20 Kasım 2009

MUSTAFA DEMİREL



Antalya Maarif Müdürlüğü”, “Konsoloshane”, “Dahiliye Nezareti”, “Türk Asar-ı Atikası Müdürlüğü”, “Antalya Mutasarrıfı” veya “Masarif Müdiriyyet-i Behiyyesi” gibi kurum isimleri bugün bizlere çok yabancı olsa da, bu kurumlar Antalya Müzesi’nin kurulması için çalışan kurumlardı. Osmanlıdan günümüze gelene kadar birçok tarihi eserimizi kaybettik. Antalya Müzesi’nin kuruluş çalışmaları sürecinde de İtalyanlar tarihi eserleri toplamak yönündeki faaliyetlerine devam etmişlerdi.

Dönemin Antalya Sultanisi Türkçe öğretmeni Süleyman Fikri Erten, bu mücadelenin eylemsel ve düşünsel anlamda öncüsü olmuş ve fahri asar-ı atika memurluğuna atanmıştır. Bu süreç uzun süren yazışmalar ve çabalarla 28 Mart 1919 yılında tamamlanmış ve ilk olarak Kaleiçi’nde bulunan Alâeddin Camii’nde daha sonra da Yivli Minare’de yer alan Antalya Müzesi, 1972 yılında Konyaaltı’nda yer alan bugünkü binasına taşındı.


Antalya Müzesi bugün 30 bin metrekareye yayılan bir alanda, üç antik kültür bölgesinden Likya, Pamphilya ve Pisidia’nın önemli bir bölümüne ait eserleri sergilemektedir.


1984 yılında Elmalı’nın Bayındır Köyü'nde yapılan kaçak kazılar sonucu bulunan ve daha sonra Amerika'ya kaçırılan Elmalı Hazinesi, 1900 adet gümüş sikkeden oluşmaktaydı. Tarihin seyrini değiştiren bu hazine ne yazık ki yurt dışına çıkarıldıktan sonra, yetkililerce fark edildi. Her biri farklı bir şekil ve boyutta kabartma olarak yapılan hazinenin geri getirilebilmesi için uluslararası düzeyde mahkeme ve diplomatik girişimler başladı. Bu hazine o kadar değerliydi ki, 80’li yıllarda Oxford Üniversitesi'nde, bu define ile ilgili bir özel bir sempozyum bile düzenlenmişti.

Elmalı Definesi'nin en büyük özelliği, 14 dekadrahmiyi birden içermesi değildi. Define, sanki o çağda birisi tarafından özenle yapılmış bir para koleksiyonu gibiydi. Orta ve Kuzey Yunanistan'dan Trakya'ya, İyonya'dan Likya'ya ve Ege Adaları'na kadar hemen yer yerden sikke vardı ve tümü MÖ 5. yüzyıla aitti. Definenin diğer bir önemli özelliği ise, sikkelerin büyük bir kısmının ticari amaçla basılmamış olmasıydı. Yüzyılın definesi Elmalı Sikkeleri, o bölgede bulunan bütün şehir devletlerinin paralarını içeriyordu. Söz konusu sikkelere yüzyılın definesi denilmesinin en önemli nedeni de Yunanlılar'ın Persler'i yendikleri için bir anı parası çıkarma kararı almalı ve normal olarak o zamanın para birimi için en fazla 4 drahmi değeri biçilirken; anma nedeniyle 10 drahmililik paranın çıkarılmış olmasıydı .“

Gelelim Yüzyılın Hazinesi’nin trajikomik bulunuş hikâyesine… Elmalı ilçesinden İbrahim eski definecilerdendir. O güne dek herhangi bir define bulamadığı ve parası da kıt olduğu için, Antalya'da yaşayan ve elektronik tamirciliği yapan Bayram’dan kendi özel imalatı olan metal dedektörlerden bir tane satın almıştı. Satın aldığı bu yerli malı dedektör de ilk kullanımda hemen bozulmuştu. 18 Nisan 1984 günü, iki kafadar, hem bozulup tamir edilmiş olan dedektörü deneyip, hem de bu deneme bahanesi ile Bayındır Köyü civarında define ararlarken, köyün eski muhtarıyla tanışırlar. Muhtarın define aramaları için onlara gösterdiği yer, komşusunun tarlasıdır. Daha dedektör yeni çalışmaya başlamışken bir vınlama sesi duyulur. Heyecanla o noktayı kazmaya başladıklarında ise gördükleri manzara inanılmazdır. Karşılarında, kırık bir küpün içinden toprağa yayılmış yüzlerce gümüş sikke durmaktadır. Tek tek defalarca sayarlar, define tam 1900 adettir. Bayram’ın atölyesinde yaptığı yerli malı metal dedektör, daha ilk doğru dürüst çalışmasında, tarih boyunca rastlanan en kıymetli definelerden birisini ortaya çıkartmıştır. Asıl hikâye de bundan sonra başlar.

1984 yılında Antalya’dan kaçırılan Yüzyılın Hazinesi, 1999 yılında Türkiye’ye getirilip Ankara’da Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde muhafaza altına alındı, Elmalı Sikkeleri bulunmasından 25 yıl sonra 26 Ekim’de de Antalya Müzesi’ne nakledildi.

Elmalı Sikkelerinin polisiye filmleri aratmayan hikâyesini ve yurda dönüş sürecini Antalya Müzesi Müdür Vekili Mustafa Demirel’le konuştuk. Antalya Müzesi’nde yapılan çalışmaları ve müzeciliği değerlendiren Mustafa Demirel, bu hazinenin doğru tanıtımının yapılması halinde Antalya turizmini de katkı sağlayacağını belirtti.

Bu hafta Antalya Müzesi Müdür Vekili Mustafa Demirel bizleri tarihimizde unutulmaz bir yolculuğa çıkardı. Geçmişten günümüze ışık tutan tarihi eserlerin masal tadındaki serüvenlerini kendisinden dinledik.

-Elmalı Sikkelerinin talihsiz hikâyesiyle başlayalım mı?

10 Mart 1988 tarihinde Los Angeles'ta antik sikke müzayedecisi "Numismatic Fine Arts" adlı şirketin çıkardığı katalogda Elmalı Sikkelerinden 10 adeti yayınlanmıştı. Katalogda sikkeler "Güney Anadolu'da 1984 yılında bulunmuş" cümlesiyle tanıtılmış ve satışa sunulmuştu. Türk Hükümeti bu açık artırmaya müdahale ederek, sikkelerin satışını durdurdu. Bu sikkelerle birlikte bir geri alma operasyonuna başlandı. Los Angeles'tan 10 sikke, Zurih'ten 6 sikke anlaşma ile 2 sikke de şahsi olarak iade edildi. 4 Ocak 1999'da OKS Partners'dan 1661 sikke dava yolu ile iade edildi. Bayındır Köyü'nde kaçak kazı ile bulunan sikkelerin yaklaşık 1800 adedinin koleksiyoncu William Koch'un da dahil olduğu OKS Partners Şirketince satın alındığı saptanmasına rağmen, Koch’dan sikkelerin iadesi talep edilmiş ancak olumlu bir sonuç alınamaması üzerine 1989 yılında ABD’de dava açılmıştı. Bu dava on yıl sürdü. 29 Nisan 1999 tarihinde de Elmalı Sikkeleri Ankara'ya getirildi ve sergilenmeye başladı.

-Eserlerin Antalya’ya gelmesi kimin fikriydi?

Aradan on yıl geçmesine rağmen Elmalılar ve biz Antalyalılar bu eserlerin Antalya’da sergilenmesi gerektiğini düşündük. Antalya’ya nasıl getiririz diye Kültür ve Turizm Bakanlığı’na başvurunca, Bakanımız Ertuğrul Günay Bey’in talimatı ve AK Parti Antalya Milletvekili Sadık Badak’ın girişimleriyle müzemize nakledildi. Önce Antalya Müzesi’nden bir uzmanımızla birlikte Ankara’ya gittim. Eserleri getirirken çok büyük bir heyecan duyduk. Bu süre içinde de çok yoğun bir bürokrasi savaşı vermemize rağmen sonuç hepimiz için gurur verici oldu. Dünya’nın hiçbir yerinde bu nitelikte eserlerin sergilendiği bir başka müze yok.

-Antalya Müzesi’nin fiziki şartları yeterli mi?

Bulunduğumuz alan 30 bin metrekare ve Konyaaltı varyantında muhteşem bir konuma sahip. Bu binayı günlük yaşayan müze haline dönüşmüş, öğrencilerin geldiği, atölyelerin bulunduğu, idari bürolar, depolar, laboratuarlar, kütüphane, kafesi, otoparkı, konferans salonları ve restoranlarıyla modern bir müze olarak görmek elbette ki benim de en büyük hayalimdir. Binayı tekrar yapmak çok masraflı bir proje olur. Ama mevcut durumun da kısa zamanda fiziki iyileştirmeler düşünüyoruz. Daha modern bir müze için tadilatlara başlıyoruz.

-Tarihi eser koleksiyonculuğunda Antalya’da durum nedir?

Antalya Müzesi olarak şuanda aktif 35 koleksiyonerimiz var. İnsanların eski eserlere ilgisi hayli fazla ama kurumsallaşması gereken bir durum olduğuna inanıyorum. Koleksiyonerlik etiğine sahip kişilerin olması gereken hale getirilmelidir. Koleksiyoner olmak için özel bir şart gerekmiyor. TC vatandaşı olmanız ve sabıka kaydınızın olmaması yeterli. Bulduğunuz eseri kayıt ettirmeniz gerekiyor. Bizim gönlümüzden geçen bu topluluğun, etik kurallara uyarak dinamik olarak yapan kişilerden oluşması.

-Vatandaşlar buldukları eserleri size teslim ediyor mu? Toplumsal bilincimiz bu konuda yeterli mi?

Yasal olarak bize teslim etmeleri gerekiyor. İkramiye adı altında da eserin bedelini bulan kişiye ödüyoruz. Getirenler elbette ki oluyor ama koleksiyonerlere ya da kaçakçılara satanlarda oluyor. Bu konuda yeterli bilince sahip olduğumuzu söyleyemem. Ama Türk insanının bir başka özelliği de çevresinde olup biten olayları değerlendirme ve ilgililere bildirme yönündedir. İhbarlar konusunda hiçbir şikâyetimiz yok. Vatandaşlar bir şekilde bize ulaşıyorlar. Mesela sergilediğimiz lahitlerden biri yurdumuzdaki eski eser kaçakçılığının en çarpıcı örneğidir. Kırılarak bazı parçaları yurt dışına kaçırılan lahdin bir parçası 1983 yılında Amerika'dan geri getirilerek yerine monte edilmiştir. O yıllarda aynı lahdin daha küçüğünü bulmamız çalınan parçaların bize ait olduğunun da tesadüfi bir göstergesiydi.

-Çok fazla ihbar alıyor musunuz? En son aldığınız ihbar neydi?

Antalya ve çevresi antik kentlerle çevrili olduğu için ihbarlar alıyoruz. En son yine Elmalı’dan lahit kaçakçılığı ihbarı aldık. Önce bana bir telefon geldi. Elmalı bölgesinde lahit kaçakçılığı yapılacağı yönündeydi ve öncelikle Antalya Mali Şube ve Kaçakçılık bürosuyla görüştüm. Oradan da İlçe Jandarma Komutanlığı’nı aradım ve onlar bir takip süreci başlattılar. Tarif edilen alan üzerinde gözlem yapılmaya başlandı. İlgili kişilerin telefon dinlemeleri falan tespit edildi. Bir Pazar günü bize bir telefon geldi. Müzeden bir uzman arkadaşımı gönderdim ve lahitlerin kaçırılacağı söylenen alanda sürülmüş bir tarla yüzeyinde kepçeyle yüzeyle yüzeysel bir sondaj yapıldı ve birinci lahite ulaşıldı. Tarlayı kamufle etmek için sürmüşler ama biraz daha uğraşınca ikinci lahite de ulaştık. Bunun ardından o bölgede hemen kurtarma kazısına başladık. Lahitlerin birinin kaçakçılar tarafından açılmış olduğu diğerininse kapalı olduğu görüldü. Bunlar Roma dönemine ait lahitler olduğu için Bizanslılar tarafından da kullanılmışlar. İçlerinde yoğun miktarda kafatası bulduk. Birkaç tanede obje ele geçirildi. Lahitleri Elmalı Müzesine naklediyoruz. Aslında müzecilik çok değişik bir meslektir. Akşamdan sabaha çok farklı hikâyelerle karşılaşabilirsiniz.

-Müze kültürümüzün olmaması müzelerin devlet dairesi olarak algılanmasından mı kaynaklanıyor?

Müzecilik benim için vazgeçilmez bir meslek. 15 yıldır bu meslekteyim. Müzelere ilginin az olması kültürümüzle ilgili. İlginin az olması algılayışla ilgili… Sadece okul döneminde gidilmesi gereken binalar olarak algılıyoruz. Halbuki müzeler bizlerin geçmişini yansıtıyor. Binlerce yıllık tarihe canlı tanıklık etmiş oluyorsunuz. Bizler müzenin bir kere görülecek bir yer olduğunu düşünüyoruz. Müze kavramını hayatımızın içine almalıyız. Mesela ben Katar’a gittiğimde çok etkilenmiştim. Muhteşem bir müze binası yapmışlar. Katar’da hava sıcaklığı oldukça yüksektir. Sadece Cuma günleri dükkanlar saat 11.00 ile 16.00 arasında kapalı oluyor. Cuma günleri saat 20.00’ye kadar dükkanlar açık oluyor. Katarlı kadınlar çocuklarıyla birlikte Cuma günleri müzeye akın akın geliyorlar. Otoparktan müze binasına gitmek için golf arabalarına binmeniz gerekiyor. O binaya gerçekten hayran kalmıştım hatta aydınlatma ve çevre düzenlemesiyle ilgili birkaç fikri Antalya’da uygulamayı planlıyorum.

-Müzelere gelen ziyaretçileri arttırmak için çıkarılan “Müze Kart” uygulamasında durum nedir?

Biz 13 ören yerimizde müze kart konusunda oldukça başarılıyız. 2009 yılında Ekim ayına kadar toplam satışta Türkiye sıralamasında olduğumuzu düşünüyorum. Hem müzelere gelen kişilerin sayısını arttırdı. Hem de yoğun olarak kart satılıyor. Yıllık abonelik 20 TL ve bütün ören yerlerine bir yıl boyunca gidebiliyorsunuz. Öğrenciler için bu fiyat 10 TL. Müze kart gerçekten hedefine ulaştı ve beklediğimizden de iyi sonuçlar almaya başladık.

- Bir yıldır devam eden Doğu Garajı kazılarında son durum nedir?

Bu çalışmaya başladığımızda biz de bu kadar uzun süreceğini tahmin etmemiştik.Arkeolog Aynur Tosun ve Hülya Yalçınsoy’un yürüttüğü Doğu Garajı kazılarında şu ana kadar 763 mezara ulaşıldı. Bu rakam Antalya’nın bilinen tarihini 100 yıl geriye çekti. Alanda, 5 metre 70 santimetre boyuyla en büyük mezar olarak bir toplu mezara ulaşıldı. Yaklaşık 100 insana ait iskelet tespit ettik. Bu mezarın o dönemde yaşanan veba hastalığı dolayısıyla oluştuğunu ve bu kadar insanın bir mezarda toplu olarak gömüldüğünü düşünüyoruz.

