23 Haziran 2011

GÖKHAN KIRDAR


Gökhan Kırdar uzun bir aradan sonra Antalya’da çekeceği film projesiyle dönüyor. Film; drama, müzik ve dans sanatlarıyla desteklenen, müzik-aura terapi ile bütünleşen 7 farklı aşk hikâyesinden oluşuyor. Kırdar Ay’ın belli evrelerinde Facebook’ta 500 binin üzerinde hayranıyla yolculuğunu paylaşıyor.

Her ne kadar yeni kuşak, onu Kurtlar Vadisi dizisinin bestecisi olarak tanısa da, daha önce çıkardığı ‘Yerine Sevemem’ albümüyle önemli bir hayran kitlesine sahip olan Gökhan Kırdar, bu albümünden sonra “Trip” ve “Ethnotronix” gibi bambaşka tarzda albümler yaparak özel şarkılar ortaya çıkardı. Çok meşhur olduğu bir dönemde, yeni keşifler yapmak üzere yola koyulan sanatçı aynı zamanda benliğine dair bir yolculuğa başladı. Kökleri M.Ö 10.000 yıllarına dayanan enstrümanlarla tanışan Kırdar, sadece bununla da kalmadı; müziğin terapi özelliğinden de faydalanarak, ‘OQUN’ adındaki projesini hayata geçirdi. Evrende yaşayan hiçbir canlının ahını almamak için yeryüzündeki tüm varlıklara rikkat (merhamet) duygusuyla yaklaşan Ön-Türk kültüründeki ‘kam’ davulundan yola çıkan ‘OQUN’ Projesi, 2004 yılında Lüksemburg’daki Mudam’da düzenlenen tasarım sergisinde ilk kez yayınlandı.

‘Tüür’ davuluyla terapik müzik

“Tüür-Yağmur Duası ” isimli albüm, kopuz, lir, çeng, kılkopuz, tobşur, dutar, morinhur gibi eskiden ‘kam’ların kullandığı ilk Türk çalgılarıyla elektronik, rock, jazz ve senfonik müzik elementlerini sentezleyerek yeni bir tür ortaya koydu. Bu projeye ismini veren “Tüür” davulu oluşturduğu rezonanslarla insanları terapi eden ilk Türk ayin ve dans çalgısı olma özelliğini de taşıyor. Geçtiğimiz yıl “Foton Çağı” adıyla bir dizi konserler serisine başlayan sanatçı, video, dans, ışık oyunları destekli bu projesiyle, bir tür müzik terapisi yaparak insanların “farkındalığını” artırmayı hedefledi.

Yeni kuşağın adı ‘foton çağı’

Foton kuşağı, kimileri için çok yabancı olsa da meraklıları için yeni bir araştırma konusu olarak ortaya atıldı. Yaşadığımız gezegeni yakın zamanda etkisi altına alması beklenen, varlığı hakkında bilimsel veriler de olan, yüksek enerjili fotonlardan oluşan büyük bir kuşak “foton kuşağı”. Deniliyor ki, her 12 bin 500 yılda bir güneş sistemi bu kuşağın içine giriyor. Bu kuşağın katmanları da var. Kırdar, “Foton kuşağının ilk iki katmanına çoktan girdik bile. İlk aşamasına 1962’de, ikinci aşamasına 1987’de, üçüncü ve son aşamasına ise dünyanın hemen her tarafında beklenildiği gibi olursa 2012 sonunda gireceğiz” dedi.

Yok oluş değil, yeniden doğuş

Foton Çağı’nın, dolayısıyla 2012’nin yok oluşun değil, yeniden doğuşun, var oluşun başlangıcı olduğuna inandığını belirten Kırdar, “Denilenler gibi 2012’de ya da daha sonrasında yaşanacak son aşamanın, insanlığın yitirilişi gibi olumsuz şeyler yerine, yeniden doğuşa, hastalanmayacak vücutlara, kötülüklerin yok olmasına yol açacağına inanıyorum” diyor. ‘OQLUB’ projeleri kapsamında, insanların korkularından kurtulmaları, yerine umut ve aşkı aşılamak amacıyla hayata geçirilen ‘OQLUB in Love’ film projesinde, müzik ve dansla desteklenen bir müzik terapisi uygulanacağını belirten Kırdar, Antalya’da çekilerek, İngilizce ve Türkçe yayınlanacak olan filmin plato ve mekanlarının aynı zamanda ‘OQLUB 7’ ‘Rainbow-Gökkuşağı’ terapi merkezi olarak da ilk kez Antalya’da ve çevre otellerinde faaliyet göstereceğini belirtti.

Antalya’da ‘Oqlub in Love’

Bu uzun metraj film projesiyle, müzik terapi ve enstrüman titreşimlerinin vücutlarımızdaki 7 manyetik noktamızı dengelemesi, bedensel ve ruhsal hastalıklarımızı iyileştirici etkileri ve dans faktörünün önemi üzerinde durularak çok özel bir hikaye beyaz perdeye yansımış olacak. Önümüzdeki günlerde Antalya’da yapacağı basın lansmanıyla filmin detayları ve film ekibi seçmelerinin de bilgisinin verileceğini söyleyen Kırdar, anlattıklarıyla bizleri de şimdiden heyecanlandırdı. Bu projenin bir diğer özelliği de dünyada ilk defa yapılacak olması… Geçtiğimiz günlerde Antalya’ya gelen Gökhan Kırdar ile “OQLUB in Love” ismiyle çekimlerine başlanacak bu özel film projesiyle ilgili detayları ve yıllardır yaptığı müziğin felsefesini konuştuğumuz keyifli sohbetimizde biz de sözü “aşk’la” noktalıyoruz.

Yerine Sevemem albümünden sonra uzun zaman sizden yeni bir albümün haberini alamadık. Neden albümlerinizin arasına uzun zamanlar koyuyorsunuz?

Kendimle kaldığım dönemde bu tarz çalışmaların temellerini atıyordum. Zamanı geldikçe de hepsini gün yüzüne çıkarmaya başladım. Her şeyi yavaş yavaş gündeme getirmem gerekiyordu. Birden kavramsal bir projeyle ortaya çıkmak yerine, önce o zemini oluşturup bu projenin oluşacak zemin sayesinde daha çok insana ulaşmasını sağlayabilirdim. O yüzden ‘Yerine Sevemem’ dönemi albümlerim, ‘Trip’ albümü, sonra ‘Ethnotronix’, film ve dizi müzikleri, ardından OQUN ‘Tüür Yağmur Duası’ projesi, “Foton Çağı” konserleri ve şimdi de Antalya’da çekeceğimiz film projemiz ile çalışmalarım yeni bir boyut kazanıyor.

Bu konuyu araştırmaya ve düşlemeye nasıl başladınız?

Türkiye'nin coğrafi konumunun bu iki kültürün ortasında bir yerde olduğunun ve bunlardan üçüncü bir kültür, üçüncü bir önermenin oluşturulabileceğinin farkına varınca tarihle, en azından müzik tarihiyle ilgili bir araştırmaya giriştim. Müzik tarihi yolculuğunda ulaşabildiğim en başlangıç noktası M.Ö. 10 bine kadar gitti. İnsanlık dediğimiz kültürün Orta Asya topraklarında başladığını görüyorsunuz. Enstrüman tarihine baktığınızda da... Arkeolojik bulgulara göre ilk enstrümanların o topraklarda yapıldığını görüyorsunuz. Ne tesadüftür ki bizim tarihimiz de orada başlar. Orası ‘ata yurdu’ olarak geçer. Böyle bir şeyle karşılaşınca bir Türk müzisyen olarak etkileniyor ve onu sahiplenmek istiyorsunuz. Sözsüz müziğe ağırlık verişim, sözden ve dilden uzaklaştıkça müziğe ve müziğin evrenselliğine daha da yaklaşıldığına inandığım içindi. Her bilgi, en başından itibaren yazılmıştır. Size düşen, merak ederek o yolculuğu bilinçli yapmanızdır. Eğer kabuğunuzdan sıyrılıp yola çıkabilirseniz, varlığınızın nereye gideceğine daha fazla inanırsınız. Böylece birleşmeye yönelik bir felsefe hâkim olacaktır. Bunun için önce sanat yapmak lâzım. Sanatın misyonu, insanlara bir şeyler kazandırarak, öz benliklerine ulaşmalarına yardımcı olmaktır.

Antalya’da çekimlerine başlanacak olan bu müzikal filmle ilgili detayları paylaşır mısınız?

Müzisyen olmam nedeniyle, sadece drama bir film olmayacak bu projemiz. Dansın ve müziğin de ağırlıkta olduğu müzikal bir film olacak. Filmin senaryosunu ben yazıyorum. Başrolde ben varım ve 7 bayan dansçı ana karakterimiz olacak. 7 kıtadan seçilmiş bale sanatçılarından oluşan ‘Rainbow’ dans grubu üyeleri başrol oyuncularımız olacak.

7 rakamı sizin için neden bu kadar önemli?

Filmde, Antalya Film Festivali’nde gösteri yapmak amacıyla gelen 7 kadın dansçının, Antalya’ya gelişleri, benimle tanışmaları ve bu 7 dansçının, 7 günde başından geçecek 7 ayrı aşk hikâyesini kaleme aldım diyebilirim. Filmin adı da Antalya “OQLUB in Love” olacak. OQ hecesi, Gökhan isminin “Gök” hecesinin Ön-Türkçe’deki karşılığıdır. OQ kelimesini benim artist sembolüm ve sanatsal markam olarak kullanıyorum. OQLUB için de, iki sene önce internet ortamında başlayan ve binlerce kişiye ulaşan bir sanat ve terapi kulübü diyebilirim. İnsanların ruhsal ve bedensel rahatsızlıklarını bilimsel ve sanatsal yöntemlerle tedavi etmeye çalıştıkları bu grup, yüz binlerce kişiyi müziğin evrensel çatısında buluşturdu. Bu ortamda uygulanan ritüeller, dans performansları, titreşimsel müzik terapileri, renk terapileri, nefes terapisi, aroma terapisi gibi birçok terapi yöntemini de içinde barındırıyor. OQ aynı zamanda kuantum anlamına da gelir ki, bu da maddenin enerjiye, enerjinin maddeye dönüşümüdür. 7 rakamına gelince; vücudumuzda 7 manyetik noktamız var. Bu noktalara 7 çakra adı veriliyor. Bedenimizde 7 temel enerji merkezi; Muladhara çakra - Kök çakra, Swadisthan çakra - Sakral çakra, Nabhi çakra - Güneş sinir ağı merkezi, Anahat çakra - Kalp çakra, Vishuddi çakra - Gırtlak çakra, Agnya çakra - Üçüncü göz, Sahasrara çakra - Taç çakra olarak isimlendiriliyor. Yaşadığımız tüm ruhsal ve bedensel rahatsızlıklar bu 7 ana çakramızla bağlantılıdır. Eğer çakralarımızın herhangi birisinde bir rahatsızlık varsa biz o çakranın bağlantılı olduğu salgı bezlerinin yaratacağı hastalıkları yaşıyoruz. Her çakranın bir rengi vardır ve bu renkler gökkuşağındaki renkler gibi diziliyorlar. Kırmızıdan mora doğru olan bu dizilişteki renk uygulamasıyla da terapi yapabiliyorsunuz. Beraberinde her çakra için aroma terapi devreye giriyor. Belirli bitkilerin aromatik kokularıyla da terapi uygulanabiliyor. Beyin-nefes teknikleriyle de bu tarz terapiler mümkün olabiliyor. O nedenle gökkuşağındaki 7 renk, 7 çakramız, 7 rakamının kozmik ve mistik anlamlarından dolayı bu felsefeyi en iyi 7 rakamının temsil ettiğine inanıyorum. 7 aynı zamanda Antalya’nın da plaka numarası ve bu da hoş bir tesadüf oldu.

Filmin platosu aynı zamanda da bir terapi merkezi olacak diyebilir miyiz?

OQLUB benim 2005 yılında kurduğum bir kulüptür. Şimdi onu ilk kez Antalya’da bir terapi merkezi olarak hayata geçirmeyi planlıyoruz. Biz iki yıldır her Ay evresinde internet ortamında buluşup, kulübümüzün üyeleriyle müzik üzerine, aşk üzerine ve aşk felsefesi üzerine terapiler uyguluyoruz. Şimdi bunu gerçek anlamda hayata geçirmenin de zamanı geldi. OQLUB 7 ilk kez Antalya’da hayata geçecek ve bunun devamında İstanbul, Berlin, Paris gibi şehirlerde de benzer terapi merkezlerini hayata geçirmeyi amaçlıyoruz. Antalya bu projeyi gerçekleştirmek için çok uygun bir yer. Antalya şehir olarak çok doğal bir platoya sahip, film içinde ihtiyacımız olan, adeta cennet mekânları diyebileceğimiz yerleri içinde barındırıyor.

Bu bahsettiğiniz OQLUB 7 projesine bir çeşit meditasyon mekanı diyebilir miyiz?

OQLUB 7’yi öncelikle bir mekân olarak tasarlayacağız. Bu mekân aynı zamanda filmimiz için de doğal bir plato olmuş olacak. Burada yaşanan olayları filmin senaryosuyla birleştirerek gerçeklerden yola çıkan bir film çekmeyi planlıyorum. Terapi kulüplerinde tedavi için meditasyon şarttır. Düşleyiş ve hayal kurma terapilerin birincil özelliğidir. Düşleyişle kendilerini sanal bir dünyada hayal eden grup, onlara dinleteceğim müzikler ve gerçekleştireceğimiz titreşimsel müzik ve dans terapileriyle birlikte insanların 5 duyusuna hitap ederek oluşturacağımız bu tedavi seanslarını aynı zamanda da bu filme aktarmış olacağız.

Filmin cast seçimleri Antalya’da mı yapılacak?

Elbette öncelikle Antalya’da olacak; ama Antalya’ya gelemeyenler başvurularını ‘oqlub@loopus.net’ resmi e-posta adresine yapabilirler. İlgilenenler, oyuncu, dans sanatçısı, müzisyen, solist, model, seramik, cam, heykel, illüstrasyon, resim, fotoğraf, grafik, animasyon, endüstriyel tasarım, takı tasarımı, geleneksel sanatlar, kostüm tasarımı ve film prodüksiyon ekibi branşlarında başvuru yapabilirler.

7 kadının 7 günde yaşadığı 7 aşk hikayesi derken, “aşk” olgusunu biraz daha öne mi çıkarmayı hedeflediniz?

Maneviyat ve aşk duygusu insana en iyi gelen şeydir. İyileşmenin ilk esası bence aşık olmak üzerine kuruludur. İnsanın inançlı olması gereklidir. Eğer bu inanç insanı aşık olmaya ulaştırıyorsa, o zaman gerçek anlamda iyileşmeye başlarsınız. İnsanları aşk düşüncesine ulaştırıp, aşık ruhlar haline getirmek birincil hedeftir. Bu yedi kadının o müzisyene aşık olmaları onları iyileştirecek olan şey… Bu aşk duygusundan sonra onlara club içersinde uygulayacağımız sanatsal performanslar onları tedavi edecek. Club içersindeki bu düşleyiş ve hayal ediş onların kendi ülkelerindeki hayatlarından alınan flashbacklerle harmanlanıp “aşkla” tedavi edilecek. Ve filmin sonunda daha sağlıklı bireyler olarak Antalya’dan ayrılacaklar.

Gelişen teknolojinin aşkın büyüsünü bozduğunu düşünüyor musunuz?

İletişim hızının artması, özlemi yok eden bir süreç oldu. Hemen ulaşılabilir olmak, insanlara özlemeyi unutturdu belki de. Birçok şey sanal olarak yaşanmaya başladı. Romantizm, bir aşk mektubu, o mektubu yazarken hissedilen duygular, arzulamak gibi romantik duyguları yitirmeye başladık. Dönüşüm başladı ve aşkın yöntemleri değişmeye başladı. İlişkilerin yöntemleri değişmeye başladı. Daha sanal olarak beyinde yaşanan bir duygu haline dönüşen aşkın sonucunda insanlar artık dokunmadan sevişiyorlar. Her şey nihayetinde beyinde hissedilen bir duygu bütünlüğü; ama organik olan ve insanı insan yapan bağı sanal iletişim hızı ortadan kaldırıyor. Siz eğer dokunduğunuzu hayal ederken dokunduğunuz şey bilgisayarın tuşlarıysa, o elektriklenmeyi hissedemezsiniz. Hem seksüel anlamda, hem erotizm anlamında aşkla hissedilen dokunma, elini tutma, saçlarını okşamak, göz göze gelmek gibi romantik olan olguların bizleri insan yapan ve aşkı ifade eden şeyler olduğuna inanıyorum. Aşk sanal ortamda yaşandıkça bence eksik yaşanıyor.

OQLUB 7’nin ana felsefesi de aşk üzerine mi kuruldu?

Fiziksel olarak bedenimiz yaşlanır; ama ruhumuz tam tersine yaşlandıkça gençleşir. Bunu yaşatan da aşkın sonsuzluğunun farkına varmaktır. Her yaşınızda bir aşk olgusu olmalıdır ve bu sizi ayakta tutan enerjidir. OQLUB 7 felsefesinde de aşkı 5 bölümde ele alıyoruz. Bu isimler “Aşk’la” (in Love) projemin başlıkları, internet üzerinden yaptığımız sohbet ve terapilerimizin isimleri, ayın evrelerine verdiğimiz isimler… İlk Aşk, Beni Buluş, Seni Buluş, Bizi Buluş ve Onu Buluş’la birlikte bu evreler hepimizin yaşamıdır. “İlk Aşk” dönemi dediğimiz 10 ile 20 yaş arasındaki dönemde karşımızdaki insanın çok da önemli olmadığı bir dönemdir. Bu yaşlarda bizler aşka aşık oluruz. Kafamızda yarattığımız bir hayali sevgili vardır ve o sevgiliyi o kalıbın içerisine sokmaya çalışırız. Aşkla yeni tanıştığımız için karşımızdaki insan bizim için mükemmellik ifadesidir. Tanıştığımız her insanı kafamızdaki sevgili hayaliyle örtüştürmeye çalışırız. Eğer o kişi hayalimize uymuyorsa ayrılıklar başlar ve aşk şarkıları ortaya çıkar. ‘Yerine Sevemem’ gibi, ‘Üstüme Basıp Geçme’ gibi şarkılarım da benim ilk ayrılık yaşadığım dönemlerimde ortaya çıkmış şarkılardır. Sonra neden bu acıları yaşadığımızı ve aşk denen şeyin neden bize bu kadar acı verdiğini sorgulamaya başlarız. Bu ayrılık sürecinin suçlusu olarak genelde kendimizi buluruz ve bu dönem “Beni Buluş” dediğimiz dönemin de başlangıcı olur. İnsanlar önce ilk aşkı yaşar ve deneyimler ardından kendilerini bulmaya çalışırlar. Eğer kendini bulmaya yöneldiysen “Beni Buluş” basamağındasındır. Bu dönem komplekslerimizden uzaklaştığımız, kendimizi bulduğumuz bir dönemdir. Bu dönemde yaşanan içsel hesaplaşmalar öncelikle kendimizi sevmemiz gerektiğini, kendimizi sevdikten sonra, ancak gerçek anlamda aşkı yaşayabileceğimizi ve karşımızdaki insanı olduğu gibi kabul edebileceğimizi keşfettiğimiz süreçtir. “Seni Buluş” ise kendini bulduktan sonra başkasını da sevebilme eylemidir. Artık kendini sevebiliyorsan karşındaki için var olmayı öğreneceksin. ‘Ben ve Sen’i buluş gerçekleştiyse eğer, artık “Bizi Buluş” aşamasına gelmişiz demektir. Aynı ışığa uçan pervaneler gibi olacağız. Kıskançlık, çekememezlik barındırmayan ruhlar olarak, ayrıcalıklı bir aşkla bakacağımız bir inanış olacak. Sonsuzluğun merkezinde olandan yani mutlak aşktan bahsediyorum. ‘Bizi Buluş’ evresinden sonra, artık evrensel aşk duygusuna ulaşıyorsunuz ve başka bir canlıyı sevebilmenin getirdiği bu olguyla süreç sizi “O’nu Buluş” a getiriyor. Ben artık Işık Çağı’na geçeceğimize inanıyorum. Bu yüzden insanlara umut ve aşk aşılayan bir proje gerçekleştirmem gerektiğini düşündüm.

ANTALYA OQLUB IN LOVE Filmi için cast seçmeleri 17 Temmuz 2011 saat: 10.00-17.00
AKM-Aspendos Salonu'nda yapılacaktır. Başvuru Branşları: Oyuncu-Dans Sanatçısı-Müzisyen-Solist-Model-Show Grupları

04 Haziran 2011

TAHSİN CEYLAN


Deniz tutkunları, ömür boyu yaşar mavinin sakinliğini… Mavi tutkusu da denizdeki devinimi görselleştiren bir tablodur onlar için…
Sualtı fotoğrafçılığı denince Türkiye’de ilk akla gelen isimlerden biri olan Tahsin Ceylan da mavi tutkunu bir deniz sevdalısı…
Onun sevdası bizimkiler gibi değil, bizim sevdamız da onun ki kadar coşkulu olamaz hiçbir zaman…
Denizlerin derinliklerinde, 200 metreden itibaren ışık yoktur ve karanlık başlar. Bununla birlikte derinliği Everest'in yüksekliğinden bile fazla olabilen okyanusların diplerine varıldığında rengarenk bir dünya ile karşılaşılır. Mavi tutkusu öyle bir sevdadır ki denizden uzakta olduğunda göğe bakıp denizi gören kişi Tahsin Ceylan…
Mavi bir ıssızlığın ortasında korkmak yerine yücelen sevgisiyle kucaklıyor denizi, maviyi, özgürlüğü…
“Poyraz” ismini verdiği kamerasıyla, suyun metrelerce altındaki ihtişamlı yaşama “merhaba” diyor sevgiyle…

“Fotoğrafçılığın sadece ekipmandan ibaret olmadığına inanırım. İyi bir ekipman birçok şeydir ama, her şey demek değildir. Çekeceğiniz fotoğrafın, yüreğinizde oluşturduğunuz görüntünün objektife yansıması olması gerektiğine inanıyorum. Kameranın arkasında duran yürek, her zaman finali belirler. Ve bu, benim hayatımda hep böyle olmuştur. Ruhum her zaman mavi sularda yıkanır" diyen Tahsin Ceylan’ı anlatmak için inanın bu satırlar yeterli değil…
Yüreğindeki tüm güzellikleri gözlerine yansıyan bir duayen, yaşama sevincini, direncini, umutlarını çevresine de yaymaya çalışan, ışığıyla bizleri de aydınlatan “Kaptan Cousteaumuz” Tahsin Ceylan…

Uzun aylardır bu söyleşi için Tahsin Hoca’mın yolunu gözlüyordum. Geçtiğimiz hafta dalış için Kemer’e geldiğini öğrendiğimde düştüm yollara… Rotamız Kemer Yat Limanı, sohbetimize ev sahipliği yapan da “North Star” teknesi…


-İsmi de fotoğraflarınız kadar anlamlı olan son serginizin adı niçin “Denizin Ruhu”?
Türkiye ve Dünya denizlerinden çektiğim görüntülerden oluşan sualtı fotoğraf sergim Ankara Esenboğa Havalimanında açıldı. TAV’ın sponsorluğunda hazırladığım sergi toplam 72 eserden oluşuyor ve büyük bölümünü Türkiye denizlerinin sualtı fauna, flora ve kültürel varlıkları teşkil ediyor. Ankara başta olmak üzere, İstanbul, Antalya- Gazipaşa, İzmir ve TAV’ın işletmesini yaptığı yurtdışı havalimanlarında da 45 günlük periyotlarda sergilenecek. Doğanın fırçası, en güzel ebrularını deniz suyunda boyar. Kıyı yakınında turkuvazken, akarsuların denize karıştığı yerlerde sararır, bulanır. Kış güneşiyle aydınlanan kutuplarda, cam yeşiliyle buz mavisi arasında gider gelir. Derinlere indikçe maviden laciverte değişir. Sonsuzmuş gibi görünen okyanus çukurlarında, sadece siyahtır. Okyanusların mavisiyle kuşatılmıştır kıtalardaki renkler. Tıpkı bir prizma gibi, okyanuslar da güneş ışığını çözümler ve renklerine ayırır. Kırmızının sıcaklığı ilk bir kaç metre derinlikte yok olurken, yüksek enerjili mavi derinlerdeki yolculuğuna devam eder. Dünyaya uzaydan bakanlar için burası, mavi bir gezegendir. Mavi yerkürenin hakim rengidir. Oysa, doğanın tüm bu yaratıcı çabası bir bardak suda kaybolur. Su şeffaflaşırken, sanki ruhunu kaybeder. Mavi, denizin ruhudur... Bu yüzden de sergimin adı “Denizin Ruhu”
-Sanatsal değeri olan fotoğraflar çekmek mi yoksa nesli tükenmekte olan canlıların fotoğraflarını çekmek mi size daha çok keyif veriyor?
Nesli tükenmekte olan bir canlının fotoğrafını çekmek benim için çok daha anlamlı ve keyifli diyebilirim. Sualtı fotoğrafçılığı hayatımda, beni en çok heyecanlandıran görüntülerin başında, Kaş'ta görüntülediğim ve "Princess" adını verdiğim denizatı gelir. Böylesine büyüleyici bir fotoğrafı, bir kez daha çekebileceğime asla ihtimal vermiyorum. Bir kez yaşa, bin kez hatırla dedikleri bence bu. Denizatları Akdeniz bölgesinde nesli tehlike altında olan canlılardan biri. 2002 yılında Kaş’da çektiğim bu denizatının erkek mi dişi mi olduğunu bilmediğim halde, ben fotoğrafa bakarak ismini prenses koymuştum. Yıllar sonra çektiğim o fotoğraftaki canlının gerçekten de dişi bir denizatı olduğunu öğrendim. “Princess” isimli o fotoğraf ulusal ve uluslar arası yarışmalarda bir çok ödül aldı. Ama en önemlisi 2005 yılında Amerika’da yapılan dünya denizatları yarışmasında büyük ödülü alarak 2432 fotoğraf arasından“dünyanın en iyi 10 denizatı fotoğrafı” ndan biri seçildi. Akdeniz fokları da yine nesli tükenmekte olan ve WWF tarafından koruma altına alınan canlılardan biri. 1997 yılında çektiğim Akdeniz Foku fotoğrafımı daha sonradan WWF afiş olarak kullandı. Bu çalışmalar benim için kelimelerle anlatamayacağım kadar anlamlı ve duygu yüklü…
- Akdeniz’deki balık popülasyonunda hızlı bir azalmadan bahsediliyor, sizin gözlemleriniz neler?
Çok doğru. Akdeniz’deki balık popülasyonu hızla azalıyor. Doğal evrim dediğimiz düzende, azalan ve yok olan balık popülasyonunun yerini “egzotik göç” dediğimiz Kızıldeniz kökenli canlılar almaya başladı. Akdeniz kökenli canlılar önlem almadığımız sürece günbegün yerini bu canlılara bırakarak yok oluyor. Özellikle deniz kirliliği de deniz canlılarının türlerinin azalmasında önemli bir faktör… Kirlilikten kastımız suyun üzerinde görülen ya da görülmediği için temiz olduğu düşünülen evsel atıklar değil. Asıl tehlikeli olan ve önlem gerektiren kirliliğe “okyanusların asitlenmesi” diyoruz. Birleşmiş Milletlerin 2011 yılı raporunda bu çok belirgindir ve Akdeniz bu konuda ön sıralardadır. Asit oranı arttıkça kabuklu canlılar (istakoz,yengeç gibi) bu asitlenmeden ilk etkilenen canlılardır. Onların kabukları bu asitlenmeye dayanıklı olmadığı içinde özellikle erişkin olamadan ölüm oranlarının arttığı tespit edilmiş.
Tahsin Ceylan: “ Kemer’in bütün kanalizasyonu Paris Batığı’na akıyor”

Deniz kirliliği dediğinizde paylaşmak istediğim bir başka olay da Kemer’de, dün akşam yaşadıklarımız. Kemer Yat Limanının 1,5 mil açığında bulunan Paris batığı aynı zamanda Türkiye’deki “En İyi 10 Dalış Noktası”ndan biri olarak seçildi. Birinci Dünya Savaşı sırasında batan geminin nakliye amaçlı kullanıldığı düşünülüyor. 1896 yılında inşa edildiği tahmin edilen gemi, üç güverte ve iki ambara sahip. Kıç taraftaki ambarda cephane bulunmakta. Yüzbaşı Mustafa Ertuğrul ve arkadaşları tarafından kıyıdan top atışıyla batırılan Paris savaş gemisi, suyun altında biblo gibi duran çok ender batıklardan birisidir. Yıllarca biz bu batığın görüntülerini çektik. Slayt çektiğim yıllarda üzerinde top vardı. Başka cephaneler vardı. Yıllar içinde bunlar çalındı. İşin daha da garibi geçtiğimiz yıllarda Kemer Belediyesi ilçenin arıtma ihalesini açıyor. Aslında 800 metre ileriden gidilmesi gerekirken kanalizasyon boruları, Paris batığının tam yanından geçiriliyor. Bu borunun yaklaşık bir yıl önce tam batığın yanındaki bölümü patlıyor. Belediyeye söylediğimizde, bize “ihaleyi alan müteahhit kötü malzeme kullanmış o yüzden olmuştur” dediler. Uzun aylardan sonra dün akşam yine Paris batığına bir dalış gerçekleştirdik ve ne yazık ki yaklaşık bir yıldır bütün bu ilçenin kanalizasyonunun Paris Batığının üzerine gelmiş olduğunu fark ettik. Biz dün akşam kokudan o kadar rahatsız olduk ki beş dakikadan fazla kalamadık ve yüzeye çıktık. Turizme bu kadar önem veren bir ilçe olan Kemer’deki yetkililerin bu olaya olan duyarsızlığını kınıyorum.

Ceylan: “Lüfer balığı, henüz lüfer olamadan tükeniyor, bitiyor”

-Sizce “Sürdürülebilir Yaşam” kavramı konusunda ne kadar bilinçliyiz?
İnsanoğlunun doymak bilmez bir iştahı var. Vahşi kapitalizm dediğimiz sistemi, bizler denizlerde yaşayan canlılara baktığımızda çok daha net hissedebiliyoruz. İnsanoğlu denizleri Tanrıların kendilerine bahşettiği tarlalar olarak görüyorlar. Mesela bazı balıkçılar bir foktan önce denizdeki balığın kendi hakkı olduğunu düşünüyor ve balıkçı diyor ki “fok benim balığımı yedi” Bu cümle aslında tüm yaşananların özeti gibi. “Sürdürülebilir Yaşam” kavramını Türk insanı henüz tanımıyor. İnsanlar tüketebilecekleri doğal besin kaynaklarını mutlaka nüfuslarıyla doğru orantılı bir şekilde planlamak zorundalar. Bu planlamalar içinde öncelikle ciddi AR-GE çalışmaları yapılmasını sağlamalılar. Türkiye’de nesli tehlike altında olan tür sayısı sürekli artıyor. Bunun nedenlerinin başında da koruma önlemleri almadan sadece tüketime yönelik alışkanlığımızdan vazgeçememiş olmamız yatıyor.
-Peki, bizler bu bıyıklı ve şirin Akdenizliyi "Akdeniz Foku'nu" ne kadar tanıyoruz ve yaşam hakkına ne kadar saygılıyız?
Akdeniz foku, yeryüzünde yaşamakta olan en nadir canlı türleri arasında. Yaşam alanında korunmasıyla ilgili olarak Dünya Doğayı Koruma Vakfı (WWF) öncülüğünde, dünya ülkelerinin birçoğunda özel koruyucu kanunlar çıkartıldı ve nesli ileri derecede tehlike altında… Akdeniz Foku’nun bugün bilinen yaşam alanları Türkiye ve Yunanistan kıyıları, Maderia Adaları, Moritanya ve Batı Sahra kıyılarıdır. En yoğun gözlendiği alan ise Türkiye ve Yunanistan kıyıları olup, bu alanlarda 300-400 bireyin yaşadığı tahmin ediliyor. Ülkemizde de sadece 50 civarında bireyin yaşadığı ifade ediliyor. Yeryüzündeki tüm popülasyonun da, 500-550 civarında olduğu sanılmakta...
Akdeniz Foku bir deniz memelisidir. Besinini denizden temin eder ve denizde çiftleşir; ancak doğurmak, dinlenmek, uyumak, yavrularını büyütmek ve güneşlenmek için karaya gereksinim duyar. Bu nedenle kıyısal alanda yayılım gösterirler. Nesillerinin tehdit altında olmalarının en önemli nedeni de, kıyı şeritlerinin insanoğlunun istilasına sürekli maruz kalmasıdır. Artan insan baskısı sonucu günümüzde foklar daha çok, insanların ulaşamadıkları mağaraları yaşam alanı olarak seçmekteler. Ancak Akdeniz Foku’nun kullanabileceği ve içerisinde yavrulayabileceği mağara sayısının sınırlı olması, bu türün üremesini de sınırladı. Ekolojik olarak hızla fakirleştiğimizi de düşünürsek denizlerde azalan besin, fokların da kolay besin teminini zorlaştırmakta... Yeterli besin bulamaması da, yine bir diğer tehdit unsuru foklar için. Ve hepimiz için mutlak bir gerçek var ki, o da “Akdeniz Foku’nu korumak, Akdeniz’i korumaktır”
-“Caretta Caretta” dediğimiz deniz kaplumbağaları da sanırım foklarla benzer bir kaderi paylaşıyor değil mi?
Gerekli koruma önlemlerinin çoğu bizim birinci bölge dediğimiz, önem taşıyan bölgelerde uygulanmıyor. Bu bölgelerde deniz kaplumbağalarını ve onların yumurtalarını bıraktıkları sahilleri korumak amacıyla daha birçok önlem alınabilir. Yasal olmayan kum çıkarma işlemi yumurtlama alanı olan kumsallarda durdurulmalı. Küçük ve yetişkin kaplumbağalar üzerindeki suni ışık kaynaklarının düzen bozucu etkileri üzerine daha fazla araştırma yapılmalı. Kumsalları kullanan yerli halk ve turistler için eğitim programları düzenlenmeli ve kumsal kullanımı için daha sert kurallar uygulanmalı. Ek olarak zararın fazla olduğu bölgelerde yuva koruma prosedürleri uygulanmalı. Balık avlanmasının neden olduğu deniz kaplumbağası ölümleri araştırılmalı ve gerekli önlemler alınmalı. Asıl odak noktası önem sırasına göre ilk sıradaki yuva alanlarına yönelmeli ancak diğer alanlar da koruma altına alınmalı. “Chelonia Mydas” daha kritik bir durumda olduğundan, bu türe özel koruma önlemleri alınmalı…
-Ülkemizdeki deniz canlılarıyla ilgili son veriler düşünüldüğünde ne durumdayız?
Ülkemizi çevreleyen denizlerde 5.000 civarında omurgasız, 450 civarında balık ve 400 civarında alg’in yaşadığı ifade edilmekte. Son yıllarda deniz balıkları faunasına yapılan ilavelerle birlikte 450’e yakın balık türünün Türkiye kıyılarında dağılım gösterdiği ve bu türlerin yaklaşık %61’i Atlantik-Akdeniz, %18’i Akdeniz endemik, %14’i Kozmopolit ve %7’si Kızıldeniz kökenli olarak belirlenmiş. Karadeniz balık faunasının da %75’i Akdeniz kökenlidir. