tarafından çok beğeniliyor ama ramazan ayı bittiğinde çocuklar Batman’la Spiderman’ı istiyorlar. Talep olmadığı içinde geriye kalan aylarda ortaoyununa ve çocuk tiyatrosuna ağırlık veriyoruz.
—Batılılaşma denen sürecin kayıplarını mı yaşıyoruz?
Şimdiki çocuklar hayal kahramanlarının, sihirli güçlerin, garip yaratıkların peşinden gidiyor. İlgilendikleri ve sevdikleri şeyler gerçek değil, Batman, Süperman gibi kahramanlar ticari kaygıyla yaratılan hayal ürünleri. Oysa bizim tarihimizde bir Nasreddin Hoca gerçeği var. Hacivat ile Karagöz gerçekten var olan iki kişi. Biri demirci diğeri duvarcı ustasıymış. Gerçekten yaşamış ve bize böyle bir miras bırakmış olan kişilere bağlılığımız yok denecek kadar az. Ama gerçek bile olmayan bu hayal ürünleri o kadar inanılmaz şeyler yapıyor ki çocukların etkilenmemesi mümkün değil… Öte yanda gerçekten yaşamış ve bu yüzden inandırıcılığı olan değerlerimiz çocuklara doğaüstü gösteriler yapmadıkları için sadece Ramazan ayında hatırlanıyorlar.
—Yetişkinlerin gölge oyununa ilgisi daha mı çok?
Yetişkinler için Hacivat ile Karagöz oyunu sadece bir nostaljiden ibaret. Genelde çocuklar için olduğu düşünülüyor. Ama bunun tam aksine eskiden kahvelerde, meydanlarda oynatılırdı. Her gece şehir parkına bir gölge oyunu sahnesi kurulur mutlaka bir temsil yapılırdı. Oyunu Hayali yönettiği için izleyici kitlesine göre de oyunu şekillendirmek onun elindedir. Eğer yetişkinler izliyorsa ona göre bir metin çıkarılırdı. Değişen popüler kültür ve iletişim araçları gölge oyununun ve ortaoyununun çok ciddi değer kaybetmesini sağladı. Yetişkinler değerlerimize yeterince sahip çıkmadığı için yeni yetişen nesilde bizim kendi kültürümüzden ve sanatımızdan uzak büyüyor.
—Son yıllarda şehirde yaşayan insanlarda doğaya, eskiye ve doğal hayata geri dönüşler başladı. Gölge oyunu da bu eskiye dönüşlerden etkilendi mi?
10 senedir ben gölge oyunu sahneliyorum. Son beş yıldır ilgi biraz daha arttı. Özellikle son iki senedir “Hacivat ile Karagöz” sünnet düğünlerinin vazgeçilmezi haline geldi. Biz gölge oyunu dışında Hacivat’la Karagöz’ü kostümlüde canlandırıyoruz. Bu da sünnet düğünlerinden talep gördü. Hatta gelenek haline gelmeye başladı bile diyebiliriz. Eskiden de zaten bu böyleymiş. Bu anlamda bir eskiye dönüş var denebilir az da olsa… Eskiye dönmek istense de artık bu işle uğraşan o kadar az kişi kaldı ki en başta malzemeleri bulmak artık imkânsız…
—Türkiye’de Karagöz Ustası Hayali kaç kişi var bu işi yapan?
Bu işi gerçekten bilerek yapan 5 ya da 6 kişiyiz. Hacivat ile Karagöz’ün asıl yeri Bursa’dır. Bende bu işi orada Karagöz ustalarından öğrendim. Kullandığım gölge oyunu figürlerini de oradan almıştım. Bu kullanılan figürler tabaklanmış deve derisinden yapılmış ve kökboyası ile boyanmış. Türkiye’de şu anda ne deve derisi ne de kökboyası bulmak mümkün değil… Dana derisi veriyorlar ama ondan olan figürler hem uzun ömürlü hem de kullanışlı olmuyor. Bu işte en önemlisi figürlerin ışığı iyi yansıtması ve renklerin canlı olması… Bundan yıllar önce o kadar sağlam figürler yapılmış ki ben hala onları kullanıyorum ve iyi bakarsanız 80–100 yıl sonrasında bile kullanılabilir. Ufak tefek onarımlar yaparak uzun süre kullanabilirsiniz. Artık kukla yapan ya da gölge oyunu figürleri yapanlarda kalmadı.
—Karagöz oynatıcılığına ticari açıdan bakıldığında bu işi yapan kişi sayısı az olduğu için kazancı yüksek mi?
Gölge oyunu öncelikle herkesin yapabileceği bir iş değil zaten. Sağlam bir tiyatro altyapısı gerektiriyor. Ritim duygunuzun da iyi olması şart… Bu işi ticari olarak yapan birisi vardı mesela… Birkaç figür edinmiş. Bir okula gösteri için gelmiş. Masaya oturdu, çocukları da karşısına oturttu. Ne bir perde ne de müzik yok. Eline figürleri aldı 10 dakika kadar oynattı. İzleyince şaşkınlığımı uzun süre atamadım. Bu yapılan gölge oyunu değil ki… Ben gelenekçi bir sanat anlayışına sahibim ve gölge oyununa sahip çıkmamın en büyük sebebi öz anane ve geleneklerimize sahip çıkmak. Ben en çok ramazan aylarında çalışıyorum ve en az da ramazan aylarında para kazanıyorum. Birçok gösteriyi sadece daha çok kişiye ulaşmak adına ücretsiz yaptığım oluyor. Benim ilk hedefim daha çok kişiye ulaşıp bu sanatın unutulmasını engellemek…
—Geçmişten bugüne tamamen yok olan bir değerimiz var mı?
Evet, maalesef ipli kukla oynatıcılığı ve üretimi tamamen yok oldu. Şu anda kukla dediğinizde el kuklaları akla geliyor oysaki ipli kuklalarımız ve bunları üretenler vardı. Bu sanatçılar öldüklerinde sanatları da onlarla beraber kaybolup gitti. Çünkü bu konuyla ilgilenen ve bu işi yapmak isteyen olmadığı için arkalarında yetiştirilmiş çıraklarını da bırakamadılar.
—Sizin Gölge Oyunu için yetiştirdiğiniz öğrencileriniz var mı?
Evet, iki öğrencim var. Daha doğrusu yardakçım var. Karagöz ustalığı bazı evrelerden geçmeyi gerektiren bir süreç… Karagöz oynatıcısına “Hayali” denir, onun yetiştirdiği ve oyunda tefi çalan çırağa “yardakçı” , malzemeleri taşıyan ve kurana “sandukacı”, bir de müziği ayarlayana “müzikçi” denir. Ben Hayali olmayı kafama koyduğum gün Bursa’ya gittim. Çünkü Antalya’da bu işin hocası yoktu. Gölge oyunu yapanda yoktu. Eski dönemlerde peştamal kuşatırlarmış, her ustanın bir çırağı varmış. Belirli bir dönemden sonra bu çıraklar gerekli öğretiye sahip olduğunda törenle şet kuşatılır ve ‘Yardakçı’ olurlarmış. Gölge oyunculuğu tamamen özel bir yetenek gerektiriyor. 5 farklı karakteri 5 farklı şiveyle tek başınıza oynuyorsunuz. Aynı anda hem figürleri oynatıp, hem şiveli konuşup bazen de hemen sonrasında bir şarkıya geçebilmeniz gerekiyor. Çok zor bir zanaat bu ve bunca emeğe ve kültürel mirasımıza sahip çıkılmıyor olması beni en çok üzen şey… Tek başıma ben nereye kadar tanıtıp yaşatabilirim inanın bilmiyorum.
Geçmişten Günümüze Değişen Ramazan Eğlenceleri…

Oyuncaklarımızın arasında tenekeden, tahtadan arabalar vardı, gazoz kapakları, topaçlar, çemberler, misketler, uçurtmalar, bez bebeklerle oynardık…
Şimdilerde Actionman oyuncakları, playstationlar, bilgisayarda savaş oyunları, Bratz bebekler çocukların eğlenceleri…
Elma şekeri, horoz şekeri, leblebi tozu, pamuk şeker, Osmanlı macunu, bozacılar, gül kokulu su muhallebisi bizi en mutlu eden yiyeceklerdi.
Şimdilerde pizza, hamburger menüleri, milk-shake içecekler, cipsler çocukların en sevdikleri…
Radyo tiyatroları vardı başlama saati beklenen, sokaklarda çelik-çomak, körebe oynanırdı…
Ramazan ayı gelince çadırlar kurulurdu parklarda, hokkabazlar, ip cambazları, orta oyunları, Kavuklu ile Pişekâr, Karagözle-Hacivat, İbiş ile Memiş, 5 kuruşa bindiğimiz dönen salıncaklar vardı.
Şimdilerde evcilik oyunu kreşlerde drama dersi olarak veriliyor, bilgisayar, televizyon, eğlence merkezleri, lunaparklar, korku tünelleri aldı çocukluğumuzun çadırlı günlerinin yerini…
Şimdiki çocuklar acaba hiç gazoz kapağı biriktirdi mi?


—Türkiye’deki 6 Hayali’den birisiniz ve Antalyalısınız. Sizce Antalya elindeki değerin farkında mı?
Gündemde olan ve “Hacivat ile Karagöz” temsiliyle gündeme gelen biri değilim ama Antalya’da olmamın bu şehir için bir şans olup olmadığının kararını size bırakıyorum. Ben Gölge Oyunuyla ilgili gelecek her teklife açığım. Mesela ayda bir ya da iki kez ya da bayramlarda Antalyalılara ve turistlere yönelik “Hacivat ile Karagöz Gecesi” düzenlenebilir. Gecenin devamında illüzyon gösterileri, ip cambazları kullanılabilir. Kendi öz değerlerimizi korumak adına bu tarz organizasyonların yapılması lazım… Antalya Kentsel Dönüşüm Projesinde Gölge Oyununa ve Ortaoyununa yer verilmeli mesela… Bunlar hemen şuanda aklıma gelenler, bir teklif gelse düşünülüp farklı projeler üretilebilir. Benim tek başıma ulaşabileceğim kişi sayısı her zaman sınırlı oluyor ama yerel yöneticiler bu işi organize etse çok ciddi destek göreceğini düşünüyorum. Benim yaptığım iş büyüklere nostaljik, çocuklara değişik geliyor. O yüzden her zaman izleyicisi olacak bir sanatı yaşatmak da benim öncelikli hedefim…
—Sizce Antalya’nın turistik bir yer olması ve eğlence alternatifinin çok olması sizin için bir dezavantaj mı?
Aslında benim seyircilerimi genelde çocuklar oluşturuyor. Yetişkinlere bu oyun çocuklar içinmiş gibi geliyor ama çok eskiden bu oyunlar 4 saat oynanırmış ve herkes gösteri sonuna kadar zevkle izlermiş. Günümüzde bir kişiyi bile 4 saat bir yerde oturtmak mümkün değil. Çocuklarında dikkat durumu 15 dakikadan sonra dağıldığı için ben genelde 15–20 dakikalık oyunlar yapıyorum. Aslında yetişkinler için süre biraz daha uzatılıp çok farklı metinler hazırlanabilir. Ama ilgi eksikliğimiz var maalesef… Sorunun cevabı olarak da şunu söyleyebilirim. Şimdiki yetişkinler ya televizyon ya da bilgisayar karşısında oturmayı seviyor. Benzer eğlence şekillerinin olduğu Antalya’da aslında gölge oyunu bir farklılık yaratabilir. Ama dediğim gibi büyükler konuya o kadar ilgisiz ki, bende çocuklara ulaşıp en azından gelecekteki nesillere bir şeyler verebilir miyim diye uğraşıyorum. Yabancılar bizim kültürümüze ve tarihimize bizden daha meraklı… Hem kendi kültürlerini koruyorlar hem de başka kültürleri öğreniyorlar.
—Dünya’da Gölge Oyununun yeri nedir?
Bu konuda festivaller düzenleniyor. Her ülkenin kendi gölge oynatıcıları var. Özellikle Bursa’daki şenliklerde yarışmalar düzenleniyor, gösteriler yapılıyor. Birçok yabancı oynatıcı geliyor. Hatta son dönemlerde Yunanistan Karagöz’ü sahiplenmeye kalktı, Karagöz bizim diyorlar. Japonya’dan, İtalya’dan gelen oyunlara bakıyoruz, Yunanistan’dan gelen oyuna bakıyoruz materyalleri çok az. Asıl Gölge Oyununun tarihi bizde. Gerçek görüntüleri, sesleri, efektleri bizde… Tek eksiğimiz ilgi…

ALİ UŞAKLI KİMDİR?
01.05.1961 de Antalya'nın Elmalı ilçesinde doğdu. İstanbul Devlet Konservatuvarı Türk Musikisi Bölümü'nü yarıda bırakarak, Antalya Bölgesi Devlet Tiyatrosu bünyesinde çocuk oyunlarında oyuncu olarak görev aldı. Daha sonra Antalya Belediyesi bünyesinde Halk Dansları ve Tiyatro öğretmeni olarak görev alıp aynı zamanda Belediye Bandosunda' da görev yaptı. Özel Tiyatrolarda çocuk oyunlarında oynadı. 1990’lı yıllardan itibaren sanat hayatını Antalya Sanat Merkezinde devam ettirmektedir. 10 yıldan beri binlerce Gölge Oyunu sergileyen Karagöz Ustası Hayali Ali Uşaklı geleneksel tiyatronun başarılı temsilcilerinden biri...


HACİVAT İLE KARAGÖZ
Sultan Orhan devrinde (1324–1362) Bursa' da Ulu cami’nin inşaatında çalışan demirci ustası Kambur Bâli Çelebi ( Karagöz ) ile duvarcı ustası Halil Hacı İvaz ( Hacivat ) arasında geçen nükteli konuşmaları dinlemek isteyen işçiler işi gücü bırakıp onların etrafında toplanır, bu yüzden de inşaat yavaş ilerlermiş. Bu durumu öğrenen padişah her ikisini de idam ettirmiş. Daha sonra çok pişman olan padişahı teselli etmek isteyen Şeyh Küşterî, başından beyaz sarığını çıkarıp germiş ve arkasına bir şema(ışık) yakarak ayağından çıkardığı çarıkları ile de Karagöz ve Hacivat’ın tasvirlerini canlandırıp nükteli konuşmalarını tekrar etmiş. O tarihten sonra da Karagöz oyunları değişik mekânlarda oynanır olmuş. Günümüzde de Karagöz perdesine Şeyh Küşterî Meydanı denir ve Şeyh Küşterî Karagözcülüğün pîri kabul edilir.
Karagöz oyunlarında en çok kullanılan diğer karakterler, Tuzsuz Deli Bekir, Laz, Acem, Tiryaki, Matiz, Çelebi, Beberuhi, Himmet ve Zennelerdir.

RIZA AKİF AKTUĞ




Antalya Emniyet Müdürlüğü Önleyici Hizmetler Şube Müdürü Rıza Akif Aktuğ… Antalya’da cinayet büro amiri olarak görev yaptığı yıllarda Antalya’nın Memoli’si olarak tanınan Aktuğ, 2005 yılından beri suç sonrası suçluyu yakalamak yerine , suç öncesinde neler yapılabilir amacıyla kurulan, Önleyici Hizmetler Şubesi’ nde üretilen projelerle tanınan bir isim…Antalya halkı için farklı olan projelerle gündeme gelen Akif Aktuğ , bizlere suç öncesinde ve sonrasında nasıl bir yol izlediklerini anlattı.Polisiye film tadındaki sohbetimizde Akif Aktuğ, yaptıkları suç analizi sonuçlarına göre Antalya’nın suç ve suçlu profilini de çıkardı. Kendi özeline dair yaşadıklarını ve mesleki başarısının kaynağını konuştuğumuz sohbetimizde anılarıyla da kimi zaman gülümsetti, kimi zaman düşündürdü.Kendisine bağlı çalışan ekibinden övgüyle söz eden Aktuğ , başarılı projelerinin en büyük sırrının takım ruhu olduğunu belirtti. “Bir şey olmak derdinde değiliz, yararlı bir şey yapmak amacımız” sloganını benimsemiş olan ekibiyle beraber, suçluların adeta korkulu rüyası haline gelen ekip, suç işleme oranında son 3 yılda hızlı bir düşüş olduğuna da dikkat çekti. Suçluların çemberini iyice daraltan ekip suç işlendikten sonra olayı çözmeleri ve suçu işlenmeden önlemeleri konusunda fark yaratmış durumdalar. Tüm bu hazırlanan projelerin detaylarına ulaşılabilen http://www.saba.antalya.pol.tr/ internet sitesini de hazırlayan ekip başarılı çalışmalarıyla ve aldıkları ödüllerle Antalya da bir ilk… Bu şubenin Türkiye’de bir başka örneği daha olmadığını belirten Akif Aktuğ , Antalya halkından ve özellikle çocuklardan gördükleri ilgiden hayli memnun…

-Öncelikle “Toplum Destekli Polislik” nedir?
Toplum Destekli Polislik problem çözmeye odaklanmak suretiyle sorumluluk ve etkinliği geliştirmeyi hedefleyen ve vatanda merkezli hizmet sunmayı amaçlayan bir modeldir.Suç olgusu nasıl ortaya çıkar?Suçu toplum mu üretir?Suça iten faktörler nedendir?Ne gibi önlemler alınabilir?Bu tip sorularla etkin çözüm yolları araştırılır.
-Neden böyle bir birim kurulma ihtiyacı hissedildi?
Biz yıllarca polisliği suç sonrası polislik olarak yaptık.Suç öncesiyle ilgili aslolan bu olmasına rağmen bu anlamda çok etkin değildik.2005 yılından beri bu alana çok önem verilmeye başlandı ve suç işlenme oranlarında ciddi düşüşler oldu.Mesela 2005 yılında 1114 adet olan motorsiklet hırsızlığı sayısı bu yıl 574’e düştü.Bu rakamlar çok ciddi bir çalışmayı gösteriyor.
-Daha önce Cinayet Büro Amiriydiniz.Bu görevinizin avantajlarını yaşıyor musunuz?
Tabiî ki avantaj oldu.Suç sonrasında uzun zaman çalıştığım için edindiğim tecrübeler bu ekibe çok şey kattı.Yıllarca hem suçlularla hem suç mağdurları ile çok konuştuk.Suçlu profili çıkarmamızda başka görevlerden gelmemizin avantajı tartışılamaz.
-Cinayet Büro Amiri olduğunuz dönemde sizi en çok etkileyen olaylar hangileriydi?
Kuşkusuz çocuklara yapılan cinsel istismar ve buna bağlı olan ölümler asla unutamadığım olaylar…Bir yabancı aile tatil için geldikleri Antalya’da kızlarının kaybolduğunu bildirdiler.Çocuk en son otelden alışveriş yapmak için çıkmış.Henüz 10 yaşında bir kız çocuğu.Çocuğun cesedini bulduğumuzda kaburgaları kırılmış,tecavüze uğramış ve öldürülmüştü.Failini yakaladığımız olayda bize teşekkür eden anne kızının tabutu ile yola çıkmadan önce benimle görüşmek istedi ve bana “Tek bilmek istediğim kızım ölürken acı çekmiş mi?” diye sordu.İşte o anda polisliği bırakıyorsunuz.İnsan olarak böyle bir soruya cevap vermek o kadar zor ki… “Hayır acı çekmemiş” demek zorunda kaldım ama gerçek bu değildi.Bir baba ve her şeyden önemlisi bir insan olarak beni çok etkileyen o kadının hali aklımdan hiç gitmez.
-İnsanlar kendi ihmalleri sonucu yaşadıkları olaylardan dolayı polisi mi suçluyor?
Mesela arabasının camını kırmışlar içinden çantasını almışlar. Biz bu konuda önlem olarak trafik ceza tutanağı görüntülü “Şaka Ceza” uygulaması başlattık. Park halindeki arabaların camına bıraktığımız tutanağın altında, ‘Bu bir uyarıdır, eşyalarınızı arabanızda bırakmayın’ yazıyorsa bu ceza sadece dikkat çekici olsun diye hazırladığımız şaka cezadır. Gerçek trafik cezalarında böyle bir uyarı bulunmuyor. Eğer siz önleminizi almazsanız polisin bu ihmalden dolayı suç öncesi için uyarıdan başka yapabileceği bir şey kalmıyor. Basit bir önlem alarak insanlar bu suçtan korunabilirler. Bizim bu uygulamamızı gören çocuklar da arabada değerli eşya bırakılmaması gerektiğini öğreniyorlar. Tedbir alındıkça bu suç oranı düşüyor ve aslında biz hem polisin hem de halkın işini kolaylaştırıyoruz.
-Toplumda suç oranı tahmin edildiği gibi yüksek mi?
Toplumun yüzde 95 i suç işlemiyor. Yüzde 5 i suç işliyor.Ama bu da çok ciddi bir rakam aslında…Yıllarca biz bu yüzde 5 ile ilgilenmişiz.O, yüzde 95’lik kesim ya suç mağduru ya da suç tehdidi altında.Bu suç işlemeyen kesim yıllarca bizimle ilgili eğitim seviyesi kötü demişler,bizi başka şeylerle söylemişler,ahlak ölçüsü olmuşuz;yaşım 40 şükür daha polis kapısından içeri girmedim demişiz…Biz bunları yıllar içinde fark ettik.Bir gün bir okul müdürüne sizce “Antalya da yılda kaç cinayet işleniyor” diye sormuştum.2000-3000 yanıtını aldım oysa ki Antalya’da bu rakam 50’yi geçmemiştir.Bizde kendi aramızda çocuğun yüzünü göremedik,kaç gündür görevdeyiz,işte 5 YTL lik bir merminin ucunda hayatımız bu millet bu devlet bu vatan için biz neler yapıyoruz diyoruz.İşte bu yüzde 95 lik alanı ve polisi bir araya getirdiğimizde ,biz 5000 kişiyiz 10000 tane göz yapar dedik,Antalya’da da 1 milyon insan varsa 2 milyon göz yapar.Bu gözlerden asla bir şey kaçmaz dedik. Bizim vatandaştan bir farkımız üniformalı olmamız. Bizlerde aynı suç tehdidi altındayız. Bizim arabamız,evimiz de soyulabilir dedik ve vatandaş şaşırdı önceleri…Neler oluyor diye düşündüklerinden eminim…
-İlk projeniz hangisiydi?
Komşu Kollama Sistemi ilk projemiz. Olay olduğunda polisi suçlayan vatandaş yerine polisle beraber çalışan vatandaşlar olmaya başladı.Bu sistem başladığında iki tane gizli kamera ile hırpani görüntülü ellerinde çuval olan iki arkadaşımızı bir apartmana soktuk.Çuvalların içinde bir bilgisayar var,bir de televizyon…Bir yukarı bir aşağı merdivenlerde geziyorlar.Apartman sakinleri siz kimsiniz diye sormadığı gibi birde bizim hırsızlara apartmanın ve asansörün kapısını açtılar hatta kolay gelsin diyenler bile oldu.Bu kaydı apartman sakinlerine izlettiğimizde ne diyeceklerini şaşırdılar.Şu anda artık herkes apartmanında tanımadığı şüpheli kişileri sorgulama ve ücretsiz olan 155 Polis İmdat hattına ihbar etme konusunda daha bilinçli…
-Hangi suçlar için hangi projeler oluşturuldu?
Evden hırsızlık için “Komşu Kollama Sistemini”,açıktan ve işyeri hırsızlığı için “Esnaf Kollama Sistemini”, otodan hırsızlık için “Şaka Ceza Sistemini” ,oto hırsızlığı için “Kontrol Bende”, şahıstan gasp ,motorsiklet hırsızlığı ve kapkaç için “Motorsiklet Projesini” ve yankesicilik için hazırladığımız klipleri uygulamaya başladık.Bütün bunların yanında Suç Analizleri grafiklerini çıkarıyoruz.Böylece suç oranlarındaki düşüşler,yıllara hatta günlere ve saatlere göre analizleri suç önlemede bizim için önemli bir kaynak ve istatistik teşkil ediyor.Tüm bu çalışmalar için 24 saat “Güven Timleri” oluşturuldu ve görev başındalar...Eski Emniyet Müdürü olan Antalya Valisi Alahattin Yüksel Bey ve Emniyet Müdürümüz Feyzullah Aslan Bey tüm projeler için çok emek verdiler. Bize sürekli yön gösterip önderlik ediyorlar. Başka branşlardaki büro amirlerimiz bizi her konuda desteklediler ve fikir verdiler.
-İnsanların kendileri için alacakları önlemleri nasıl özetlersiniz?
Öncelikle apartman kapılarını kapılı tutmalı, zile basan kişiyi tanımıyorlarsa kapıyı açmamaları, otolarında değerli eşya bırakmamaları,işyerlerinde daha dikkatli olmaları ve evlerindeki değerli eşyalarını yatak odalarında saklamamaları ilk etapta alınacak basit önlemler…Apartman kapılarını açık bırakanlar için “Ayak İzi Projesi”ni uyguladık.Ayak izi şeklinde yaptırdığımız stickerları apartman girişlerine yapıştırdık ve üzerine “Bu polisin ayak izi ,her zaman bu kadar şanslı olmayabilirsiniz” yazdık.
-Uygulama dönemlerinde unutamadığınız olaylar yaşadınız mı?
Bir gün bir arkadaşımız apartman girişinde herhangi bir dairenin ziline basıyor ve “tüpçüyüm” diyor. Ev sahibi tüp istemediğini söyleyerek kapıyı açmadı. Arkadaşımız site yöneticisiyle birlikte bilinçli davranışından dolayı teşekkür etmek amacıyla dairenin kapısını çaldığında kimliğini açıklıyor ve “ben polisim kapıyı açar mısınız?” diyor. Ev sahibi de, aşağıda tüpçüydün 3 kat yukarı çıkınca polis mi oldun diyerek kapıyı açmamış ve 155 Polis İmdat’ı arayıp arkadaşımızı ihbar etmiş. Bu olayı öğrendiğimizde önce güldük ama bu bilinçli davranış bize doğru yolda olduğumuzu bir kez daha gösterdi.
-Suç oranlarının artmasının sizce en önemli sebebi nedir?
Eskiden bir an davası(toprak sınırı) bir de ar davasından(namus meselesi) cinayet işlenirdi.Ama şimdi annesi öldürüyor parçalara ayırıyor 3 gün cesetle yaşıyor falan…Bu olayların sebeplerinde ekonominin getirdiği stres ve baskılar ile kişilik ve davranış bozuklukları ilk sırada…Eskiden güvene yönelik yaşanırdı.Ama artık kimse kimseye güvenmiyor ve insani değerlerimizden uzaklaşıyoruz.Biz bütün bunların tabanına indiğimizde çocuk unsuruna kadar indik ve gördük ki çocuklarla ilgili yapılacak eğitime yönelik çalışmalar gelecekteki suçlu potansiyelini azaltacaktır.
Ayrıca bu sistem polis tarafından kurulan işletilen ama uygulaması halk tarafından yapılan bir sistem..Çünkü aydınlatılması en zor olaylar evden ve açıktan hırsızlık olaylarıdır. “Polis vatandaş elele ,daha güzel günlere” sloganının çıkış amacıda burasıdır.
-Suçlu açısından bakarsak sizi zorlayan bir dava var mıydı?
Bir gün bir cinayet sonrası bir isme ulaştık. Adam hırsızlıktan sabıkalı deliller aslında cinayeti onun işlemediğini gösteriyor ama adam ısrarla ben öldürdüm diyor.Bizde ekip olarak başka birinin yaptığını düşünüyoruz.Adam tutuklandı ama biz davayı bırakmadık ve gerçek suçluları yakaladık.Adama neden suçu üstlendin dediğimizde çok şaşırtıcı bir yanıtla karşılaştım.Hapiste hırsızlıktan yakalananlara ayak işleri yaptırdıklarını ,cinayetten girenlerin de bu işleri yaptıranlar olduklarını söyledi ve ekledi. “ Şimdiye kadar hep hırsızlıktan yattım,bir kere de cinayetten yatıyım istedim, komserim” .İnanın insan psikolojisi anlaşılması emek isteyen bir olgu.Suçlu psikolojisi ise bambaşka…
-Ekip olarak bulduğunuz son proje nedir?
En son projemiz Gelecek Eğitimle gelecek Projesi.Bu projenin amacı, İlköğretim düzeyindeki öğrencilerin yaşadıkları sosyal ortamlarda karşılaşabilecekleri problemlere karşı öğrencilerin bilinçlenmelerini sağlamak. İlköğretim düzeyindeki öğrencilere sosyal bilincin kazandırılması, sosyal hayatta karşılaşabilecekleri problemler karşısında alternatif çözümler üretmelerini sağlayarak rehberlik yapmak. Önemli sorunlardan biri olan trafik ile ilgili konularda eğitimi eğlenceli hale getirmeyi amaçlayan POLİROBOT kartları kullanılarak maruz kalabilecekleri tehlikeleri önlemek.Öğrencilerin arkadaş ortamlarında birbirlerine karşı sevgi, saygı, paylaşım ve hoşgörü kuralları çerçevesinde kişilik gelişimlerine katkıda bulunmak.Özellikle çalışan eşlerin evde bıraktıkları çocuklarına can ve mal güvenliği konularında verdikleri eğitimleri POLİROBOT kartları vasıtasıyla pekiştirmekBu kartların üzerinde “Arkadaşlar tehlike olduğunda bağırın ve yardım isteyin” yada “Arkadaşlar tanımadığınız kimselere kapıyı açmayın” gibi 10 farklı sloganın yazdığı resimli kartlar... Bu kartları olumlu davranış gösteren öğrencilere veriyoruz ve 10 farklı kartı toplayan öğrencileri bilekliklerle ödüllendiriyoruz. Böylece çocuklar sadece derslerinde başarılı olduklarında değil bu proje sayesinde olumlu davranışlar sergilediklerinde de ödüllendirilmektedirler. Çocuğun başarısı sadece derslerindeki başarıyla değerlendiriliyor ve dersleri zayıf olan çocuklara, adam olmayacak çocuk olarak bakılıyor.Halbuki bu çok yanlış bir insanın insani özellikleri ve olumlu davranışları daha önemli olmalıdır. İlerleyen yaşlarında bir çocuğun suça yönelmemesi için eğitim küçük yaşlardan itibaren verilmelidir.Biz bu projede ilköğretim çağındaki çocukları hedef aldık.Şu anda 3 okulda pilot uygulama başlattık ama seneye tüm okullarda uygulamayı düşünüyoruz.
-7’den 70’e herkes için uygun bir proje var öyleyse…
Elbette. Yelpazeyi çok geniş tuttuk. Mesela “Polis Emekli Elele” projesinde tek başına yaşayan vatandaşlarımızın rutin güvenlik ve sağlık kontrollerini yapabilmek için bir telefon zinciri oluşturuyoruz.10 kişilik emekli ekipleri kuruyoruz ve herkesin birbirine telefon etmesini sağlıyoruz böylelikle eğer zincirin bir halkası koparsa ilk bizim haberimiz oluyor.Ayrıca emeklilerin bir araya gelerek eğlenebilecekleri sorunlarını ve çözüm önerilerini sunabilecekleri ortak yaşam alanları ve organizasyonlar düzenliyoruz.Tek başına hareket edemeyecek emekliler için emekliler,ev hanımları ve gençlerden oluşturulacak bir gönüllü refakatçi organizasyonu tasarlıyoruz.
-Önleyici Hizmetler biriminde toplam kaç personel görev yapmaktadır?
Ekibimiz 450 kişiden oluşmaktadır. Bize bağlı olan polis merkezleriyle beraber 1000 kişinin üzerinde bir ekip çalışması söz konusu… Bu birime ayrıca bu bölgenin mobese kameraları da bağlı…
-Evet ben mobese kameralarının ekranındaki görüntünün netliğini ve detaylarını görünce çok şaşırdım.Basında kullanılan görüntüler bu kadar net değil halbuki görüntülenen alandaki her şey en ince ayrıntılarıyla ekranda görülebiliyor…
Bu suç oranını oldukça düşürdü. Suçlular kamera kaydı olan bölgelerde o kadar çabuk yakalanıyor ki bu suç işleyenleri korkutmaya başladı. Hem trafikte hem de sokakta yaşanan suç oranlarında ciddi düşüşler söz konusu.Bu da bir çeşit suç önleyici hizmet olarak da kullanılıyor
-Bu projelerinizi eleştiren “Siz polisliğinizi yapın, suç önlemek sizin işiniz mi?” gibi eleştirilere maruz kaldınız mı?
Evet fazlasıyla yaşadık.Öncelikle bu sistemin başarılı olduğu bir gerçek..Ama her şeyden önce buna vatandaşın ve kendi teşkilatımızın inanması gerekiyor.Teşkilat içinde bile önceleri bizi eleştirenler şu anda başarımızı gördükçe bize olan desteklerini arttırdılar.Suçu önlemek suçluyu yakalamak kadar önemlidir. .Biz ancak ekip olursak başarılı olabiliriz eğer herkes elini çekerse bireysel olarak yapılabilecek bir proje değil bu sistem…
-Önleyici Hizmetler Birimi olarak kendi içinizde de yenilikleriniz var mı?
Polis arkadaşlarımız için de istatistik tutmaya ve puanlama yapmaya başladık. En yüksek puanı oluşabilecek bir olayı önleyici tedbirler almaya yönlendiren önleyici hizmetlere verdik. Polislerimiz yakaladıkları suçlu ve çözdükleri olay bazında puanlamaya tabi tutuluyor.En yüksek puanı 15 puanla Önleyici Hizmetler alıyor listede… Ay sonunda başarılı olan memurlarımızı ödüllendiriyoruz. Ailesiyle beraber akşam yemeğine çıkartıyoruz. En son hediye olarak hafta sonu tatili verdik. Yüksek puan alan polislerimizin eşlerine gündüzleri çiçek gönderip eşlerinin başarısından dolayı onları da tebrik ediyoruz ve çok duygulu anlar yaşandığına şahit oluyoruz. Artık görevi gereği eve geç gelen ya da ailesine vakit ayıramayan meslektaşlarım evlerinden hoşgörüyle karşılanmaya başladılar. Nerede kaldın sorularının yerini kahramanım geliyor karşılamaları almaya başladı.
-Bu proje kapsamında kaç kişiyle görüşme imkanınız oldu?
Bu proje kapsamında 300 bin kişiyle yüz yüze görüştük. Bir toplantıda bir bayan söz istedi ve siz ne derseniz deyin bence Antalya güvensiz bir şehir dedi. Kızıyla yalnız yaşayan bu bayan evinden çıkarken evinin karşısındaki rast gele kullanılan otoparktaki insanların tacizlerinden şikayetçiydi. Otoparkın yasal olmadığını öğrendik ve otoparkı tahliye ettik. Tekrar sorduğumuzda bayanın fikri değişmişti. Vatandaş gözüyle sorunu tanımaya ihtiyacımız oluyor. Suç sonrasında sadece sizin tanımlamanız önemlidir ama suç öncesinde vatandaşın yaklaşımı çok önemli…
-Biz sisteme dayalı değil değerlere dayalı yaşayan bir toplumuz ve ekibinizin amacı kaybolan değerlerimizi tekrar gün ışığına çıkarmak mı?
Vatandaşlarımızın özellikle çocuklarını polis ile korkutmamalarını istiyoruz. Aileler artık her geçen gün komşuluk ve mahalleli esnaf ilişkileri azaldığı için şehrin ıssız ve sessiz yerleşim yerlerini tercih etmeye başladılar.Bu aslında iyi bir şey değil.Daha güvenlikli ve daha korunaklı yerleri tercih eden halk aslında şehri daha kötüye doğru götürüyor.Sosyal ilişkiler günden güne azalıyor.Özellikle sitelerde yok denecek kadar az…İnsanların olduğu yerde bir arada yaşanması güzel olan…Bu değer kaybından evinizin duvarlarını yükselterek daha güvenli arabalar alarak korunmanız mümkün değildir.Sosyal değişimi iyi yakalamamız lazım.Yurtdışında bir sistem var ve o sistemin dışına çıkamıyorsunuz ama bizde günah kavramı vardı,ayıp kavramı vardı,birisi zor duruma düştüğü zaman imece kavramı vardı şimdi ona da sponsor diyorlar.Buna benzer manevi değerlerimiz vardı. İşte bu manevi değerler
kaybolmaya başladı herkes her şeyi polisten bekliyor.

Rıza Akif Aktuğ kimdir?
1967 Afyon Dinar doğumlu. Orta ve lise eğitimini abisi Arif Aktuğ’un desteği ile Ankara’da tamamladı.1990 yılında Polis Akademisinden komiser yardımcısı olarak mezun oldu.Çorum,Erzincan ve Ankara ‘da görev yaptı.1998 yılında Cinayet Büro Amiri olarak geldiği Antalya’da, 2005 yılından beri Önleyici Hizmetler Şube Müdürü olarak görev yapmaktadır.Kendisi gibi polis olan Ayşegül Aktuğ ile evli olan Akif Aktuğ’un Süleyman Mert ve Hasan Yiğit isminde iki oğlu vardır.

AHMET DÖKDÖK




İlkokul yıllarında bir tek hayali vardı. İyi bir gazeteci olmak… Bu idealinden vazgeçmedi ve 1976 yılında başladığı gazetecilik mesleğinde 32 yılı geride bırakan, uzun yıllar Antalyalıların dertlerini kaleme alan, son yıllarda da kalemiyle siyasete yöne veren Antalya’nın ‘Marko Paşa’sı, Ahmet Dökdök…
Ne zordur bir ustanın karşısında aynı işi yapmak… Ancak bütün cesaretimi toplayıp Ahmet Dökdök ustamızla söyleşiye başlıyorum.
Mesleğine olan bağlılığı, gazetecilik ve Antalya siyaseti hakkındaki bilgi ve tecrübesiyle Antalya medyasında yakından tanınan bir kişilik olan Dökdök, gazeteciliğin, teoriyle dinamiğin birleşimini iyi kullanmayı gerektiren bir meslek olduğunu da vurguluyor.
Alçakgönüllü ve güler yüzlü bir kişiliği olan Ahmet Dökdök, tüm içtenliğiyle sorularımızı yanıtladı. Mesleğe ilk adım attığı yıllardan günümüze, yaşadıklarını bizimle paylaşan Dökdök, yerel gazeteciliğin zorluklarını, mesleğe yeni başlayan gazetecilere tavsiyelerini ve Antalya siyasetini bambaşka bir dille anlattı bizlere…
Mesleğe stajyerlik yaptığı gazetede “yüzüme gazete fırlatılarak” başladım diyen Dökdök, haberle içli dışlı olmayı ve haber toplamayı hala çok seviyor. Haberciliğin kendisini hayata bağladığını söyleyen Dökdök, “biz gazeteciler stresli işimizden dolayı zaten fazla yaşamıyoruz, son dönemleri de Antalya’ya hizmet ederek geçirmek tek isteğim, bu yaştan sonra para kazanmak yerine kente faydalı olmak daha önemli” diyerek meslek aşkını tüm içtenliğiyle gözler önüne sererken, gözlerimizde biriken yaşlara engel olmakta zorlanacağımız anılarını da bizlerle paylaştı.
Bu gazete, patronu olmayan bir gazete diye tarif ettiği “Beyaz Akdeniz” gazetesinin de sahibi olan Ahmet Dökdök, beyaz renk en saf ve temiz renktir ama bir o kadar da kirlenmeye en müsait renktir. Beyaz rengi kirletmeden korumaktır önemli olan diyerek günümüz gazeteciliğine de önemli göndermeler yaptı.
32 yıllık meslek yaşamında bazen öyle haberlerle karşılaştı ki, vicdanı ve mantığı arasında kaldığı günlerde bile vicdanının sesine kulak vererek kamuyu bilinçlendirmek adına haberi yayınladı. “Bizim işte en zor olanı ikili görüşmelerdir ve rüşvet haberleridir. Kanıtlaması zor olduğu için ciddi tazminatlarda ödedim ama akşamları vicdanım rahat kafamı yastığa koyabiliyor olmak her şeyden önemliydi” diyerek, dürüst, ilkeli ve gerçek haberciliğin de tanımını yapmış oldu.
Kaleminden dökülen kelimelerde önemli ayrıntılarında saklı olduğunu bildiğimiz Ahmet Dökdök, “ Açıkçası sorumluluk alıp bunu yerine getirmekte önemlidir ama ben oraya gidip haberi takip etmezsem, onu yaşamazsam ölürüm, bu masa beni öldürür. Gazeteci haber neredeyse haberin tam göbeğinde olmalıdır. Eğer ben oraya gidip o havayı solursam insanları dinlersem haberi daha iyi anlarım ve gelip masama oturduğumda haberi daha iyi anlatabilirim" diyor.
Antalya’da doğru gazetecilik diyince akla ilk gelen isimlerden biri olan Ahmet Dökdök’le geçmişten bugünlere duygu yüklü bir sohbetimiz oldu.

-Uzun yıllardır Antalya’da gazetecilik yapmış ve yerel bir gazete sahibi olarak, yerel gazeteyi yaşatmak Antalya’da zor mu?
Aslında ne kadar çok gazete olursa kentlerin yatırımlarını alması açısından o kadar faydalı olur. Her gazete mutlaka bir katkı koyar. Her ne kadar iktidar yanlısı bile olsa gazetelerin çokluğu demokrasinin işlemesini daha fazla arttırır. Ancak Türkiye’de yerel gazeteciliğe devlet tarafından bir katkı sunulmadığı için, bu olay gazetecilik etiğinin dışına çıkılmasına sebep oluyor. Ucuz iş gücünü de getiriyor. Sokakta hiçbir iş bulamamış bir kişi bakıyorsunuz gazeteci kimliğiyle ortaya çıkıyor. Hatta bu kişi sigortasız olabiliyor, kültürel donanımı yeterli olmayabiliyor ama eline fotoğraf makinesini verip habere gönderiyorlar. Böyle olunca da amaç ve hedef şaşıyor. Gazete kimliği ile gittiği için de onun yaptığı hatalar ekmeğini bu işten yiyen, yıllarını bu işe vermiş, bu işin okulunu da okumuş kişileri de ilgilendiriyor. Aynı zamanda gazeteciliğin etik kurallarını da çiğnemiş oluyorlar. Haber kaynaklarıyla birebir ilişkiye girmek ya da ekonomik ilişkiye girmek gibi bizim mesleğimizde olmaması gereken davranışlara giriyorlar. Çok gazetenin olumsuzluğu bir tek burada ortaya çıkıyor.
-Gazete çıkarmak ya da gazetecilik için belli şartlar aranmaması sektörü nasıl etkiliyor?
Türkiye’de gazete çıkarmak istiyorsanız savcılığa gidip bir dilekçe veriyorsunuz. İzin almak için değil, bilgi amaçlı… Size mezuniyetiniz, ekonomik gücünüz, matbaanızın olup olmadığı gibi hiçbir soru sorulmuyor. Basın özgür olmalıdır ama yazı karakterinde özgür olmalıdır sadece… Gazete çıkarmak için bazı vasıflar aranmalıdır. Araba kullananda ehliyet arıyorsunuz, doktorda diploma arıyorsunuz, bakkalda esnaf odasına kayıt arıyorsunuz ama gazetecilikte hiçbir şey aranmıyor. Keşke bazı kurallar bizde de aransa… Örneğin gazete sahibi olmak için en az 5 yıl gazetecilik deneyimi aransa, en az lise mezunu olma şartı aransa, yüz kızartıcı suç işlememiş olma şartı aransa o zaman başlangıçta az da olsa bir oto kontrol kurulmuş olur. Basın İlan Kurulu ilan alabilmek için 700 satış rakamını getirmiş ama bu uygulanmıyor. Bir matbaada bastırıp, x bir firmadan dağıtımını yaptırıp, gidip 700 gazetenin hepsini kendi alan gazeteler var. Gazetelerin ücretsiz dağıtılması halkın o gazeteye olan güveninin zedelenmesini sağlıyor ve ne kadar kaliteli yazılar olursa olsun güvenilirlik ortadan kalkıyor. Yinede günümüz şartlarında toplumun temiz kalmış sektörlerinden birisi olarak gazeteciliği özellikle de yerel gazeteciliği görüyorum.
-Gazeteciliğe nasıl başladınız?
İlkokul yıllarımdan itibaren tek istediğim gazeteci olmaktı. Üniversite’den sonra stajımı yapmak için dönemin Vatan gazetesinde mesleğe başladım. Yıl 1976... Benim hocamda değerli gazeteci İlhami Soysal’dır. Bir gün CHP Gençlik Kolları Kongresi var. Beni yanına verdikleri muhabir arkadaşım makineyi benim elime verdi ve başka bir habere gitti. Benim fotoğraf makinesini elime ilk alışım o gündür. Seçimler başladığında kongrede bir kavga çıktı. Sandalyeler, masalar havada uçuşuyor. Ben korkup kaçtım hemen oradan… Gazeteye geldim. Elimdeki seçimi kazananların listesini gazeteye verdim, kavga çıktığından da hiç bahsetmedim. Bizim gazete rutin bir seçim haberi olarak haberi küçücük yayınlamış. Ertesi günkü gazetelerin manşetinde ise başlık “CHP Gençlik Kolları Kongresinde kavga çıktı” olunca Ankara Temsilcisi elinde gazete odasından çıktı. Bu kimin haberi diye sormasıyla bana makineyi veren muhabir dahil herkes beni gösteriyor. Temsilcimiz yanıma yaklaştı, gazeteyi yüzüme fırlattı, “senden gazeteci falan olmaz” dedi ve dönüp gitti. Ben yüzüme gazete fırlatılarak başladım yani bu mesleğe… O günden sonra da kendime söz verdim ve hiçbir öğrencime kötü söz söylemedim. Eğer muhabirim haberi yazamamışsa, alır ben yazarım, ona da yazılanı 5 defa okuturum. Ertesi günde diğer gazetelerde nasıl yazılmış kıyaslatarak işi öğretirim. Benden kötü bir söz duyamazsınız.
-Gazetecilik nedir desem nasıl tanımlarsınız?
Anadolu Ajansında Yurt Haberler Şefliği yapıyorum. Yıl 1982. Samsun’un bir ilçesinde çalışan muhabirimiz bir gün aradı. Çok hızlı daktilo yazmamız gereken bir dönem o yıllar… Telefonu kulağınızla omzunuz arasına sıkıştırıp hızlıca yazmalısınız ki, o zamanlar telefonları postane bağladığı için hat giderse tekrar bağlanması bir iki saati buluyor. Muhabir haberi söylemeye başladı. Muhabir bir trafik kazası haberi veriyor. Samsun’dan ilçeye doğru gelen filanca plakalı araç uçuruma yuvarlanmış. Kazada 5 ölü, 2 yaralı var. Araçta hayatını kaybeden aracın şoförü İbrahim soyadını söylüyor, hayatını kaybettiği kazada diye devam ediyor. Arkadan gelenlerin soyadları da aynı, bu arada muhabirin sesi kırçıllanmaya başladı ve ben bir an durdum. Kazada ölenler bana haberi yazdıran kişiyle aynı soyadını taşıyor. “Bu kaza ne zaman meydana geldi” dedim. “Biraz önce oldu, ben oradan geliyorum” dedi. Benimde boğazım düğümlendi. Peki, “Kim bunlar?” dediğimde, “Abi, amcam ve çocukları” diyebildi. Sorumluluğa bakın. Cenaze arabasını almak için geliyor ve ilk postaneye girip bize haberi yazdırıyor, oradan gidip cenazeleri alacak. O kadar idealistçe bir şey ki… Aradan 25 yıl geçti ve bu olay gerçek bir gazetecilik olayı olarak hayatımda beni duygulandıran anlardan en önemlisi olarak kaldı. İşte gazetecilik böyle bir şey…
—Bir gazeteci olarak haberi doğru vermek için sınırlarınız nereye kadardır? Asla yapmam dediğiniz bir şey var mı?
1989’ da Türkiye’nin ünlü sinema oyuncularından Yılmaz Güney’in hapishaneden kaçmasından sonra Antalya’dan yurtdışına çıktığı gündeme geldi. Kaş’tan Meis’e gittiği konuşulurken Anadolu Ajansında bölge müdürüyüm. İki arkadaşıma dedim ki, yarın şortlarla gelin, tatil çantanızı da alın. Önce şaşırdılar ama ertesi gün arabamla muhabirleri Kaş’a götürdüm. “Yılmaz Güney’in bu yoldan kaçtığı söyleniyor, hadi bizde kaçalım” dedim. Delice bir şey elbette ki, Anadolu Ajansı bölge müdürüsünüz. 100 dolara büyük bir yat kiraladık. Bir kaptan, bir miço, üç kişi de biz… Ben kaptan köşküne çıktım. Meis’e doğru giderken kaptan “Abi, buradan Üç Adalar’a doğru dönmemiz lazım. Bizim kara sularımız burada bitiyor” dediğinde, çantamdan oyuncak tabancayı çıkardım. “Biz teröristiz, bizi Meis’e kaçıracaksın.” Kaptan ağlamaya başladı. Bu arada da kara suyunu aştığımız için karşıdan hücumbot gelmeye başladı, bize doğru… Kaptan diyor ki “Siz filikayı alıp devam edin, beni ne olur bırakın, tekneme el koyacaklar” diye yalvarıyor. Bu arada birkaç kare fotoğraf çektim. Kaptan’a dedim ki “Dön, biz gazeteciyiz. Sadece denemek istemiştik, karşıya geçiliyor mu?” Biz geri döndük, limana yanaştı arabaya bindik, Antalya’ya geri döndük. Ben haberi “Antalya’dan Meis’e kaçmak peynir ekmek yemek kadar kolay” başlığıyla, fotoğraflarıyla gönderdim. Ankara’da o gün nöbetçi kalan müdür benim okul arkadaşım olduğundan, haberde de benim imzam olduğu için haberi kullandı. Yarım saat sonra genel müdür beni aradı. “Dış İşleri Bakanı Mesut Yılmaz beni aradı. Yunanistan Türkiye hattını karıştırdın, bu nasıl haber?” diye… Ardından dönemin valisi aradı. “Sen böyle bir haberi nasıl yaparsın” diye bağırıyor telefonda… Genel müdürle tekrar görüştüm. Bana “Hemen ortadan kaybol, vali seni tutuklattırabilir, bir iki gün kimseye de yerini söyleme bu olay çözülsün “dedi. Gerçekten 3 gün sonra göreve döndüm ve valinin açıklamasını yayınladım. Açıklamada “ Araştırma yaptırdık, oradaki bütün eksikleri giderdik, güvenlik tedbirlerini arttırdık” diyeydi. Bu haber sayesinde halen oradan gümrükle çıkılır. Kimin nereye, niye gittiğine bakılır. Bu olay bir gazetecilik olayıdır. Şimdilerde de bu mesleği seçen gençlerin, habere böyle bakmaları gerekir.
—Bu kadar iddialı haberlerde imzası olan biri olarak, tehdit edildiğiniz oldu mu?
Belki bir iki defa olmuştur. Ama hiçbir zaman olayları kişiselleştirmedim. Sadece bir seferinde birisi için “deli” ve “mafya” kelimelerini kullandığım için toplum içinde silahlı bir teşebbüste bulundu. Ama benim 32 senelik meslek yaşamımda utandığım iki olay olmuştur. Biri Cadı Kazanı diye bir sayfa yaptığımız bir dönemde, bir spor adamıyla bir hostesin ilişkisini yazmış, spor adamının hostesin evini bastığını söylemiştik. Bir gün bankaya gittim. Zarif bir bayan yanıma geldi. “Beni tanıyor musunuz?” diye sordu. Tanımadığımı söylediğimde ben, yazdığınız hostesim ve sizce öyle birine benziyor muyum dediğinde bu konuşmayı tüm banka duyduğu için ilk defa utandım hayatımda. Sadece “Olay gerçek değil miydi?” dediğimde de, “Gerçekti ama biz düzeyli bir ilişki yaşıyorduk, kavgalar her ilişkide olur” cevabını aldığımda hanımlığını bozmayan bu bayana karşı çok mahcup oldum. Bir diğeri de bu yıl ki Cumhuriyet resepsiyonunda yaşandı. Öğlen kravatıma çorba döküldüğü için akşam dalgın bir anıma denk gelmiş olmalı ki, resepsiyona kravatsız katıldığımda beni tanıyan herkesin bu konudaki eleştirisi beni çok utandırdı. Bir kravat alıp gitmeliydim. Bu işte gerekçe yok, bu kadar boş bulunmamalıydım. Atatürk’ün adıyla gittiğiniz bir yerde son döneme uyuyormuş gibi gitmek bana yakışmadı, yakıştırılmadı da… Bu benim hayatımın ikinci üzüntüsüdür.
-Mesleki örgütlenme konusunda ne düşünüyorsunuz?
Bir Baro gibi, Tabipler Odası gibi bizim mesleki örgütümüzün yaptırım gücü yok. Baro’dan atıldığınızda davaya giremiyorsunuz. Ama bizde böyle değil. Cemiyetin fiili hiçbir yaptırım gücü yok. Siz hırsızlık da yapsanız, sahtekârlık da yapsanız, yüz kızartıcı tacizde de bulunsanız cemiyetin müessesenize gelip “Bu adam böyle bir şey yaptı, neden atmıyorsunuz? “ diyemiyor. Sigortasız işçi çalıştırıp çalıştırmadığınızı denetleyemiyor, bakamıyor. Mesleki örgütün bunlar hakları olması lazım. Yoksa sizde o örgütü hiçe sayıyorsunuz. Sadece lokal olarak kullanıyorsunuz. Biz gazeteciler zaten her gün davetlerdeyiz. Lokale gidip sohbet edecek vaktimiz bile yok. Lokale ihtiyaç duyan bir meslek gurubu değiliz biz… Gazeteciler Cemiyetini Antalya’da kuran 11 kişinin arasındayım bende ve o günden beri de hep bunları dile getiriyorum. Meslek etiğini savunacak ciddi bir yaptırım uygulayamadığı içinde cemiyetin çok fazla gücü ve değeri olmuyor. Gazetecilikte hiçbir kural yok. Kötü olan budur. Sadece müracaatla gazete çıkarabiliyorsunuz, çalıştıracaklarınızın da bir kuralına sahip değilsiniz. İlkokul mezunu biri de olabilir, eğitimsiz biri de olabilir. Bu tamamen gazete sahibine kalmış. Bu böyle olmamalı…
-Antalya’nın siyasi gündemine dair son gelişmeler ne yönde yaşanıyor?
Antalya refah seviyesi yüksek kentlerin başında geliyor. Arazilerin değerlenmesinden dolayı insanlar parayı buluyorlar ama yapacak iş bulamıyorlar. Bundan dolayı daha çok siyasete yöneliyorlar. Bu tabi giderek her yıl daha da keskinleşiyor. Siyasetin yüksek olduğu bir kentte yaşıyoruz ve 5 ay öncesinden siyasi hareketlenme başlıyor. Birçok kentte adaylıklar konuşulmazken bizde neredeyse çoğu belli gibi… Büyükşehir’de AKP’nin adayı Menderes Türel’le noktalanmış gibi, Kepez’de Erdal Öner, Döşemealtı’nda Hasan Akalın kesin gibi, Muratpaşa, Aksu ve Konyaaltı’nda henüz isim yok. Ama AKP’de Konyaaltı’na İlhami Kaplan’ın olacağı konuşuluyor, Muratpaşa’ya İzzet Bayar tekrar adayım diye konuşuyor CHP’den Büyükşehir’e Ömer Melli’nin, Kepez’e Zeki Başaran’ın ya da Şükrü Ceylan’ın olacağı konuşuluyor. MHP’de Büyükşehir için Kemal Çelik’in adı gündemde, MHP Kepez içi Mehmet Atay’ın adı öne çıkıyor. Kuvvetli isimler arasında ciddi bir çekişme olacağı kesin… Yerel siyaset bir rüzgâr işidir. O rüzgârı yakalarsanız, alırsınız. Fısıltı gazetesi seçim öncesi durumu şekillendiren önemli bir etken… Şimdi bu rüzgâr nereye gidecek bakacağız. Bu rüzgârı henüz görmüş değilim çünkü estiğinde hissediyorsunuz. Menderes Türel Antkart’la ilgili sorunu çözerse, otobüs- minibüsçülerle barışık duruma gelirse, hızlı treni yürütmeyi başarabilirse, esnafın sıkıntısını çözmeyi başarabilirse büyük bir artı puan hanesine yazılır.

AHMET DÖKDÖK KİMDİR?
1954 yılında Afyon Sultandağı’nda doğdu. Ankara Gazi Üniversitesi Gazetecilik Bölümünü bitirdikten sonra Halkla İlişkiler alanında master yaptı. 1976’da değerli gazeteci İlhami Soysal döneminde Vatan Gazetesi’nde başladığı meslek hayatına askerliğinden sonra Anadolu Ajansı 1981-82 Yurt Haberler Müdürü, 1983-89 yıllarında da Antalya Bölge Müdürü olarak devam etti. A.A.’nın en uzun dönem çalışan bölge müdürü olan Dökdök, devlete bağlı olduğu için yasak olmasına rağmen Anadolu Ajansı’na Antalya’dan ilk mayolu fotoğrafı geçen gazetecidir. Yeni İleri gazetesiyle devam eden meslek yaşamında ETV televizyonunun kuruluşunu ve resmi Genel Müdürlüğü’nü yaptı. 2003 yılında Beyaz Akdeniz gazetesini kuran Ahmet Dökdök halen aktif gazeteciliğe devam etmektedir.