-Müzede en çok ilgi gören bölümler hangileri?

Bu aralar Elmalı Sikkeleri çok yoğun ilgi görüyor ama dönemsel olarak da değişiyor. Müze Kurtarma Kazıları Salonunda mitolojik tanrılardan Zeus, Aphrodite, Tykhe, Athena, Apollon, Artemis, Nemesia, Hermes, Hygieia, Dioskurların heykelleri sergilenmekte. Onları Mısır kökenli Serapis, İsis ve Harpokrates tamamlamaktadır. Yine bunların yanında Elmalı Bayındır Köyü tümülüslerinden çıkarılan ve XX.yüzyılın en önemli buluntularından sayılan, MÖ.VIII. ve XVII.yüzyıla tarihlendirilen altın, gümüş, bronz ve fildişi eserler müzenin başlıca koleksiyonlarıdır.

Mustafa Demirel Kimdir?

1966 yılında Artvin’in Yusufeli ilçesinde doğdu. İlköğretimi Çeltikdüzü köyü İlköğretim okulunda tamamladıktan sonra 1976 yılında Ankara Etlik Ortaokulu, Etlik Lisesi ve 1983-1987 yılları arasında Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji ve Sanat Tarihi Bölümünden mezun oldu. 1990-1994 yılları arası Bağ-kur Genel Müdürlüğü, Antalya İl Müdürlüğünde görev yaptıktan sonra Kasım 1994 tarihinden bu yana Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğüne bağlı Antalya Müze Müdürlüğünde görev yapmaktadır. Mart 2008 – Eylül 2009 tarihleri arası Müze Müdür Yardımcısı olan Demirel, bu tarihten itibaren de Müze Müdürlüğüne vekalet etmeye başlamıştır.

16 Kasım 2009

MUSTAFA GÜL



İkinci kez Kemer Belediye Başkanı seçildikten sonra ilçenin çehresini değiştirme iddiasında olan Mustafa Gül, projelerini, özel hayatını ve çocukluğunun nasıl geçtiğini içtenlikle anlattı.

Kemer Belediye Başkanı Mustafa Gül, 1999 yılında bıraktığı koltuğuna 10 yıl sonra geri döndüğünde, talihsizliklerde peşinden geldi. Üst üste gazetelere yansıyan haberler Kemer ilçesinin tanıtımında büyük rol oynasa da özellikle özel hayatıyla ilgili yazılanlar kafaları karıştırdı.
“Aşk Yağmuru” heykelinin yerinin değiştirilmesiyle başlayan haberler Başkan Gül’ün özel hayatını da gündeme taşıdı.
6 ay önce seçilmiş olmasına rağmen hem belediyenin işleri hem de kendisiyle ilgili haberlerden dolayı hayli yorulmuş görünen Başkan Gül, tüm sorularımızı samimiyetle yanıtladı. Özel hayatıyla ilgili sorularımıza verdiği yanıtlar ortaya bambaşka bir tablo çıkardı.
Çocukluğundan itibaren girişken ve hoş sohbet biri olduğunu anlatırken eski anılarını da hatırlayan Başkan, çocukluk günlerini özlemle anarken bizlerle de unutulmayan günlerini paylaştı.
Turizmden projelerine, Kemer’de yaşanan sorunlardan aile hayatına kadar birçok konuya değinen Başkan Gül, son günlerde kendisini hedef alan eleştirilere de sert yanıt verdi.
“Seçimi partiler değil, projeler kazandı. Biz de bu projelerimizin arkasındayız. Yoksa kimin Belediye Başkanı olduğu o kadar da önemli değil. Önemli olan hizmet etmektir. Koltuklar geçer gider, geriye dostluklar kalır” diyen Mustafa Gül için öncelikli olan hizmet ve memnuniyet…
Sıcakkanlı ve samimi üslubuyla bizlere kapılarını açan Kemer Belediye Başkanı Mustafa Gül’le tadına doyamayacağınız bir sohbetimiz oldu.

- 2009 yaz sezonunu nasıl geçirdiniz?
Geçen sene turizm sezonu zaten sıkıntılı geçti. Bu sene de ekonomik krizden dolayı daha kötü geçeceğini biliyorduk. Bu yıldan çok da umutlu değildik. Seçim öncesinde belediye, hiçbir fuara ve tanıtıma katılmadı. Sezon başında bir de talihsizlik oldu. 3 Alman genç Kemer’de vefat etti. Bu olay Avrupalı turist sayısını çok düşürdü, kötü bir imaj oldu Kemer için. Sadece Rus turistlere kaldığımız bir sezondu. Ama tüm bunlara rağmen doluluk oranları iyiydi. Özellikle yerli turist sayısında önemli ölçüde artış oldu. Eğer bu heykel kaldırmayı ve festivali yapmasaydık, yerli turistler de gelmeyeceklerdi. Seçimlerin ardından ulusal basın da Kemer’e tekrar gelmeye başladı. Seneye yerli ve Avrupalı turistlerde daha fazla bir artış olacağına inanıyorum. Bunun için ne gerekiyorsa yapacağız. Elimizden geldiği kadar esnafımıza da yardımcı olacağız.
- Bu yıl seçim sonrasında “borçsuz belediye” hiç görmedik. Siz de durum nasıl?
Maalesef biz de belediyeyi aldığımızda, belediyenin içi tamamen boştu. Belediye Başkanının aylık gideri 180 bin TL olarak harcanmış. Belediyeyi 11 milyon TL borçla aldık. Çalışan personel bile çalışma isteğini yitirmişti. Belediyenin bütün arsaları satılmış. Kira geliri getiren yerler yıkılmış. Meydandaki saat kulesinin bile hala 2 bin lira borcu vardı. Bizde yatırım yok ama borç var. Bu saatten sonra ağlamanın gereği yok. İlk aldığımız tedbirlerle ayda 450 bin TL tasarruf yaptık ve şu ana kadar 4 milyon TL borç ödedik. Başkanlık giderini 180 bin TL den 20 bin TL ye indirdik. Sadece başkanın değişmesi 160 bin TL aylık tasarruf sağladı.
Seçimden sonra önemli bir gerçek daha ortaya çıktı. Kemer’de yaşayan insanların yüzde 95’i Kemer Belediye Başkanı’nın makamını bilmiyormuş. Bu insanlar makama giremiyordu. Şimdi ise her şey değişti. Kemer Belediyesi’ne girdiğiniz zaman, benim odam da dahil bütün kapılar açıktır.
- “Aşk Yağmuru” heykeli de sizin için küçük bir fırtına yarattı. Nedir bu işin aslı?
Netice de ben sanata da sanatçıya da saygılıyımdır. Ben 1994 yılında Kemer’de kilise yaptıracağım dediğim zaman Türkiye ayağa kalkmıştı. O zamanlar babamı bile arıyorlardı. ‘Oğlunuza sahip çıkın, başını derde sokacak’ diyorlardı. 4 yıl bu kilise için izin almakla uğraştık. İzinler hazır olduğunda da seçim oldu ve yeni gelen başkan bu projeyi bitirmedi.
Bu fikri ortaya atan birinin heykele karşı olması mümkün değildir. Aslında heykel konusunda aldığımız olumlu tepkiler daha fazlaydı. Göreve geldiğimizde ilk işimiz heykeli Çınarlı kavşağından kaldırmak oldu. Heykelin olduğu cadde Atatürk Bulvarı ve bizce uygun değildi. Atatürk Bulvarı’nda konuyla alakalı bir heykel daha şık olur diye düşündük ve bu heykel olayı medyatik bir hal aldı. Aslında fena da olmadı. Biz de bunu kullanarak Kemer’in reklamını yaptık. Ayrıca benim MHP’li oluşumun da etkisi oldu. Bunlar bir araya gelince Kemer’in çok iyi reklamını yaptığımızı düşünüyorum. Bu nedenle yapılan tüm eleştiriler için teşekkür ediyorum. Bugün bütün otellerde yüzde 60’a varan yerli turist doluluğu yaşanıyorsa, heykelin bize çok faydası olduğunu söyleyebiliriz. O dönemde haber değeri olması için “müstehcen” gibi kelimeler basının daha çok ilgisini çekti ve bizim heykel medyatik oldu.
İnsanlar merak ettiler ve geldiler. Bunun yanı sıra Kemer’de yaşayıp da bu heykelin kaldırılmasını istemeyen kimseye rastlamadım. Kemer’in göbeğinde böyle bir heykelin işi yok. Bu yüzden heykeli plaja yakın bir noktaya aldık. Çünkü orada insanlar zaten plaja giriyor, üstsüz de güneşlenebiliyorlar. Ama eski yeri çarşının içiydi ve bu heykel oraya uygun değildi. Kemer’in girişindeki tarihi kemeri ben yaptırmıştım. Üzerinde de Yunan tanrıçaları vardır. Gerici bir insan olsam onu da yaptırmazdım.
- Önümüzdeki dönemde Kemer’de neler değişecek? Ne gibi projeler var?
Kemer için çok çeşitli projelerimiz var. Kemer’in gidiş geliş yolunu ayırıyoruz. Otellerin üstünden, yeni açılan yerden geliş yolu, şu an otellerin arasından giden yolu da gidiş yolu olacak. 15 metre genişliğinde yaya yolları, bisiklet yolları yapıyoruz. Aslanbucak ve Kuzdere’de halkımızın gidebileceği, zaman geçirebileceği mekânlar oluşturacağız. Kemer’e portakal, nar ve çınar ağaçları dikeceğiz. Kemer’in parke taşlarını da komple değiştireceğiz. Futbol sahası, tenis sahaları gibi projelerimiz var. Ben de tenis oynuyorum ve tenis şampiyonalarını Kemer’e çekmek için 12 tane tenis kortu yapacağız. Turizmi 12 aya yaymak için ne gerekiyorsa yapacağız. Hala benim yaptırdığım yollar ve kaldırımlar duruyor. Kemer’in çehresini tamamen değiştireceğiz. Benim dönemimde yol yapımı öncesinde tüm resmi kurumlara yazı gönderdim. “Şu tarihte şu yolu yapıyorum. Altyapınızı ya bitirin ya da ben asfalt dökdükten sonra tekrar kazarsanız parasını biriminizden tahsil ederim” demiştim. Belediye binasının önü makam aracı dolmuştu. Bunun tarihte örneği yoktur. Biz genelde yol bitince gider kazar, alttan kablo geçiririz.
- Paşa lakabınız nerden geliyor?
Dedem çok koyu İsmet İnönü hayranıydı. Eğitimli biriydi. İnönü Cumhurbaşkanlığından sonra siyasete dönünce dedem çok kızmış. “Cumhurbaşkanlığından sonra siyasete girilmez” derdi. O dönem İnönü’ye o kadar kızmış ki “İnönü’den siyasete oldu maşa, benim oğlum oldu paşa” demiş. O günden sonra adım “Paşa” kaldı. Ama dedemin hayranlığını anlatamam. O yıllarda sadece radyo var tabiî ki. Radyoda İnönü’nün konuşmalarını dinler. Eğer kızmışsa resmini ters çevirirdi. Eğer çok kızmışsa sandığa kaldırırdı. Bir başka konuşmasını beğendiğinde hemen resmi sandıktan çıkarır yerine koyardı. O yıllarda İsmet İnönü sanki bizim evin bir başka üyesiydi. Beni herkes Paşa diye tanırdı. Başkanlık seçimlerinde bana gelip, “Biz sana oy vereceğiz ama senin resminin altında “Paşa” yazmıyor, Mustafa Gül yazıyor” diyenler oldu. O yüzden afişlere parantez içinde “Paşa” diye yazmıştık.

ÖZEL HAYATIM 18 YILLIK KONU
- Bir başka gündem maddesi de sizin özel hayatınızdı. Yazılanları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu işin aslı 18 yıl öncesine dayanıyor. Biz Neşe Hanım’la 1991 yılında tanıştık. Ben o zamanlar otelcilik yapıyordum. 1995 yılında Kemer’e yerleşti ve aynı evi paylaşmaya başladık. 1998 yılında eşimle olan evimi ayırdım. İsteyerek ve bilerek Neşe Hanım’la bir oğlumuz oldu. Ben belediye başkanıyken Neşe hanım benim yanımdaydı. Bütün her yere beraber katılırdık. Onun da soyadını değiştirdik. Gül yaptım. Oğluma babamın ismini verdim. 2004 seçimlerinde biz sokak sokak Neşe Hanım’la beraber oy istedik. Bunlar gizli şeyler değildir. Resmi olarak boşanma davam uzun yıllardır devam ediyor şu an Yargıtay’da. Kızlarımla da aram çok iyidir. Oğlumla onların da arası son derece iyidir.
- Peki açık açık sormak gerekirse, aynı anda iki eşiniz mi var?
İlk eşimle 11 yıl önce evlerimizi ayırdık. Neşe Hanım’la beraber yaşıyorum. Bu olayın tekrar yeniymiş gibi yazılması bir gazetecinin önceki başkanla dostluğundan yola çıkarak, sözde benim siyasi hayatımı bitirmeye yönelik yapılan bir saldırıdan başka bir şey değildir. 1999 yılından itibaren 6 ayda bir bu konu yazıldı. 2004 seçimlerinde benim oy alamayacağımı düşündüler ama seçimi zor kurtardılar. Benim hikayemi annem de babam da kızlarım da bütün Kemer halkı da bilir. Bütün her yere biz Neşe Hanım’la beraber gidiyoruz. Saklı gizli bir şey yok ki. Oğlum 11 yaşına geldi. Ama o gazete hala 3 yaşındaki fotoğrafını kullanıyor. Bu olayı yeniymiş gibi yazıyorlar. Ben başkanlıktan sonra ya da bir sene önce bu ilişkiyi yaşamadım. 18 sene oldu ve bunu bilmeyen kalmadı. Kültürsüz insanlar böyle haberlerle bir şey olacak sanıyorlar. Seçimden önce siz hakkımda yazılanları okusaydınız. O yazılanlar gerçek olsa muhtar azası bile seçilemezdim. Ama Kemerliler en güzel cevabı oylarıyla verdi. Ben aile kavramını bilen biriyim. Beni de bilen bilir. Bu gazetelerin bizden maddi talepleri oldu. Biz karşılamayınca da bu haberler yazıldı. Yorumu size bırakıyorum.
- Bu olaylar 10 yıl önce yazıldığında çocuklarınız küçüktü. Bu haberi şimdi nasıl karşıladılar?
Lise son sınıfa giden kızımla, oğlum çok etkilendiler. Bu haberde en büyük zararı sadece çocuklarım gördü. Kızım ve oğlum okul değiştirmek istedi. Üç gün boyunca ikisi de okullarına gitmek istemedi. Kızımın bu yazıları okuya okuya üzüntüden saçları döküldü. (Uzun bir sessizlik…) Şimdi burada söylüyorum. İnşallah benim çocuklarımın çektiğinden daha fazlasını o haberi yazanın çocukları çeksin. Benim çocuklarıma yazık değil mi? Onları üzmeye ne hakları var? On senedir bıkmadan yazıyorlar. Ben hiç kimseden bir şey saklamadım. Kızıma “Bu haberler on yıl önce de yazıldı. Sen o zaman yedi yaşındaydın” kimsenin bir şey sakladığı yok dediğimde “Baba okulumu değiştirir misin?” diye sordu. Bu yaşımdayım, burada dağlarda büyüdüm ama şimdi tenis oynamaya gidiyorum. Böyle bir güzellik var mı? Ertesi gün başlık atıyorlar. “Çapkın Başkan tenis oynuyor” diye, böyle bir terbiyesizlik olur mu? Ben çapkın bir insansam niye kimseyle görüntülenmedim.

YEMEK YAPMAKTAN VAZGEÇMEM
- Hayatta vazgeçemeyeceğiniz hobileriniz var mı?
Benim hayatta vazgeçemeyeceğim iki şey vardır. Biri araba kullanmak diğeri yemek yapmaktır. Keşke fırsatım olsa da her akşam yemek yapsam. Ama bir yıldır fırsat bulamadım. Yemek yapmayı da severim iyi de yemek yaparım. Benim annemde çok güzel yemek yapardı. Çocukluğumda Kemer’e deniz yoluyla gelenler hava bozardı gidemezlerdi. Otel, lokanta falan olmadığı için bizde kalırlardı. Ben çocukluğumda kardeşlerimle birlikte yüklükte uyuduğumu çok bilirim. Bizim evden misafir hiç eksik olmazdı. Tencere sürekli kaynardı.
- Nasıl bir çocukluğunuz oldu?
Ben Kemer’de İsmail Ağa’nın oğlu olarak doğdum ama çok girişken bir çocuktum. 7 yaşımdayken boyacı sandığım vardı. 8 yaşımda salatalık soyup satıyordum. 10 yaşındayken plajları temizliyordum. Kemer’de ilk ‘rent a car’ı ben açtım. 1978’de Kemer’in ilk barmeni benim, ilk butiği ben açtım. Kemer’de memurların haricinde ilk kravat takan genç bendim. Hep girişken bir çocuktum. Büyüdüğümde de değişmedim. Ben 11-12 yaşlarındayken üniversiteli çocuklar çadır kurmaya gelirlerdi. Kamp yaparlardı burada. Bizim de keçi sürümüz vardı. Dedemden bir tane keçi isterdim. Bir kasa da şarap alır gençlerin yanına giderdim. Bütün gece onları gözlemlerdim. Ne konuşuyorlar, ne yapıyorlar diye… Sonra o gençlerle çok iyi dost olduk tabi. Onların içinden milletvekili, doktor, avukat, bakan çıktı. Onlar da üniversite yıllarında kamplarına keçi getiren çocuğu hiç unutmadılar. Hayatım hep insanları gözlemlemekle geçti. Dostlukların tek anahtarı vardır o da değer vermektir.

Mustafa Gül Kimdir?

1961 yılında Kemer'de doğdu. İlk ve orta öğrenimini Kemer'de, lise öğrenimini Antalya’da tamamladı. İş hayatına turizm işletmeciliği ile başladı ve halen devam ediyor. 1994-1999 döneminde CHP'den aday olup Kemer Belediye Başkanlığı görevini yaptı. 1995-1998 arası Güreş Federasyonu As Başkanlığı yaptı. Sivil toplum örgütlerinde kurucu başkanlık ve yöneticilik yaptı. Evli ve 3 çocuk babası. MHP Kemer Belediye Başkanı adayı olarak girdiği seçimi kazanarak tekrar Belediye Başkanı oldu
.

HÜSEYİN BARANER



Antalya turizminin ilk başladığı yıllardan itibaren, şehrin portakal kokulu sokaklarından bugünlere olan değişiminin en yakın şahitlerinden biri olan Hüseyin Baraner, bu kentte turizm sektörüne girdiğinde yıl 1978’di.

Tatil için geldiğinde güzelliğinden etkilenen Baraner’in Antalya aşkı, bugün de ilk günkü gibi devam ediyor. O yıllarda turistler, Antalya’da çektikleri fotoğrafları kendisine gösterirken “Bu resmi sadece sana gösteriyoruz. Sakın kimseye söyleme. Orayı kimse öğrenmesin” dediklerinde Antalya’nın dünya turizmindeki kaderini çizmişlerdi aslında…

Çok kısa bir zamanda çok hızlı bir ilerleme kaydeden Antalya, şuanda 10 milyon turistin milyonlarca fotoğrafına ev sahipliği yapıyor.
Yıllar çok çabuk geçti ve bu gelişme bir takım sorunları da beraberinde getirdi. Küresel ekonomik kriz sonrası tekrar yapılanma gerektiren markalardan biri olan Antalya aslında dünya sıralamasında krizden etkilenmeyen iki şeyden birincisini oluşturuyor. Hüseyin Baraner, yapılan araştırmaların sonucunda kruvaziyer turizmi ve Antalya’nın bu krizden etkilenmediğini belirtti.
Sektör içindeki doygunluğun sebep olduğu sıkıntıları masaya yatıran turizmin duayeni Hüseyin Baraner’le gerçekleri konuştuk.
Aslında gerçek kahramanların hiç konuşmayan kişiler olduğunun altını çizen Baraner, sektördeki vefasızlığın sonuçlarını yaşadığımızı da bir kez daha vurguladı. Uzmanlaşmaya önem verilmediğini ve sektörel sorunların çözülemediğini belirten Hüseyin Baraner, Antalya’da yaşayan herkesin sorumluluklarının farkına varması gerektiğini belirtti.
Antalya’nın kaybettiği doğal zenginliklerinin en büyük üzüntüsü olduğunu defalarca tekrarlayan Baraner, bizlerin de çok önemli bir sorunu, bir kez daha düşünmesini sağladı. Ve bu sefer Hüseyin Baraner bizlere sordu;
“Antalya ‘rekabet gücü’ ile yenidünyadaki kriterlere gelecek beş, on, yirmi yıl içerisinde ne kadar cevap verebilecek?”
- 2009 turizm sezonunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
2009 sezonu kötüydü demek son derece yanlış olur. Türk turizmi derken neyi anlıyoruz onu da masaya yatırmak lazım. Yatırımcıların çoğu gerçek turizm dinamiklerine danışmadan her hangi bir yere yatırım yapıyor. Bu tamamen turizmin ve müşteri beklentisinin dışında bir yatırım olduğunda da “Türk turizmi kötüydü” diyorlar. Yanlış, bilgisizce danışılmadan yapılan yatırımlarla turizmin hiçbir alakası yok. Herkes kendi beceriksizliğini turizme bağlıyor. Dolayısıyla gerçekten müşteri taleplerini takip eden, dünya piyasalarındaki gelişmeleri izleyen kurumlar son derece başarılı olmuştur. Dünya pazarlarıyla entegre olmuş, iyi işletilen tesislerle, dünya pazarlarından kopuk, başarısız olmuş tesisler arasında beyanat yarışması izliyoruz. 2009 yılı bütün dünya pazarında yüzde 2-30 arasında düşüş kaydederken Türkiye bu düşüşten etkilenmedi ve başarıyla kapattı.
- Turistlerin tatil beklentilerinde ne gibi değişiklikler gözlemliyorsunuz? Turist bizden ne bekliyor?
Son iki yılda karşılaştığımız yeni müşteri profilinde, genelde seyahat deneyimi üstün, tatil tecrübesi zengin, tok ve heyecansız bir kitle çıkıyor karşımıza. Yeni tüketici kitlesi, kimi zaman profesyonel bir turizmci kadar destinasyon ve ürün hakkında sorumlulukları ve hakları konusunda bilgili. Kimi tatilci, cebindeki ‘Frankfurt er Tabelle’ ile beraber geliyor. Turist tatil ortamını keşfederken kendisinin de destinasyon tarafından keşfedilmesini istiyor. Müşteriler uzman, bilinçli, tecrübeli yeni heyecan ve tat avcıları olarak karşımıza çıkıyor. Hedefimiz ‘Üreten Türkiye değil, nesilden nesile üreten Türkiye’ olmalıdır. Sadece 5 -10 yıl süren ticari başarılar, başarı değildir. Yeni tüketici profili, tur operatörü, seyahat acentesi, uçak şirketi, otel, destinasyon ve ürünün geneli için internetten bilgi depoluyor. İnternet sitelerinden ve internetteki sosyal ağlardan bilgi alıyor. Forumlardan diğer tüketicilerin görüşlerini alıyor ve satın alacağı ürün hakkında önceden kafasında bir resim oluşuyor. Tüketici, internetin sunduğu sayısız fiyat kıyaslama imkânlarından ve ‘En ucuzu bul’ arama motorlarına yoğun ilgi gösteriyor çünkü küresel kriz marka algısını da değiştirdi. Tüketici parasının değerini tam olarak kavradı. Karşılığını tam olarak aldığı ürünlere o ürün için parayı çekinmeden ödüyor. Üst gelir grupları dâhil, her gelir grubuna ait tüketici, indirim ve promosyon kampanyalarını yakından takip ediyor. Bir ürünün karşılığını hesaplarken, kafasındaki kendi ölçütlerini kullanıyor. Bir müşterinin içinden bin değişik müşteri çıkabiliyor. Mesela sabah sadece bir simit tüketen kişiye eğer doğru ambiyansı yaratabiliyorsanız aynı günün akşamı şampanya sipariş edebiliyor. Bu yıl 3 yıldızlı bir otelde ekonomik tatil geçiren müşteri gelecek yıl pahalı bir butik otelde kalabiliyor. Heyecan veren sahici ürünler müşterileri etkiliyor.
- Yatırım konusunda Antalya’yı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yatırım eğer oda odaklıysa sona geldik. Antalya turizmi mevcut olan odaların zenginleştirilmesini, etrafının çeşitlendirilmesini istiyor. Antalya turizmi Türkiye için en büyük kaynaklardan biridir. Mevcut yatırımların etrafının alternatiflerle değerlendirilmesi gerekiyor. Altyapısız ve yetersiz olmasının ele alınması gerekiyor. Antalya’yı marka olarak tanıtmamıza artık gerek yok. Antalya bu kabulü dünya pazarlarında gördü. Antalya’nın kabul görmesi gereken yeni olgu Antalya’da güzel otellerin dışında da çok şey varmış dedirtemiyoruz.
- Rusya pazarının bu sezon Antalya’ya zarar verdiği söylemlerine katılıyor musunuz?
Rusya pazarı Antalya’ya zarar verdi demek yüzyılın en cahilce sözü olur. Rusya turizmi Türkiye’ye sınıf atlatmıştır. Otelciliğe yeni vizyonlar gelmiş çok ciddi yatırımlar yapılmıştır. Turizm pazarı da insan hayatı gibi doğar, büyür, gelişir ve olgunluk sürecine girebilir. Rusya turizmi şuan bu olgunluk çağını yaşıyor. Rusya turizminde en derin neticelerin alınacağı bir sürece giriyoruz. Bu pazardaki en büyük sıkıntı gereksiz yere sadece Türkiye’ye şu kadar turist götürüyorum düşüncesiyle yola çıkıp Moskova’da fiyatları berbat eden tur operatörleridir. Gereksiz yere fiyat kırarak neredeyse cepten para ödeyerek turist sayısı yakalanmaya çalışıldı. Bu tabiî ki zarar verdi. Ruslar da Almanlaşmaya başladı. Birçoğunun çeyrek asırlık tatil tecrübeleri oluştu. Beklentiler Almanlarla aynı olmaya başladı. Plansız programsız her yere saldırıyoruz. Aşırı yatak kapasitesinden dolayı, müşteri gelsin de nerden gelirse gelsin diye her yere saldırmanın sonucunda plansızlığın ve projesizliğin sonucunu yaşıyoruz. Çoğu zaman talep alan bir otelin müşteri akışını yanındaki otelin çılgınca verdiği fiyatlar yıprattı.
- Antalya, kış turizminin olmadığı ama olması istenen bir şehir, bu konuda nerede hata yapıyoruz?
Tur operatörleri, yaşlanan toplum ve tüketici grubunun ortalama yaşının artmasıyla, gelir düzeyinin de orantılı artması gerçeği karşısında, ürün yelpazelerini ve pazarlama tekniklerini yeniden şekillendiriyorlar. 50 yaş üstü ‘Best Ager’lar gelecek yılların en büyük tüketici kitlesi ve aynı zamanda da Antalya’nın kış potansiyeli olabilir. Bisiklet ve yürüyüş yolları az, rehbersiz hareket etme alanı çok dar. Ulaşım tek boyutlu, tren ve deniz ulaşımı yok gibi… Genel olarak eksik peyzaj ve çevre düzenlemesi, aşırı betonlaşma, doğa tahribatı, tatil merkezlerinin arasındaki yetersiz ulaşım olanakları, görüntü ve ses kirliliği, tatilcilerin rahat bırakılmaması, hanutçuluk, eski otantik havanın kaybolması, çevre bilinci ve onun hayata geçirilmesi ve diğer sektörlerin de bu kitle için yeni ürünler dizayn ediyor olmaları (Lifestyle, gastronomi ve giyim sanayi gibi) gerekiyor.
- Antalya’nın turizm politikasını doğru mu? Dünyayla doğru iletişim kurabildik mi?
Antalya’nın en büyük eksikliklerinden biri Antalya’nın iletişim özürlü bir kent olması. Dünyayla iletişim yok. Dünya’ya sadece fotoğraf ve slogan gönderiyor. Dünyayla konuşan, muhabbeti olan, dünyayla gerçek anlamda göz göze gelerek insandan insana yapılan diyalog yok gibi…
- Peki, bu konunun Antalya’daki muhatabı kim sizce?
Antalya Ticaret Odası (ATSO) elbette ki. ATSO’nun bir duvarına büyük harflerle yazılması gerekir. Antalya ne üretiyor? On milyon turist geliyor ama yatak dışında onlara ne sunabiliyoruz? Turizm sayesinde Antalya’nın hangi ürünlerini marka yapabildik? Turistlerin önümüzdeki beş yıl için talepleri nedir? Böyle bir istatistik çalışmayı kim yaptı bu güne kadar? Var mı böyle bir çalışma ATSO’da… İşler kötü diyoruz ama müşteriyle konuşmuyoruz. Çok ciddi araştırmalar lazım. Buraya gelen insanlarla yüz yüze iletişime geçecek bir altyapı lazım. Herkes hep bir ağızdan hala turistleri eleştiriyor. Turist bile bazen bu beyanatlara gülüyor. Konu turizm olunca konuyla alakası olanda olmayan da beyanat veriyor. Protokol meraklısı bir toplum olduğumuz için yaşadığı alandan adımını atmamış insanlar bile cümleye ‘Türkiye turizmi’ diye başlayabiliyor. Türkiye’nin adıyla konuşmaya başlamak için bu konuda araştırmış olmak gereklidir. Her şeye rağmen Antalya için fark yaratmaya çalışan kişilerde var. Antalya Valisi Alaaddin Yüksel kendi olanaklarıyla Antalya’yı dünya pazarında kurumsallaştırdı. Antalya’yı herkesle yüz yüze konuştu. Antalya’nın ismini dünya pazarında bir noktaya getirdi.
- Otellerin “her şey dâhil konaklama sistemi” dejenere oldu mu?
Her şey dâhil sistem Türk turizminin tatlı belasıdır. Önceleri bunu da deneyelim diye girilen sonradan Avrupa’daki sosyal gelişmenin doğrultusunda hızlıca yayılan bu sistem ticari açıdan çok başarılı oldu. Ama doygunluk oluştu. Bu sistem turizmdeki bazı yetenekleri de turizmden kaçırdı. Bazı geleneklerimizi ve mutfağımızı öldürdüğünü düşünüyorum. Bazı işletmelerde çok fazla endüstriyalize olundu. Fabrikasyona geçildi. Bu tarihten sonra daha uzman ellerle kapasiteyi biraz azaltarak, bireysel tatil tadını arttırarak otellerimizin felsefesini de değiştirmemiz lazım. Deniz, kum ve güneş artık durağanlaştı ve otellerdeki ve çevresindeki aktivitesizlik turistlerin beklentilerine cevap vermemeye başladı. Daha az odalı doğayla birleşen tatiller popülaritesini arttırmaya başladı. Doğaya olan özlem hiçbir zaman göz ardı edilmemelidir. Turist Antalya sokaklarındaki portakalın, limonun kokusunu duymayı istiyor ama betonlaşma bu imkânları hızlıca ortadan kaldırmaya devam ediyor. Turist daha çok okuyacak, sanatsal ve gerçek kültürel sunumlar talep edecek, hijyen beklentisinin yanında kendisine sunulan hizmetlerin sosyal niteliğini sorgulayacak. Bugün hangi turist bir Türkle aynı yerde eğlenebiliyor ya da yemek yiyor. Ya çok olağanüstü kalitesiz ya da ulaşmak çok zor. Bugün kimse Belek’ten 100 avro verip taksiyle 7 Mehmet’e gelmiyor. Ciddi bir ulaşım problemimiz var. Biz turisti otellere hapsettik. Turist otelde kalmak istemiyor.
Turistlerin en büyük şikâyeti otellerin çevresinde yürüyüş yolları olmaması. Bazı yerlere yürüyerek gitmek istiyorlar ama yürütmüyoruz. Anket sonuçları “Bizi otellere kapatıp, yedirip içirip, siz bizi tutuyorsunuz” şeklinde. Önemli sayıda turist rehbersiz hareket etmek istiyor. Otellerin önünde sadece taksilerin olması da turistlerin bir başka sorunu. Turist bir dünya insanıdır ve dünya kamuoyu orta direktir. Turistlerin ihtiyaçlarını karşılamadan sadece şikâyet ediyoruz.
- Turizm sektörü kendini yenilemeye tekrar mı başlayacak?
Antalya dünyanın getirdiği zorunlu değişimleri yapmadığı sürece geleceğini kaybedebilir. Şu an Antalya’da yaşayan herkesin iki sorumluğu vardır. Antalya için yapılan her iyi çalışma turistlerin gözünde Türkiye’nin karnesine işlenir. Antalyalı yatırımcılar gerçekleştirdikleri projeler ile hem Antalya hem de Türkiye için sorumluluk taşıdıklarını unutmamalıdırlar. Antalya artık profesyonellere yer açmak zorundadır. Bazı yatırımcılar profesyonellere önem vermeyerek sabah işe alıp, öğleden sonra netice bekliyor. Hiçbir oluşum için bütçe ayırmıyorlar. Otel müdürlerine “oğlum” diyen otel sahipleri de var. Bazıları otel şantiye şefini otel müdürü yapıyor. Doğayı bozan, insana saygısı olmayan, herkese emreden sadece parası olan otel sahipleri var. Jeeple dolaşmayı önemli insan olmak algıladıkları için kaybettikleri zaman en çok konuşanlar da onlar maalesef ki… Bunun yanında heyecanlı, duygusal, kalıcı, sürdürülebilir, içinde insan ve canlı sevgisi barındıran insanlar da burada var. Bunlar Antalya’nın gizli kahramanlarıdır. Antalya kamuoyu sadece belli yatırımları yapmış olanlara söz hakkı tanıyor. Hâlbuki işin uzmanları hiç konuşmuyor ve asıl kahramanlar onlar. Antalya’nın geleceğinden çok umutluyum. Bu küresel kriz sonrasındaki yapılanmada gerçekten turist sevgisi ve bilgisi olan kişiler hayatta kalacak. Bu kişilerin sektöre tekrar entegre edileceğini biliyorum. Çünkü paranın gücü dünyada sınırlandırılmaya başlandı. Paraya can verecek olan şey bilgili, saygılı, tecrübeli ve uzman kişilerin tekrar sektöre girmesidir.
- Beklentiler, paydalar, çıkarlar ve fikirlerin yeniden formatlandığı bu günlerde Antalya küresel şansını bilinçli ve tam olarak kullanabilecek mi?
Çalışma hayatımızda bütünsel anlamda odaklaşmaya, iletişimi iyileştirmeye, kurumsal amaçları belirlemeye, ülkesel, bölgesel ve yerel stratejik geri bildirim sağlamayı gerçekleştirmeden bazı projeler çok hızlı bir şekilde 'Çabuk olsun, yamuk olsun, benim adım konsun' düşüncesiyle yapıldı. Antalya'nın verimlilik endeksini yatırımlarla kıyasladığımızda düşük olduğunu görüyoruz. Her yıl mevcut kapasiteyi kullanamadığımız için yıllık 3-4 milyar dolar sadece kış turizminde kaybediyoruz. Ya, Avrupa’dan geri gönderilen meyvelerimiz, sebzelerimiz, yıllardır boş duran konutlarımız, apartmanlarımız… Zannedersem Antalya uzman kişileri pek sevmiyor. Danışmadan, sormadan, incelemeden yatırım yapıp kendine yeni ufuklar açacağına kendini ve geleceğini kilitliyor. Oysa Antalya’nın Türkiye'nin lokomotif kenti olması gerekir. Şimdi sıra bizim beynimizdeki pencereleri açmaya geldi. Sıra, yeni ürünler, yeni pazarlar, yeni piyasalar ve özellikle yeni kaynaklar yaratmaya geldi. Bunun için yeni kahramanlara ihtiyacımız var. Beynindeki pencereleri sonuna kadar açmış, küresel oksijenden sonuna kadar faydalanan, tüm bilinçsiz ve asılsız önyargılarını bu kış ayında beyin sobasında yakmış, kül etmiş verimli, yeni düşüncelerle donanmış, kuşanmış kahramanlar.
Eski kaynakları deforme edip, yeni gibi sunmak yerine, yeni kaynaklar yaratacak icraatçı orduların sektörel yeni piyasa akıncıları… Hazırlıklı olmalıyız. Dünyada yeni oluşacak uluslararası rekabet üstümüze yağmur gibi yağacak. Bu değişen süreçte her ürünün, her üretenin rekabet gücü ve direnci imtihandan geçecek. İnanın merak ediyorum, acaba Antalya ‘rekabet gücü’ ile yeni dünyadaki kriterlere gelecek beş, on, yirmi yıl içersinde ne kadar cevap verebilecek?


Hüseyin Baraner Kimdir?

1957 Çanakkale doğumlu olan Hüseyin Baraner, 13 yaşındayken Almanya’ya yerleşti. Ardından Almanya, İspanya ve İngiltere’de turizm eğitimi aldı. 1978 yılından beri turizm sektöründe olan Baraner uzun yıllar turizm yöneticisi olarak çalıştı. 4 yıldır TUI’nin Türkiye danışmanı olan Hüseyin Baraner, 5 yıldır da Avrupa Türkiye Turizm İş Konseyi Başkanı olarak görevine devam ediyor. www.tourexpi.com adlı sitenin de sahibi olan Baraner, turizmle ilgili gelişmelerde Antalya’yı yıllar öncesinden internete taşıyan isimlerden biri.

08 Kasım 2009

HÜSEYİN ŞANLI

Avrupa ve Asya’nın en köklü film festivallerinden biri olan “Antalya Altın Portakal Film Festivali” başarısını uluslararası platformda da kanıtlamış olan ülkemizin en eski sinema etkinliği.
1995 yılında Altın Portakal Film Festivali’ne kurumsal bir kimlik kazandırmak amacıyla kurulan Antalya Kültür Sanat Vakfı’nda (AKSAV) işler planlandığı gibi gitmedi. Antalya’nın iş, politika, medya ve siyaset dinamiklerinden oluşan 109 kişilik kurucu üye grubu olmasına rağmen bütçesi belediyelere bağımlı olan AKSAV, her seçim sonrası farklı bir kriz yaşadı. Hem ulusal hem de uluslararası platformda rüştünü seneler önce ispat etmiş olan festival öncesinde, her yıl hep aynı konular gündeme taşındı.
14 yıl önce kurumsallaşmaya karar veren vakfa ait haberler bu yıl da festival öncesinde moralleri bozmaya devam etti. 45 yıldır devam eden festival bu yıl adeta direkten döndü.
Festival hazırlıklarının bitmiş olması gereken zamanda yapılan yönetim kurulu seçimleri hazırlıkların festivale 4.5 ay kala başlamasına yol açtı. Kısa sürede yapılan bu büyük organizasyonun öncesinde yaşananlar hatırlanırsa, emeği geçenleri gerçekten tebrik etmek gerekiyor.
Altın Portakal Film Festivali’nden kimler geldi kimler geçti. 1964 yılından itibaren yerli ve yabancı sanatçılar ve sinema otoritelerine ev sahipliği yapan Antalya’da festival öncesinde yaşananlar, festivalin ardından yaşanan coşkuyla unutulup gitti.
Muratpaşa ve Büyükşehir Belediyesi eski Meclis Üyesi ve Başkan Vekili Hüseyin Şanlı,
bu yıl festivalin ardından ilk olarak 14 yıl önce alınan kurumsallaşma kararının uygulanması için çalışmalara başladı. Festival öncesinde yaşanan sıkıntıların bir daha yaşanmamasını isteyen Şanlı, festivalin devamlılığının garanti altına alınması gerektiğine inanıyor. 1989 yılında başladığı vakıf yönetimindeki çalışmalarına bir süre ara veren Şanlı, bu yıl tekrar görevdeydi.
Altın Portakal Film Festivali’nin yaşadığı sıkıntılara birçok kez şahit olan Hüseyin Şanlı’dan, festivalin kimi zaman hüzünlü kimi zaman keyifli hikâyesini dinlerken, yaşananlar hafızalarımızda tekrar canlandı.
Altın Portakal Film Festivali'ni belediye mi yürütmeli yoksa AKSAV mı tartışmalarına son noktayı AKSAV Yönetim Kurulu Üyesi Hüseyin Şanlı koydu.


- Bu yılki festivalin sizin açınızdan değerlendirmesi nedir?
Bu yıl gazetelerde çıkan haberleri de göz önüne alarak, halkın da katılımıyla olumlu bir festival yapıldığı kanaatindeyim. Dar bir bütçeyle kısa bir süre içerisinde yapılabileceğin en iyisini yapmaya çalıştık. Burada benim söylemek istediğim, festivalin güzel olduğu değil, imajı nedir? Bu bence daha önemli. Yani bir vakıf olarak ortaya çıkıyorsunuz. Çeşitli kişilerin eleştirileri başlıyor ve konu borçlara geliyor. “Üzerindeki borçlardan dolayı bu vakıf festivali yapamaz” deniyordu. Arkasından bu festival kendiliğinden oluşuyor ve yapılıyor. Antalya Kültür Sanat Vakfı’nda 109 tane kurucu üye bulunuyorsa, Antalya’daki bütün belediyeler de bu vakfın üyesiyse bu vakfın borç ayıbı belediyelere ve bu şehre aittir. Böyle bir şey olamaz. Hem bir şeyler yapmak için ortaya çıkacaksınız hem de bu vakıf aciz bir vakıf diyeceksiniz. Bu mümkün müdür? Bu festivali AKSAV’ın yapmaması lazım diyenlerin fikrini vakıf yönetim kurulu üyesi olarak kabul etmiyorum.
- Kaç yıldır bu organizasyonun içindesiniz?
1989 yılından 1994 yılına kadar Altın Portakal Film Festivali’ni yürütme kurulu adı altında yaptık. Bu kurul 28 kişiydi. 1995 yılında Atatürk Kültür Merkezi’nin de inşaatı bitince o zamanki Belediye Başkanımız Hasan Subaşı gerçekten tarihi bir karar aldı ve bu festivalin belediye ve partilerin üstüne çıkması için kurumsallaşması gerektiğini vurguladı. İstanbul Film Festivali’ndeki şimdiki sistemi kurmak için biz 14 yıl önce karar aldık. Vakıf tüzüğünün 4. maddesindeki “Altın Portakal Film Festivali’ni bu vakıf yapar” hükmünü etkinleştirmek için Hasan Subaşı elindeki bütün yetkilerini vakfa devretti. Kurumsallaştırmak için de belediye imkânlarında ne varsa kullanmaya çalıştı. Ondan sonraki dönemde vakıf siyasetin üstüne çıktı ve siyasetten bağımsız bir kimlik kazandı. Antalya iş, medya, siyaset ve politika dünyasından 109 kişilik grup oluşturuldu. AKSAV’ı ekonomik yönden de güçlendirmek için atılan bu tarihi adım Hasan Bey’in seçimi kaybetmesiyle birlikte kesildi. Yeni seçilen belediye başkanının da bu kararı devam ettirmesi gerekirken yapılan çalışmalar bir anda durdu.
- Bu yıl festivale merkez ilçe belediyelerininde katkısı oldu mu?
Antalya şu anda 5 ilçesi olan bir Büyükşehir ve durumunun güncellenmesi gerekiyor. Tek belediye olduğu zamanlarda alınan kararlar tekrar güncellenmelidir. Benim bu yılki gözlemim, diğer belediyelerin bu olayın dışında kaldığıdır. Bu kadar da açık söylüyorum. Bunun sebebi belki de kendileriyle geniş anlamda bir toplantı yapılmaması veya kendilerinden ne alıp ne verileceğinin konuşulmamasıdır. Antalya tek belediyeden altı belediyeye çıkmışsa farklı düşünceden ve partilerden belediye başkanları elbette ki olacaktır. Biz siyasi bir düşüncenin festivalini yapmıyoruz. Biz “Antalya’nın festivali”ni yapıyoruz.
- 45 yılda kaç belediye başkanıyla çalışıldı?
Bugüne kadar 11 belediye başkanı değişti. Adalet Parti’sinden başlayan bu süreç, CHP, Anavatan, DYP ve AKP gibi farklı düşüncelere sahip siyasi çeşitliliğin denendiği bir süreçtir. Demek ki Türkiye’de ne kadar fikir yelpazesi varsa en azından bir kere Antalya’nın yönetiminde bulunmuştur. Altın Portakal Film Festivali artık markasını tescillemiş Avrupa’ya adım atmış bir festivaldir. Bu festivali belediye boyutlarından çıkarıp, belediye damgalı değil, şehir damgalı bir sürece sokmamız gerekmektedir. 14 yıl önce alınan bu karar uygulamaya konulabilseydi bu yıl festival öncesi yaşananların hiç biri olmayacaktı. Bunu yapamazsak sponsorluk anlaşmalarında ve organizasyonda ciddi sıkıntılar yaşanmaktadır ve yaşanacaktır. Bu yıl festivalin kapanışına her şart altında Meclis Başkanı’nın ve Kültür Bakanı’nın katılımını bekledik. Mustafa Akaydın’ın davetiyeleri eliyle teslim etmesine rağmen katılım olmadı. Bu festivali siyasi bir kısır döngüde bırakırsak zarar gören Antalya olacaktır. Bu festival siyasi bir görüşün değil, Antalya’nın festivalidir. Her düşünceden insanın bu festivale yardımcı olması Antalya adına yapılan bir yatırımdır.
- Festival organizasyonu’nun kurumsallaşması siyasetten uzak yapılabilecek mi?
Biz kurumsallaşmayı iktidar değişikliğinde kendi düşüncemizdeki adamları bir yerlere getirme olarak görüyoruz. İşin ehline verilmesi gerekmektedir. Festivalin “ bu benim adamım” düşüncesinden uzaklaşması gerekmektedir. Festival kendi ayakları üzerinde basmadığı için her seçim sonrasında gelen yeni belediyenin manevi baskısı oluyor. Bu yıllardır yaşanan bir gerçektir. Bu baskının kalkması gerekmektedir. Festival davetiyeleri dağıtılırken Antalya Film Festivali’nin davetiyeleri diyebilmeliyiz. Bu bir eksikliktir. Bir takım gizli çekişmeler bu festivalin siyasallaştığını gösteriyor. Biz bu vakfı güçlendirip kendi ayakları üzerinde durmasını istiyoruz. Kültürel ve sanatsal faaliyetlerin siyasi düşüncesi olmaz.
- AKSAV’ın görev alanında sadece bu festival mi var?
Aslında Antalya’daki tüm kültürel faaliyetlerin tek çatısı olması için başlayan bir çalışmaydı. Ama bakıyoruz ki bir yere çarşı kuruluyor o çarşının geliriyle bir takım sanatçılar geliyor ya da başka belediyeler şölenler yapıyor. Bu etkinlikler tek çatıda toplanıp güç birliği haline gelirse o şehir kültürel olarak ayakta kalır. Bütün belediyeler vakfın üyesidir ve bu etkinlikler vakıftan bağımsız olmamalıdır.
- AKSAV’ın yeni kimliğinde belediye başkanları devre dışı mı kalacaklar?
Hayır, yönetim anlayışındaki çeşitlilik devam edecektir. Herkesin kendine ait bir siyasi görüşü vardır ama bu organizasyonlara gölge düşürmemelidir. Hangi belediye olursa olsun parasal olarak bağımlı olmazsak yapılan her etkinlik zirveye ulaşır. Bu vakıf şu anda babasından harçlık alan bir çocuğun durumundadır. Harçlık kesilmesin diye babası ne derse kabul eden çocuk olmaktan çıkıp, bu vakfın kendi ayakları üzerine basacağını iddia ediyorum. Bu vakıf siyasetin üzerine çekilmelidir. Bunları söylerken belediye başkanlarını hedef almıyorum. Belediye Başkanı Mustafa Akaydın saygın ve akademisyen bir başkan ve benim söylediklerimi belki de en iyi algılayabilecek insanlardan biridir. Benim söylediğim Hasan Subaşı’nın başlattığı bu tarafsızlık çalışmasını sürdürmesini istediğimizidir. Bu vakfı kurumsallaştırmasını istiyoruz kendisinden.
- AKSAV’ın üyeleri bu yıl organizasyonun hangi aşamasında görev aldılar?
Bizim üyelerimizin hepsi kendi branşların da lider isimlerdir. Birçoğu kendilerini geri çekti. Seçimden seçime geliyorlar, oy kullanıp gidiyorlar. Hatta çoğu gelmiyor vekâlet veriyor. Ne zaman ki etkili bir durum oldu o zaman hepsi ortaya çıkıyor. Her parti değişiminde insanları küstürürseniz vakıf vakıflıktan çıkar. Ben isterdim ki önceki dönemlerde de yönetimde bulunanlarla bir araya gelinsin bir birlik ve beraberlik altında ilerlensin. Bu yıl bu festivale yıllarca emek verenleri darılttık. Bunlar bireysel hatadır belki ama zararı vakıf ve Antalya görmektedir. Eğer bu festivali siyasetten bağımsız hale getirirsek, heykelini de kimse değiştiremez. Bir başka parti gelip, bir başka figür istiyor diye yönetim kuruluna kabul ettirse onu mu koyacağız? Bazı kurallar vardır ve değiştirilmemelidir. Sempati kazanmak adına bu kurallarla oynanamaz. Biz Altın Portakal’ın heykellerini çöplükte bulduk. Depolara atılıp, üzerlerine de çöp atılmıştı. 13 tanesini bulabildik, gerisini bulamadık zaten. 40 yıl uzun bir süre ve bu festival bu heykelle tanınmış. Bir takım insanlara sempatik görünmek için gelenekleri bozarsanız, etki tepkiyi doğurur. Bir kendini bilmez de gider heykeli yakar. Bu dışardan bakıldığında hoş bir şey mi? Biz öyle kurallar koymalıyız ki kim gelirse gelsin değişmemeli. Festival aynı sürecinde devam etmeli.
- Festivalin ardından AKSAV’ın son mali durumu nedir?
O açıdan bakarsanız belediye de borçlu. Belediyenin şirketleri de borçludur. Türkiye’de zaten alacaklı hiçbir belediye yok. AKSAV’ın borcu o kadar büyütüldü ve göz önüne serildi ki bu süreci şaşkınlıkla izledim. AKSAV tüzel kişiliği olan ve bu festivali yapan bir kuruluş ve bu kurumu borçlu olarak lanse ediyorsunuz. Bu festivali yapamayacağını söylüyorsunuz. Bu kendi kendinizi yok etmektir. İdarelerde temel bir esas vardır. Nerden aldıysanız oradan devam etmektir. İkincisi de benim en nefret ettiğim sözdür. “Enkaz devraldık” cümlesi olamaz. O zaman devralınmasın, başka biri çıkar talip olur. Önemli olan enkaz devraldıysanız o enkazı ayağa kaldırma sanatını kullanmaktır. İşin aslı bu değil midir? Enkazın üzerine enkaz yapmak marifet değildir. Biz Sayın Hasan Subaşı’yla bu işi aldığımızda 28 kişilik bir yürütme kuruluyla yapıyorduk bu işi. O zamanlar resmi de değildi. Kendi arasında oluşmuş bir gruptu ama işler yürüyordu.
- Önümüzdeki sene de sizi bu festivalin içinde görecek miyiz?
Biz 47. Altın Portakal Film Festivali’ni vakıf olarak yapacağız. Bunun için de bir yönetim kurulu kararı aldık. Sponsorluk çalışmaları için de bir ekip oluşturduk ve haftaya görüşmelere başlayacağız. En büyük hata festivale 4 ay kala çalışılmaya başlanmasıdır. Belediye Başkanı da elbette işin içinde olacaktır ama işin içine girmeyen insanları da önümüzdeki yıl işin içinde görmek istiyoruz.
- Bu yıl yaşanan aksaklılar sizin açınızdan nelerdi?
Kol kırılır, yen içinde kalır. Bizler yaşanan en küçük şeylerin de farkındayız. Ama yazılan güzel yazıları bunların gölgesinde bırakmak istemiyoruz. Bizim hedefimiz zaten bunları da seneye yok etmek. Önümüzdeki senenin yapılanması 10 gün içinde şekillenecek ve halkımızla paylaşılacaktır.
- Bu yıl yeni başlayan Halkın Portakalı devam edecek mi?
O bir imaj meselesidir. Belediye Başkanı’nın çok hoşuna giden bir projeydi. Devam edip etmeyeceği de insanların düşüncelerine bağlıdır. Eğer bu projeden hoşlandılarsa ve devamını istiyorlarsa devam eder. Ama bana göre ödül töreni Altın Portakal ödül töreni gecesinden ayrı bir gecede yapılması lazımdı. Filmler zaten 10’ar dakikalık olduğu için üçünün de gösterileceği ayrı bir gece düzenlenip, yirmi kişiyi aynı anda sahneye çıkarıp ödüllerini verip göndermek amaç olmamalıydı. O filmler halka gösterilip ayrı bir ödül töreni olabilirdi. Bu yıl çok hızlı organize olunduğu için bu yapılamadı ama seneye kendi özel programı içerisinde mutlaka değerlendirilecektir.

Hüseyin Şanlı Kimdir?

1949 yılında Antalya’da doğdu. Antalya Lisesi’nin ardından Ankara Üniversitesi İktisat Akademisi’nden mezun oldu. Muratpaşa ve Büyükşehir Belediyesi Meclis Üyesi ve Başkan vekilliği, Kepez Elektrik Santrali Yönetim Kurulu Üyeliği, Antalyaspor’da 4 yıl Mali Asbaşkanlık, Büyükşehir Belediyespor Kulübü Başkanlığı, Antbirlik Genel Sekreterliği ve ATSO Genel Sekreter Yardımcılığı görevlerinde bulundu. 1989 yılında Altın Portakal Film Festivali Başkan Vekilliği ile başlayan Şanlı bu yıl AKSAV Yönetim Kurulu Üyesi ve Danışma Kurulu Başkanlığı görevlerini yürütüyor.


ORHAN ŞALLIEL



Gerçekleştirdiği projelerle alanında “ilk”lere imza atan orkestra şefi Orhan Şallıel, bugüne kadar Bulutsuzluk Özlemi, İbrahim Tatlıses, Şebnem Ferah, Sertab Erener, Hüsnü Şenlendirici, Özcan Deniz ve daha birçok popüler sanatçı ile konserler verdi. Modern Folk Üçlüsü ile sahneyi paylaştığı konserde Timur Selçuk tarafından Avusturyalı ünlü şef Herbert Von Karajan’a benzetilerek ‘Tombul Karajan’ diye hitap ettiği şef, müziğe Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda başladı.
Konserlerinde eşlik ettiği sanatçıların farklı tarzları müzik çevrelerinde yadırganmasına rağmen, başarılı çalışmaları dilden dile yayılan Şallıel’in hayata farklı bir pencereden baktığını hissedebiliyorsunuz.
Arabesk ve alaturka müzik sanatçısı olan babası Rıfat Şallıel’in ısrarı sonucu, klasik müzik eğitimine başlayan Şallıel’in en büyük tutkusu piyano olmasına rağmen, müzik hayatı fagot eğitimiyle başlamış. Müziğe ilk başladığı yıllarda babasının “Bu benim oğlum olamaz. Bu kadar yeteneksiz bir adam nasıl benim oğlum olur” dediği Orhan Şallıel, çocukluk dönemini gülümseyerek anlattı. Uzun yıllardır başarılı çalışmalara imza atan Orhan Şallıel, günümüzün dünyadaki sayılı orkestra şeflerinden biri…
Son yıllarda hayatımıza girmiş en mühim orkestra şeflerinden biri Orhan Şallıel, Nisan 2009 tarihinde Antalya Devlet Senfoni Orkestrası’nın yeni şefi olarak atandı. Antalya’nın kültür yaşamında önemli yeri olan Antalya Devlet Senfoni Orkestrası 2009-2010 sezonuna Orhan Şallıel’in projesi olan ‘Mevlana’ prodüksiyonuyla görkemli bir giriş yaptı. Metin hazırlıkları ve ön çalışmaları üç yıl süren projeyi “Bu daha önce dünyanın hiçbir yerinde denenmemiş bir format. Biliyorum ki Mevlana bize yardım edecek ve her şey iyi gidecek. Sonra da proje, dünyanın dört bir yanında sahnelenecek” diye özetleyen şefin en büyük isteği Mevlana projesinin dünyaya açılması…
Çocukluk yıllarından itibaren anılarıyla süslediği keyifli sohbetinde hiç bilinmeyen hatıralarını gün yüzüne çıkaran ünlü şef Orhan Şallıel’le keyifli sohbetimizde söz şimdi müzik dolu söyleşimiz de…
- Nasıl başladı müzik serüveniniz?
Babam bana “Türk müziği okuma, batı müziği oku” dedi. Bunun açıklamasını da “Ben hayatımı biliyorum. Türk müziği okursan ya radyo sanatçısı olacaksın ya da gazinolarda çalışacaksın. Piyasaya girmek zorundasın. Alaturkacının hayatı Türkiye’de zor. Batı müziği okursan dünya vatandaşı olursun” diyerek yaptı. Türk müziği dünyasını babam biliyordu. Gecesi gündüzü olmayan, aile hayatı oldukça zor olan, çocuklarının nasıl büyüdüğünü göremediği bir hayatı yaşamıştı.
- Müzisyen bir babanın yetenekli oğlu muydunuz, babanız sizi bu camiadan uzak tutmak istemedi?
Aslında çocukluğumdan beri ben ailenin en yeteneksiz insanıyım. Annem ev kadınıdır. Ablam ve kız kardeşim duydukları her hangi bir müziğin ikinci yarısında söylemeye başlarlardı. Bense ders çalışan akıllı bir öğrenciydim. Müzikle hiç ilgim yoktu. 12 Eylül öncesi “Bu çocuk konservatuvara gitsin, politikayla uğraşmasın” dediler. Babam bana, bir iki kez müzik dersi vermeye çalıştı, “Bu benim oğlum olamaz. Bu kadar yeteneksiz bir adam nasıl benim oğlum olur” derdi. Ama araba kullanmayı da öğretememişti o zamanlar… Akraba akrabaya öğretemez derler ya, sanırım bizim için söylenmişti. Ama ben de yetenekli değildim o zamanlar ya da kendimin farkında değildim.
- Siz çocuğunuzu mesleki anlamda yönlendirir misiniz?
Çocukluğumdan beri en çok sevdiğim şey ansiklopedi ve dünya atlaslarını okumaktı. Her ülkeyi incelerdim. Çocukluğumda bu ülkelere gitmenin hayalini kurardım. Şu ana kadar Avusturalya kıtası ve Güney Amerika hariç her yere gittim. Farklı ülkelerde yaşadım ve eğitim görme şansım oldu. Oraların kültürlerini tanıma fırsatını da yakaladım. Çocuğum olsa kesinlikle evrensel bir işle ilgilenmesini isterim. Kesinlikle sanat, spor ya da bilim dallarında yönlendiririm. Geleceği gören bir babanın oğlu olduğum için çok şanslıyım. Babam beni klasik müziğe yönlendirerek, bana bütün dünyayı hediye etti. Dünya’ya baktığınızda benim çizgimde bir orkestra şefi çok azdır. Opera, bale ve senfonik orkestra yönetebilen, projelerin metnini yazan, beste yapan şef sayısı çok azdır. İyi bir ses, iyi bir sanatçıdan oluşan prodüksiyonlar bana çok zevk veriyor. İki farklı tarzı harmanladığınız zaman güzel bir tat vermesi gerekir. Eğer o tadı alırsam farklı denen projelerde olmak bana heyecan veriyor.
- Mevlana projesi nasıl oluştu. Tasavvuf musikisine özel bir ilginiz var mı?
Bu konuyla alakalı bugüne kadar hiç kimseye anlatmadığım bir şeyi sizinle paylaşayım. Yedi sekiz yaşlarımdayken bir rüya görmüştüm. Türbe gibi bir yerdeydim. Bir ateş yanıyordu ve sakallı bir yüz gördüm. “Bu dede kim?” dediğimde yanımdaki insanlardan biri “O Mevlana Hazretleri” dedi. Ben bu rüyayı zamanla unuttum. 2003 yılında Sevginin Yolu isimli bir kitap okudum ve o kitap bana gördüğüm rüyayı hatırlattı. Mevlana’nın hayatını araştırmaya başladım. Sonrasında bu projeyi hayal etmeye başladım. Bu projeyi ben müzikal olarak hayal etmiştim ama olmadı. 2007 yılından sonra Beşiktaş Kültür Merkezi’nde bu hayalimi paylaştım ve bir anda proje hayata geçti. İşlerimiz çok rast gitti ve bir anda su kendi yolunu bulur gibi Mevlana projesi ortaya çıktı. Ben yazdım demek istemiyorum ama Mevlana felsefesinde “Benden yazıldı” denir. Ben vesile oldum çıktı bu prodüksiyon…
- Biz sizleri sadece sahnede görüyoruz. Sahne arkasında çalışmalar nasıldır?
Sahneye çıkmak, yemeğin servis edildiği ana benzer. O ana kadar geçtiğiniz yollar vardır. Eğer klasik müzikle uğraşıyorsanız, çocukluğunuzdan itibaren yalnız bir hayatınız oluyor. Enstrümanınızla aranızda bir aşk oluyor ve yaşıtlarınız oynarken siz enstrüman çalışıyorsunuz. Çok ağır ve yalnız bir yolculuğun sonunda sahne arkasına gelirsiniz. Çok uzun günler ve saatlerden oluşan provalardan sonra perde açılır ve sizlerin gördüğü son aşamadır.
- Müzik üzerine eğitim alan birine ilk söyleyeceğiniz şey ne olurdu?
Bir çocuk daha saza değmeden önce, daha tanışma aşamasındayken hayalleri vardır. Bir çocuk müzikle tanıştığında “Oğlum ben senin eline öyle bir oyuncak veriyorum ki bu oyuncakla istediğin gibi oynayabilirsin. Hayatına dahil edebilirsin, hayatından çıkarabilirsin. Ekmeğini kazanabilirsin. İnanılmaz tatmin duyabilirsin, çok büyük mutsuzluk da yaşabilirisin. Bir metrekarenin içerisinde dünyanın en derin cehennemini de, en ulvi cennetini de yaşama şansı senin elinde, sen nasıl bakıyorsan öyle alırsın” derdim. Eğitim bu gözlüğü takabilirse, eğitim kurumları o madenleri işleyebilirse Türkiye’de inanılmaz yetenekli çocuklar var. Türkiye’den bir çok İdil Biret, Fazıl Say çıkabilir. Dünya sanatçısı olur ama bir Türktür. Üstelik mutlu Türkler olur.
- Popüler sanatçılarla olan çalışmalarınızda kriteriniz nedir?
Benim popüler sanatçılarla olan çalışmalarımda sanatçının sanatına bakarak yorum yapılmıyor bence. Mesela İbrahim Tatlıses’le yaptığım çalışmada sanatçının paparazzilere yansıyan haberlerine bakıyorlar. Bense İbrahim Tatlıses’in sadece sesine baktım. Benim için müziğe atılan imza önemli. Kişinin diğer özellikleri ve kişiliği benim kriterim değil. Ben sadece müzikal anlamda bakarım ve ortaya güzel bir karma çıkıyorsa benim için gerisinin bir önemi yoktur. Sanatçılar zaten karakterleri farklı olan insanlardır. Ben Hollanda’da yolda yürürken yanıma bir dilenci yaklaştı. Latin bir dilenci bütün dillerde para istedi, ben hayır dedikten sonra nerelisin diye sordu. Ben Türk’üm dediğimde başladı Mavi Mavi’yi söylemeye. Türkçe bilmiyor ama şarkıyı biliyor. İbrahim Tatlıses’in farklı olduğunu müzikle gerçekten ilgilenenler fark edebiliyor. Nota bilmeyen sanatçılar şarkıyı hissederek söylerler. Nota bilmeden virtüöz olan sanatçılar vardır dünyada. Bunlar sanat gözünün açıklığıyla ilgilidir. Dünyaca ünlü opera sanatçılarının içinde bile nota, solfej gibi teknik bilgi açısından enstrümancılar kadar bilgi sahibi olmayan sanatçılar var. Kişi o yere geldiyse bunun kumaşıyla alakası vardır. Akademik camia altyapının olması konusunda ısrar etse de genele baktığımızda bakış açısı geniş olanlar sanatçıyı olduğu gibi kabul edebiliyor.
- Beste çalışmalarınızı yaparken kurallarınız var mıdır?
Kemancı, İtirazım Var ve Neden Saçların Beyazlamış Arkadaş şarkılarıyla babam üç kez üst üste ödül almıştı. Babam şarkıları bittiğinde ilk anneme gelirdi. Çalışma odasından çıkardı. İlk anneme okurdu bestesini “Ne düşünüyorsun Sabriye, olmuş mu?” derdi. Annem veto ederdi “Bu böyle olmaz Rıfat” derdi veya kabul ederdi. Ama bu arada soğan doğramaya devam ederdi. Sanatın içinde sürekli konsantre olmaktan bir süre sonra objektifliğinizi kaybediyorsunuz. O yüzden de babam, en yakınındaki kişiye hayat arkadaşına sorardı. Biz büyüdük, sonraları bize de sormaya başladı ama asıl kararı veren annemdi. Bach da, Mozart da bestelerini yaparken birilerinden beslenmişlerdir. Ben de öyleyim. Her yerde çalışabilirim. Konunun dışındaki kişilerin fikirlerini mutlaka alırım. Bir süre sonra isteseniz de objektif olamıyorsunuz.
- Tecrübesiz yaşlarda mı yoksa yaş ilerledikçe mi daha üretken olunuyor?
Öncelikle eğitim alıyorsunuz. Yaklaşık 20 yıllık bir eğitimimiz var. Bu yıllarda sadece malzeme topluyorsunuz. Ufak turlar da atıyorsunuz ama yıllar malzeme toplamakla geçiyor. Zamanı geldiğinde biriktirdiklerinizi kullanmak istiyorsunuz. O zaman da diğer sanatlardan ve hayattan besleniyorsunuz. İnsan ilişkilerinden besleniyorsunuz. Yaş ilerledikçe üretkenlik artıyor ve en güzel çalışmanız daha yapmadığınız çalışmanız oluyor.
- Sahnedeki Orhan Şallıel’i nasıl tanımlarsınız?
Orkestra şefinin yanı sıra hem besteciyim hem de müzisyenim. Ben sahnede insanları değil enstrümanları görürüm. Benim için flüttür, kemandır. Çünkü vasiyette, Ayşe, Ali demez. Flüt, keman der. Bizlere bırakılan bestelere ben birer vasiyet olarak bakıyorum. Konu müzik olduğunda çok sert de olabilirim. Bazen gözümü kapatırım ama her şeyi duyuyorum. Ben en arka sıradaki fısıltıları bile duyarım. Bir anda yabancı bir ses olunca otomatikman duyuyorsunuz. Konser bittiğinde zaman ve mekan kavramını yitirmiş oluyorum. Birkaç saniye sonra kendime geliyorum. Kendi yolumu açmayı, başkalarının izlerini takip etmeye tercih ediyorum.

Orhan Şallıel Kimdir?

1968 yılında Adana’da doğdu. Babası Rıfat Şallıel’dir. Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda fagot dalında öğrenimini tamamladıktan sonra 6 yıl İstanbul Devlet Opera ve Balesi Orkestrası’nda fagot sanatçısı olarak çalışırken bir yandan da kompozisyon bölümünde İlhan Usmanbaş ve Erçivan Saydam’la bestecilik öğrenimi gördü. Aynı dönemde, İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nde Orhan Tanrıkulu, Renato Palumbo ve Robert Wagner’den şeflik dersleri aldı; bu alandaki çalışmalarını geliştirmek üzere Hollanda’ya gitti.3 yıl boyunca Hollanda’da Rotterdam ve Amsterdam konservatuvarlarında orkestra şefliği, kompozisyon ve caz piyanistliği okudu. Orkestra Şefliğinden diploma aldı. Hollanda’daki eğitimi sürerken kazandığı bursla Helsinki Sibelius Akademisi’ne gönderildi. Avusturya ve İtalya’da şeflik kurslarına katıldı. Yurda dönüşünde İstanbul Devlet Operası orkestrasını başarıyla yöneterek adını duyurdu. Tüm devlet senfoni orkestraları ile konserler verdi. Ankara Devlet Opera ve Balesi'nde kendi eserini defalarca yönetti. miştir. 1998-2009 yıllları arasında Bursa Bölge Senfoni Orkestrası’nın şefi ve sanat yönetmenliğini üstlenmiş olan Orhan Şallıel 2009 Nisan ayında Antalya Devlet Senfoni Orkestrası'nın şefi ve sanat yönetmeni oldu

GÜN BATARKEN FİLM EKİBİ

Kıbrıs adası yüzyıllardır, savaşlar, katliamlar ve entrikalar ile çalkalandı. 1974 yılı Kıbrıs Barış Harekatının izleri hayatlarında hala ilk günkü tazeliğini koruyor. Yaşanan imkansızlıklar, çaresizlikler, kültürel yozlaşma günden güne etkisini daha da hissettirmeye başladı. Adalıların yıllardır sürüp giden sessiz çığlıkları bu yıl farklı bir projeyle bir kez daha gündemde…

1974 yılında doğan savaşın çocukları, çocukluklarını ve gençliklerini savaş sonrası yıkıntıların arasında geçirmek zorundaydılar. O günlerden biriktirdiği hikayeleri kaleme alan Kuzey Tarık, kurşun seslerinin ardından geriye kalanları, 35 yıllık gerçekleri anlattığı “Gün Batarken” filminde kurgulanmış bir senaryodan ziyade gerçekleri tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Filmin çıkış hikayesini anlatırken gözleri dolan, “Bu filmin hikayesi bizlerin görülmeyen yaşamları” derken sesi titreyen filmin senaristi ve başrol oyuncusu Kuzey Tarık, adalıların sessiz çığlıklarını seyirciyle buluşturuyor.

Yönetmen Cemal Yıldırım’ın ve Executive Producer Ogün Erciyas’ın özverili çalışmaları sonucunda bir hikaye başlıyor. 30 kişilik bir ekibin hayallerini ve emeklerini ortaya koyarak başladıkları “Gün Batarken” filmi hiçbir maddi destek olmadan bitiyor ve 2009 yılında Kıbrıslılar ilk uzun metraj filmleriyle Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde izleyiciyle buluşuyor. 35 yıl sonra çekilen bu film Kıbrıs’ın ekranlara yansıyan şaşalı görüntülerinin aksine adalıların gerçek hayatlarını konu almış. Dışardan casinoları ve otelleriyle lüks bir görüntü çizen Kıbrıslıların ilk uzun metraj filmlerini 2009 yılında yapmalarının altında yatan gerçekleri konuştuğumuzda son derece ironik bir durum ortaya çıktı.

Yaşanan kültürel yozlaşmanın üst seviyelerde olduğunu belirten filmin yönetmeni Cemal Yıldırım “Kıbrıs hem çok göç verdi, hem de çok göç aldı. Yerli halkı 150 bin kişi civarında olmasına rağmen arada kalınan yıllar bizlerin yaşamında çok derin izler bıraktı. Bu film görülmek istenmeyenleri bir kez daha gündeme taşıdı” dedi.

Film, ismi Derin Umut olan Kıbrıslı hem ressam hem müzisyen bir gencin aşk hikayesinden yola çıkarak Kıbrıs’ın yaşadığı sosyo-psikolojik olayları anlatıyor. Ülkede özellikle son yıllarda yaşanan yabancılaşmayı, kültürel değerlerde yozlaşmayı, genç bunalımlar ve kaçışları, uyuşturucuyu, gençlerin ailelerle ilişkilerde yaşadıkları sorunları, bir gencin, Derin'in (Kuzey) yaşantısıyla irdeleyen film, ağırlıkla en güzel gün batışının izlenebildiği Kormacit'te geçiyor.

İlk gösterimi 14 Ekim’de yapılan “Gün Batarken” filminin, son gösterimi 17 Ekim Cumartesi saat 17.30’da AKM Perge Salonu’nda izleyiciyle buluşacak.

Aysun Kahraman’ın müziklerini yaptığı Gün Batarken, aynı zamanda Kıbrıs’ın ilk soundtrack albümünü de ortaya çıkardı. Filmin kaba montajı bittiğinde sadece görüntüleri izleyerek müziklerini yapan Kahraman, çalışma sürecini “İzlediklerim hepimizin ortak hikayesiydi. Herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği bir proje oldu. İlk izlediğimde ağlaya ağlaya çalışmaya başladım. Ben müzikler üzerine çalışmaya başladığımda henüz ses montajı yapılmamıştı ama yaşananları hissetmek için sesi duymaya gerek yoktu” diyerek özetledi.

Adada yaşanan imkansızlıklara ve belirsizliklere çözüm arayışında olan 30 kişilik bir ekibin yaşananları tüm sadeliğiyle filme döktükleri bu özel çalışma şimdiden dikkatleri Kıbrıs’a çekmeyi başardı. İlk uzun metraj filmleriyle yola çıkan ekip, ikinci filmlerinin çalışmalarına şimdiden başlamış. “Anahtar” isimli projeyi hayata geçirmek istediklerini belirten Cemal Yıldırım, “Altın Portakal Film Festivali bizim uğurumuz oldu. İkinci filmimizin de ilk gösterimini seneye yapılacak olan festivale yetiştirmek istiyoruz” dedi.

Gün Batarken, yaklaşık bir buçuk yılda tamamen gönüllülerden oluşan bir ekip tarafından çekildi.

HD formatında, dijital olarak çekilen “Gün Batarken”in sinemalarda da gösterilebilmesi için 35 milimetre film olarak basılması gerekiyor ancak bunun için en az 30 bin Euro’ya ihtiyaç var. Bugünlerde filmi bir an önce izleyiciyle buluşturmanın yollarını arayan ekip, filmi Kasım ayında sinemalarla buluşturmayı planlıyor.

Gün Batarken’ in yorucu ve emek dolu hikayesini filmin senaristi ve başrol oyuncusu Kuzey Tarık, yönetmeni Cemal Yıldırım , soundtrack albümünün yaratıcısı Aysun Kahraman ve Executive Producer Ogün Erciyas’dan dinledik.

Dileriz “Gün Batarken” filmi Kıbrıslılara uğur getirsin ve bir gün dönümünde başlayan acılar, bir gün batımında son bulsun.

-Film yapma fikri nasıl ortaya çıktı?

Kuzey Tarık: Benim ilham aldığım meleklerim vardır. Filmin çekildiği Kormacit bölgesi dünya sıralamasında güneşin en güzel battığı dördüncü yerdir. Orada güneşin batışını her izlediğimde kendi çocukluğumu ve gençliğimi aklımdan geçiririm. Kıbrıs’da savaşın ardından yaşananları ancak orada yaşamış olanlar anlayabilir. Yaşadığımız sosyo – psikolojik olaylar hepimizin hayatlarında derin izler bıraktı. Yıllardır yaşadıklarımı, gördüklerimi, anlatılanları biriktirmiştim. Bir anda bu filmin hikayesini yazmaya başladım. Bittiğinde de Cemal abim’le paylaştım ve bir anda hikayeyi film yapmaya karar verdik. Ben 1974 doğumluyum. Kendimi bildim bileli sıcak bir ortamda, savaş sonrası psikoloji de sorunları olan ve çözülemeyen bir ülkede yaşıyoruz.

-Geriye dönüp baktığınızda, 1974 yılı sonrasından bugüne, yaşanan kayıplar neler oldu?

Kuzey Tarık: Savaşın ardından kurşun sesleri hayatımızdan giderken bizlerden bir çok duyguyu da beraberinde götürdü. Savaş sonrasından geriye kalanlarda kendilerine güvensizlik, korku, sevgi azlığı, şefkatsizlik duyguları ön plana çıktı. Bu duygular altında yetişen bir nesil var ve yaşananları ne kadar kelimelerle anlatsak da yeterli gelmez. Kurşun delikleri olan, yıkık evler bizim çocukluğumuzun fotoğrafları… Yaşanan ölümleri, verilen şehitleri ise sözle anlatmak mümkün değil.

-Hikaye film aşamasına geldi ve zor bir süreç başladı. Siz projeye nasıl dahil oldunuz?

Cemal Yıldırım: Kuzey hikayeyi ve film fikrini paylaştığında bunu hayata geçirmek için bir anda kenetlendik. Ertesi gün çalışmalara başladık. İki ay içinde öyküyü senaryolaştırdık. 2008 yazında da filmi çektik. İşlerimiz bir anda rayına oturdu ve tamamen gönüllülerden oluşan bir ekiple başladığımız filmimiz hepimizin hayallerini gerçekleştirdi.

-Kıbrıs’da bugüne kadar niçin hiç film yapılmadı?

Cemal Yıldırım: 1974 yılından sonra bir iskan politikası uygulandı. Bu politika çok yanlış bir politikaydı. Bize sinemayı sevdiren birçok insanın Türkiye´de yoksulluk, sefalet, ilgisizlik içinde öldüğünü, hatta bazılarının cesetlerine 2-3 gün sonra ulaşıldığını gördük. O iskan politikası zamanında, belirli meslek gruplarından insanları, bizlere balık tutmasını öğretecek insanları keşke adaya gönderselerdi. O zaman 35 yılda ilk filmimizi değil, 345. filmimizi yapabilirdik.

Bu film kendi adıma on yıllık bir birikimin ve yatırımın eseri oldu. Finansman, toplu para yok. Cepten harcıyoruz, kendi teknik imkânlarımız, stüdyomuz var, onları kullanıyoruz. Su, yemek, araba gibi ihtiyaçlarımızı karşılayan, destek veren kişi ve kuruluşlar var. Ama devletten herhangi bir yardım almadık, başvurmadık da zaten.

-Projenin başlangıcında olumsuz tepkiler oldu mu?

Cemal Yıldırım: Yıllardır televizyonculukla uğraşıyorum. Bu filmi yapabilmek çok uzun yılların birikimi oldu. Sinema sektörümüz zaten yoktu. Savaş öncesi insanlar canının derdindeydi, savaş sonrasındaki imkanlarda ortada… Televizyonculuk Kıbrıs’da sinema sektörünü besleyemedi. Hiçbir şeyin bir yere gelemediği gibi televizyonculuk da Kıbrıs’da bir yere gelemedi. Yıllardır sıkışmış bir hayat yaşıyoruz. Bir tarafı tellerle çevrili, bir tarafı denizle çevrili bir adada tanınmamış olmamızın verdiği bir güvensizlikle bir proje geliştirmek çok zor. Bu projeyi geliştirdiğimiz zaman arkadaşlarımızın çoğu ´Nereye kadar gidecek? Kimse KKTC´yi tanımaz´ yorumlarını getirdi.

-Kıbrıs’da sinema sektörü olmamasına rağmen kalabalık bir kadro olmuş. Ekip nasıl buluştu?

Cemal Yıldırım: İnternetteki paylaşım sitesi Facebook’da bir grup kurduk. “Hade film yapalım” grubuydu ve bir anda herkes orada toplandı. Facebook’da başlayan hayalimiz bugün Altın Portakal Film Festivali’nde izleyiciyle buluştu. Bugüne kadar bize bizi hep başkaları, üstelik bizi yeterince tanımayanlar anlattı. Biz de oturup izledik. Yaşadığımız savaşı yaşamayanların gözünden, toplumsal değerlerimizi bilmeyenlerin kaleminden. Biz bunu kırmak, kendimizi kendimiz anlatmak istedik. Türkiye’den gelen film ekipleri bugüne kadar Kıbrısı kumar ve mafyayla özdeşleştirdiler. Oysa orada yaşayan bir halk ve farklı hayatlar vardı. Kimse Kıbrıs’ın gerçek yüzünü göstermedi. Kıbrıs aslında bir sevgi ve aşk adasıdır.

-Bir erkeğin kaleminden dökülenlere, bir kadının notaları eşlik etmiş filmde… Sizin pencerenizden Kıbrıs’da hayat nasıl?

Aysun Kahraman: Gün Batarken’e bir kadın olarak baktığımda, hamilelik dönemi çok uzun süren bir kadının sancılı doğumunu tasvir edebilirim. Bir müzisyen olarak hek hayalim bir soundtrack çalışması yapmaktı. Filmin kaba montajını seyrederken aslında çok büyük cesaret gerektiren bir fotoğrafla karşılaştım diyebilirim. Derin karakterinin aslında basına yansıtılan Kıbrıs’ın manipüle edilen yüzünden çok daha gerçekçi ve çok daha doğal bir fotoğrafı gördüğümde gözyaşlarımı tutamadım. Bu bireysel bir ego tatmininden çok Kuzey Kıbrıs’da yapılan en önemli ürüne dahil olmuş olmanın heyecanıydı. Böyle bir filmi yapmak için cesaret gerekiyordu. Gün Batarken, çok büyük bir emeğin ürünüdür. Gün Batarken filmi Kuzey Kıbrıs’a hem ilk filmi hem de ilk soundtrack albümü verdi.

-Kıbrıs’ın vazgeçilemeyen de bir büyüsü var sanırım?

Aysun Kahraman: Filmin tanıtımında da kullandığımız cümleler var. “Kıbrıs, bir cennet adası ama nereye giderseniz gidin huzur veremiyor bir türlü…” Kıbrıs’ın günlük hayatında yaşanan bir ruhsal tecavüz söz konusu ve bu insanların farkederek ya da etmeyerek yaşadıkları bir gerçek. Sanatta, eğitimde, ekonomik hayatta her gün ruhunuza tecavüz ediliyor. Kıbrıs sanki bir günah adasına dönüştü. Geriye dönüp baktığınızda insanların ne kadar mağdur olduğunu Gün Batarken filmi, ortaya çıkarıyor. Yaşanan yozlaşma ve değişim artık ciddi boyutlara ulaştı. Tüm bu yaşananlara rağmen Kıbrıs yine de bizlerin ‘Cennet Adası’. Dilerim bu film bir şeylerin görülmesine ve çözülmesine aracılık eder.

-Filmin konusunun 74 sonrasında yaşananlara dayanmasının sebebi nedir?

Kuzey Tarık: Bu film aslında Kıbrıslıların bir başkaldırısıdır. Televizyonlarda görülen kumar ve mafya görüntülerinin Kıbrıslılarla bir alakası yok. Yıllardır yaşanan bu belirsizlik halkı boşvermişliğe itti. “Bu saatten sonra yapacaksın da ne olacak?” fikri herkesin hayatına yerleşti. İçinden bir şey gelenlerin sıçramaları da sonuçsuz kalıyor. Sıçrıyorsunuz ve tel örgülere çarpıyorsunuz. İnsanların özgür olabilmesi, dünyayla paylaşım içinde olabilmesi lazımdır.

Ogün Erciyas: Bizde sizinle aynı şeylere üzülüp aynı şeylere seviniyoruz. Issız Adam filmi Türkiye’de ne kadar beğenildiyse bizde de o kadar beğenildi. Milli maçtan sonra biz de sokağa çıkıp tur atıyoruz. Ama ortada başka şeyler var. Kıbrıs’ı çok yanlış tanıtıyorlar. Kıbrıslılara ön yargıyla yaklaşılmasının sebebi televizyonlara yansıyan görüntülerdir. Küçücük bir adada rantın oluşması ve kültürel değerlerimizi yitirmeye başlanmış olması beni çok üzüyor. Adamızın güzellliklerini koruma çabasındayız.

Cemal Yıldırım: Eğer biz 74 öncesi can korkusundan bir şey yapamamışsak ve barış sonrasında da 35 sene sonra ilk filmimizi çekebilmişsek sistemde bir hata var demektir. Dünya sinemasından 100 sene sonra ilk defa film yapabildik. Bu sistemdeki bir hata olmalı…

Kıbrıs bir rant kapısı olarak gösteriliyor. Bizim karşı çıktığımız bir başka sorunda bu. Bizler politikacı değiliz ama bu filmin bir tartışma yaratmasını diliyoruz. Herkes kendi özeleştirisini yapabilmelidir. Amacımız kimseyi suçlamak değil ama bu film Kıbrıslıların isyanını duyurabilirse, görünenlerin değil gerçeklerin ne olduğunu anlatabilirse biz kendi adımıza amacımıza ulaştık demektir.

-Bundan sonra başka film projeniz var mı?

Cemal Yıldırım: Kuzey’in hikayeleri var. Benim hazrladığım bir senaryo var, “Anahtar”. Herşey hazırdır, roller bellidir. Senaryosu yazıldıktan bugüne kadar hikayeyi biraz geliştirdik. “Gün Batarken” de yaşadığımız toplumla ilgili bir fotoğraf çektik. Geriye gidip bu fotoğrafın nasıl oluşmaya başladığına bakmamız lazım. 70’lere dönüp günümüze geleceğiz. O dönemlerde, 74 Harekatı öncesi ve sonrası nereden nereye geldik, neler kaybettik, neler kazandık bunları anlatacağız.

Kuzey Tarık: Başladıktan sonra durulmaz. Başka hikayelerimiz var. “Gün Batarken”i bu zorluklarla güzel atlatığımıza göre diğerlerini de rahatlıkla çekeriz diye düşünüyorum. Biz yolumuza devam edeceğiz. Seneye Kıbrıs Türk sinemasında üç film duyabileceğimize inanıyorum, başkaları da cesaretlenecek.

Cemal Yıldırım: Bu filmi bitirip, izleyici ile buluşturma noktasına getirdiğimiz için mutluyuz. Çünkü Kıbrıs Türk halkı, kendi topraklarında kendi insanının ürettiği bir filmi sinemalarda seyretmeyi hakediyor. “Gün Batarken”le Kıbrıs Türk Sineması’nın ilk adımları da atılmış oldu. Bundan böyle, gençler gelecekte bu gibi projelerde sinema adına atacağı adımlarda daha cesaretli olabilecek ve sinema kültürümüzü artık çok daha başarılı noktalara getirebilecek bir alan bulabilecekler.

Aysun Kahraman kimdir?

1981 yılında Lefkoşa’da doğdu. Bilkent Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı’nı bitirdi. Profesyonel olarak da müzikle ilgilenen Kahraman, Gün Batarken filminin soundtrack albümünü hazırladı.

Kuzey Tarık Kimdir?

1974 Lefkoşa doğumlu olan ses sanatçısı, Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’ni bitirdi. 5 tane kişisel resim sergisi açan Tarık, şiir, müzik ve edebiyatla ilgileniyor. Günbatarken filminin senaryosunu yazan sanatçı, filmde Derin karakterini canlandırıyor.

Ogün Erciyas kimdir?

1961 Magosa doğumludur. 1983’den beri Kıbrıs Devlet Televizyonu BRT’de yapımcı ve sunucu olan Erciyas, filmin organizatörlüğünü yürütüyor.

Cemal Yıldırım kimdir?

1967 Lefkoşa doğumlu olan Yıldırım, Marmara Üniversitesi Sinema ve Televizyon bölümü mezunu. 1991’den beri BRT televizyonunda yönetmenlik yapan Cemal Yıldırım’ın ilk uzun metraj filmi “Gün Batarken”.


ŞÜKRÜ SÖZEN



1940 yılında 1162 olan nüfus tarım ve eğitimin gelişmesi hükümet ve belediyenin doğal şartlarla mücadelesi sayesinde 1960 'lı yıllardan itibaren gelişmeye başladı. Manavgat, son zamanlardaki turizmle birlikte Türkiye'nin her tarafından, hatta yabancı ülkelerden bile insanların gelip yerleştiği bir kent.

Sorumluluk ve görev alma bilinciyle dedesi Şükrü Sözen 17 yıl, babası İbrahim Sırrı Sözen 10 yıl süreyle Manavgat Belediye Başkanlığı görevini yürütmüş şimdi de sıra Sözen ailesinin üçüncü kuşağı Şükrü Sözen’de…
Söyleşimiz öncesinde çarşamba günleri yapılan halk gününe konuk olduk. Manavgatlıların yoğun ilgi gösterdiği halk günlerinde vatandaşının sorunlarını ve isteklerini dinleyen başkan ve ekibinin zaman zaman yaşanan duygusal anlarına tanıklık ettim bir başka deyişle… Başkan Sözen’e iletilen en büyük sıkıntı bölgedeki işsizlik. Bu taleplerin karşısında ihtiyaca yetemediğini sık sık tekrarlayan başkan, konuşmasını, “Elimde keşke sihirli bir değnek olsa da herkesin buradan iş bularak ayrılmasını sağlasam” sözleriyle bitirdi. Halk günleri haricinde de ziyaretçi sayısı hayli fazla olan Şükrü Sözen, Manavgatlıların hem babası, hem abisi, hem evladı… Sokağa çıktığında vatandaşların yoğun ilgi gösterdiği, sık sık yolunu kesip sevgilerini ilettikleri başkan, hem ilgiden son derece mutlu hem de günden güne artan sorumluluğunun bilincinde yürüttüğü başkanlık göreviyle, yaşanan değişim şimdiden hissedilmeye başlanmış.
Belediye binasının yanındaki kültür merkezi inşaatından başlayan şehir turumuz, Manavgatspor’un antremanına uğramamızın ardından Irmak kenarında noktalandı. Manavgat Irmağı ile ilgili projeyi çok önemseyen başkan Sözen’in bu konudaki heyecanı hissediliyordu.
Nehrin kenarında başlayan sohbetimizde söz Manavgatlıların sorunlarına geldiğinde başkan Sözen’in zaman zaman uzaklara dalan bakışları ve sessizliği bölgedeki işsizliğin boyutlarını hissetmemize yetti.
Güleryüzlü ve sakin üslubuyla Manavgatlıların gönlünde taht kuran Şükrü Sözen, duygusal kişiliğinden dolayı bazen zor durumda kaldığını da samimiyetle paylaştı. Kendini göreve geldiği günden beri Manavgat’a adayan başkan “Ben ve ailem burada yaşamayı ve burada ölmeyi seçti. Bu kente hizmet etmek bizim ailemizin hep içindeki bir konuydu. Tek amacım Manavgat’ı daha iyi yerlere getirmek” dedi.
Göreve geldiği günden beri sabah 08.30’da başlayan mesaisini gece 24.00’e kadar sürdüren Şükrü Sözen yinede yetiştiremediği işler olduğunu, yoğunluğun hiç azalmadığını aksine artarak devam ettiğini belirtti.
Aileden gelen bir gelenek belki de Sözenler kendilerini Manavgat’a adamış bir aile… Bu konuda kararlı ve inançlı yapısıyla dikkat çeken başkan Sözen, “Belediye Başkanlığı hedef değil, halka hizmet etmek asıl hedef olmalıdır” dedi. Bunun için bir sivil toplum kuruluşunda ya da herhangi bir işte çalışmanın da yeterli olduğunu düşünen başkan, en önemli şeyin insan faktörü olduğunun önemle altını çizdi.
Türlü imkansızlıklarla bugünlere gelmiş olan Manavgat halkı yeni oluşmakta olan sosyal imkanlardan oldukça memnun ve başkanlarına olan sevgilerini her yerde gösteriyor. Manavgat’ın çok daha iyi yerlere geleceği izlenimini edindiğimiz keyifli sohbetimizde, Sözen ailesinin üçüncü kuşak Manavgat Belediye Başkanı Şükrü Sözen bilinmeyen yönlerini ve altı aylık başkanlık değerlendirmesini bizlerle paylaştı.

- Siyasi hayatınız ne zaman başladı?
Ben kendimi bildim bileli siyasetin içindeyim. Ailemin siyasetin içinde olmasından dolayı çocukluğum seçim arabalarının içinde geçti. Gençlik kollarında görev alarak başladığım siyaset hayatımda yönetimlerde de buludum. İlk 2004 seçimlerinde aday adayı oldum. Fakat görev bir başka arkadaşıma verildi. 2004 seçimlerinde seçimi alamadık. Yıl 2009 ve vatandaşın isteğiyle ben yine aday oldum ve bu yıl seçimi aldık. Manavgat’a duyduğumuz sevgi ve bağlılıkla, bizi bu noktaya getiren yıllardır süren çalışmalarımızla ve bölgeye katkı yapabilme adına bu göreve talip olduk ve Manavgatlılar bize, biz onlara inandık ve işte buradayız. Manavgat çok büyük ve güzel bir bölge ve hala bakir bir kent. Yapılması gereken çok fazla şey var. Bugüne kadar bir çok şeyde yapıldı ama bizler yeterli olmadığına inandık.
- Neden bu göreve talip oldunuz?
Benimle beraber yıllardır ailem de siyasetin içindeydi. Siyasetin getirisini götürüsünü, onurunu ve cefasını bilen insanlar. Benim ismini aldığım dedem Şükrü Sözen Manavgat’a 17 yıl başkanlık etti. Ardından hayatı siyasetle geçmiş olan ve 10 yıl Manavgat’a başkanlık yapan babam İbrahim Sözen var. Babamın dönemi Manavgat’ın dönem atladığı, tahsislerin oluşturulduğu, bölgenin turizmle tanıştığı dönemdi. Babamın görev aldığı yıllar çok daha zor bir görev dönemiydi. O yıllarda siyasetin ne kadar onurlu olduğunu ama bir o kadar da zor olduğunu, manen verdiklerinin yanında madden neler götürdüğünü anladım. Bu göreve gelirken hazırlıklıydım. Bize namuslu olmak ve dürüstlük öğretildi. Sorumluluklardan kaçmamayı prensip edindim. Hangi işte olursam olayım, işe saygı göstermek ve insan faktörünü ilk sırada tutmak hayat felsefemdir.
- Oğlunuz bir gün karşınıza “ben de siyasete gireceğim” diye çıksa ne dersiniz?
Bu çok zor bir soru. Öncelikle topluma ve ailesine faydalı bir insan olması yönünde yetişmesini telkin ediyorum. Siyaset zor iş… İnsana hizmet gerçekten sorumluluk gerektiriyor. Ben bu mücadelenin içinde 65 yaşındayken babamı kaybettim. Bu erken bir yaş. Özünde ne vardır? Kendine zaman ayıramama, karmaşık bir hayatı devam ettirmendir bunun arkasında. Babamı kaybettikten sonra geriye dönüp baktığımda, insana hizmet verme adına, hayatı boyunca tatil yapmamış bir babam olduğunu hatırladım. Dolayısıyla çocuğunuzun da bu yoğunluğun içinde olmasını istemezsiniz. Ama bir de olayın farklı bir yönü var. Topluma hizmet eğer siyasetle geliyorsa çok da karşı olmam, kendisine bırakırım. Benim hayatımda da belediye başkanlığı bir hedef değildi, vatandaşa hizmet etmek bir hedefti. Bizde isimler de babadan oğula geçer. Dedem Şükrü Sözen, babam İbrahim Sözen, ben dedemin ismini almışım oğlum da babamın ismini aldı. Onun da adı İbrahim Sözen. Şimdi ben bu göreve geldim ilerisi belli mi olur belki de bu görevi oğlum da benden devralır.
- Babanızın başkanlık yaptığı 10 yıl sizin hayatınızda neleri değiştirdi?
Aslında o dönem Manavgat adına hizmet üretilen ama ailemiz içindeki kayıp yıllardır. Annem de tam bir Osmanlı kadınıdır. Babamın o yıllardaki en büyük yardımcısı ve desteği annemdi. Manavgat çok farklı durumlardan bugünlere geldi. Babamın döneminde Park ve Bahçeler Müdürlüğü diye bir birim yoktu. Annem ayağına çizmesini giydi yanına da bir ekip kurdu ve burada yıllarca Park ve Bahçeler Müdürü olarak görev yaptı. Orta refüjleri çiçeklendiren parkları düzenleyen benim annemdi. Bunun Türkiye’de başka bir örneği olmayabilir. O yıllar özveri ve inanç gerektiren yıllardı. Ailecek bir bütün olarak bu süreçten geçtik ve başarıyla bitirdik. Babam çok çalışırdı, hayatı boyunca hiç tatil yapmadı. Başkanlık dönemi de babamı çok az gördüğüm yıllar olarak kaldı hafızamda…
- Peki şimdi sizin çocuklarınız da babalarını çok az mı görüyor?
Sabah erken çıktığım gece de çok geç gittiğim için bir arada olma şansımız yok bu aralar. Aile düzeniniz kalmıyor. Bunları biz bilerek geldik. 15 yaşında bir oğlum ve 9 yaşında bir kızım var. Kızım arada beni göremediği için isyan etse de biz bu göreve bilerek geldik. Vatandaşa bir şeyler verdiğinizde onun mutluluğu hem size hem de ailenize o kaybı unutturuyor. Biz bir hedefle bu göreve geldik. Yapılanların daha iyisini yapacağımızı iddia ederek bu görevi aldık. Bu düşünceyle göreve geldiğinizde zaman kavramınızın olmaması lazım. İdealist düşünceyle bir şeyler yapma hedefiniz varsa buna kitlenmek zorundasınız. Kendinizi ve ailenizi unutmak zorundasınız. Eğer topluma bir şeyler verebiliyorsanız bu kayıplar çok önemli olmuyor.
- Seçimden sonra hayatızda neler değişti?
Seçimden sonra çok şey değişti. Önceden de biz vatandaştan kopuk değildik ama görev almak çok ayrı bir sorumluluk gerektiriyor. Bu göreve geldikten sonra önceden de olduğu gibi iyi günde ve kötü günde vatandaşın yanında olmamız gerektiğini düşünerek çalışıyoruz. Özel yaşantı ve dinlenme kavramlarını hayatımdan çıkardım. Hobilerinizi devam ettirme gibi bir şansınız yok. Mesela ben dalış, avcılık gibi sporlarla uğraşıyordum. Yıllardır at binerdim. En büyük tutkum motorsiklet kullanmaktır. Bunları uzun zamandır yapamıyorum ama şikayetçi değilim. Amacınız hizmet etmekse özverili olmak zorundasınız. Verdiğimiz sözleri yerine getirmek için çok çalışmak zorundayız. En büyük isteğim bu görevden mahçup olmadan çıkmaktır. Eğer ki beş yılın sonunda halkımın hak ettiği mesafeyi alamadığıma inanırsam bu görevi gönül rahatlığıyla bırakırım. Vatandaşın bıraktırmasına fırsat vermeden “Biz başaramadık, bu görevin hakkını veremedik” der bu işi bırakırım. Kendimle ilgili hiçbir beklentim yok.
- Görevi başka bir partinin başkanından devraldınız. Göreve geldiğinizde nasıl bir tabloyla karşılaştınız?
Biz devir teslimde ve sonrasında kısa sürede bir fizibilite yapıp vatandaşa bu konuyla ilgili bilgi verdik. İçinde bulunduğumuz konumu, ne kadar borcumuzun olduğunu halkımıza şeffaf bir şekilde anlattık. Planlarımızı paylaştık ve o defteri orada kapattık. Ben mevcut olan ekonomik sıkıntıları sıklıkla dile getirmenin vatandaşı sıktığına inanıyorum. Bu bir mazeret değildir. Bu sıkıntıları bilerek göreve talip olmuştuk. Ama halkı bilgilendirmek adına bir sefere mahsus bu sıkıntıları dile getirdik. Şimdi önümüze bakıyoruz. Bütün sıkıntılara rağmen başarılı olacağımızdan hiç kuşkum yok. Türkiye’nin 50 ilinin de ötesinde potansiyeli olan bir ilçe burası ve doğru kullanıldığında öz kaynakları her zaman kendi kendini götürmeye yeterli. Bunun çalışmasını da hala yapıyoruz. Bu altı aylık süreçte borcun bir kısmını da ödedik belli planları da hayata geçirdik. Mevcut projeleri hayata geçirebilmemiz için, benim Manavgatlılardan bir tek isteğim var. Bize inansınlar ve bize biraz zaman versinler. Çünkü bu projeler çok büyük yatırımlar ve karşılıklı hoşgörüyle kısa zamanda Manavgat düzlüğe çıkacaktır.
- Manavgat’ın en ciddi sıkıntısı nedir?
Manavgat’ta ciddi ölçülerde genç nüfus var. Sahip çıkılmamış olan ve işsizlikle karşı karşıya bir gençlik var. Gençlerin hakettiği bir gençlik merkezi öncelikli ihtiyacımız aslında. Ulu Önder Atatürk’ün de dediği gibi “ Gençliğine sahip çıkmayan ve istikbalini gençliğinde görmeyen bir ulusun mesafe katetme durumu yoktur” Biz de bu görüşü esas alarak gençlerimize sahip çıkabilir onları geleceğe hazırlayabilirsek Manavgat’ın önünü açabiliriz diye düşünüyorum. Bunun hemen arkasından da bir kültür merkezi projemiz var.
- Manavgat’la ilgili en önemli projeniz nedir?
Aslında birden fazla önemli proje Manavgat’ın çehresini değiştirecektir. Seçim döneminde hem halkın hem de esnafın isteği olan pazaryerinin yerini eski yerine getirdik. Manavgat pazarı bugün dünya tarafından bilinen bir pazar ve bizim bu pazarı modernize etmemiz gerektiği düşüncesindeyim. Bu yönde katlı pazaryeri projemiz var. Ayrıca Manavgat’ı dünyaya tanıtmanın yegane yolu ırmak kenarlarıdır. Bizim de bu doğrultuda güzel projelerimiz var. Önümüzde dünyanın dört bir tarafından gelen ırmak kenarı projeleri var. Bunları gerçekleştirebilirsek Manavgat’a turizmi çekebilir ve 365 güne yayarak bölgemizi sürekli canlı tutabiliriz. Otellerimizdeki güzelliği ve estetiği burada da yayabilirsek o zaman turisti bölgemizde tutabiliriz. Bu projemizi gerçekleştirebilmek için Avrupa Birliği hibe desteği almaya çalışıyoruz ve bu yönde olumlu gelişmeler elde ettik. Irmak kenarlarında da halkımızın rahatlıkla günlük kullanımına açabileceğimiz yerler var. Manavgat Çekek Yeri ve Yat Üretim Merkezi Projesinin faaliyete başlaması halinde, Manavgat dünyaya örnek gösterilecek bölge olacaktır. Yerel yönetim olarak, bu projeye çok önem veriyor ve destekliyoruz. Bin 400 dönüm alanda bazı sorunlar çıktı. 470 dönüm alan çekek yeri ve yat üretim merkezi, 20 dönüm alan Denizcilik Fakültesi için ayrıldı. Ayrıca marina yapımı için de proje bulunuyor. Manavgat, Çekek Yeri ve Yat Üretim Merkezi faaliyete geçerse, yat üretimi ve marina sektöründe dünyada en büyük beşinci bölge olacak. Hem Antalya, hem de Türkiye'ye büyük ekonomik katkı sağlayacak. Tarım ve Köyişleri Bakanlığı bu bölgenin tahsis edilmesi için 900 bin TL talep etti. Bu projeler ve Manavgat’ın eksikleri dediğimiz kapalı spor salonu ve sanat sokağını da hayata geçirmek istiyoruz. Manavgat’ın doğal zenginlikleri arasında yer alan, çam ormanıyla bezeli Türk Beleni tepesi kentsel peyzajın nadide bir parçasıdır. Ancak yıllardır uzaktan bakmakla yetinilmiştir. Burayı da Manavgat’ın cazibe merkezi haline getirmeyi hedefliyoruz.
- Vatandaşın sorunlarını dinlediğiniz halk gününde “Elimde keşke sihirli bir değnek olsa da herkesin buradan iş bularak ayrılmasını sağlasam” dediğinizde gözleriniz doldu. O an neler hissettiniz?
Ben vatandaşın çektiği sıkıntıyı birebir yaşayan bir makamdayım. Bir çok zaman çok sıkıntı yaşıyorum. Belediye Başkanlığı toplumun dertlerini dinleyen onlara çözüm bulması gereken bir makamdır ama durum hakikaten içler acısı… Türkiye’deki ekonomik sıkıntı ve işsizlik benim bölgemde en üst seviyede yaşanıyor. Binlerce açlık sınırında ailem var. Böyle bir süreçte görev noktasında kayıtsız kalmanız söz konusu olamaz. İnsanlara yetemediğim yerler olduğunda korkunç üzüntü duyuyorum. Yüzde yüz buna çözüm bulabilme şansım yok. Manavgat’ta çalışan insanların yüzde 30’u işsiz. Çok fazla göç alan bir kent ve işsizlik günden güne büyüyor. Şu ana kadar 1700 kişiye iş bulduk ama inanın sayı o kadar fazla ki çaresizlikten dolayı zaman zaman böyle serzenişlerim oluyor. Gördüğüm tablo o kadar acı ki bu tablo karşısında başka ne denebilir ki?
- Manavgat’ın il olması konusu tekrar gündemde, sizin fikriniz nedir bu konuda?
Manavgat’ta yaşayan yedisinden yetmişine köylerden beldelere kadar bütün insanların ortak kanısı Manavgat’ın il olması inancıdır. Böyle büyük bir inancı yürütecek birimim kesinlikle Manavgat Belediyesi olması gerekiyor. Geçmişte bu yönde çok ciddi adımlar atılmış ve büyük mesafeler kat edilmiş. Bu yönde Manavgat’ta yeni bir yapılandırma oluşturup yola devam etmeyi düşünüyoruz. Manavgat buna ekonomik yönden buna hazır. Türkiye’de en çok yatak kapasitesine sahip bir belediyedir. Yüzölçümüyle gelişime açık ve şehri yeniden yapılandırabileceğimiz bir bölge. Doğal güzelliği ve daha bunun gibi güzelliklerle bizi başarıya götüreceğine inanıyorum.

Şükrü Sözen kimdir?
Şükrü Sözen 1964 yılında Manavgat’ ta doğdu. İlk eğitimini Manavgat Çağlayan İlköğretim Okulu’nda, orta ve lise eğitimini ise İzmir Özel Fatih Koleji’nde tamamladı. Vatani görevini 1984 yılında İzmit Gölcük’te bitiren Şükrü Sözen, daha sonra ticaret hayatına atıldı. Ailesine ait şirketlerde uzun yıllar otel işletmeciliği, kuyumculuk, otomotiv ve inşaat sektörlerinde faaliyetlerde bulunan Şükrü Sözen, Cumhuriyet Halk Partisi Gençlik kolları başta olmak üzere partinin çeşitli komisyonları ve İlçe Örgütünün yönetim kadrosunda görevler aldı. Dedesi Şükrü Sözen 17, babası İbrahim Sırrı Sözen 10 yıl süreyle Manavgat Belediye Başkanlığı görevini başarıyla yürüttü. Şükrü Sözen evli ve iki çocuk babasıdır.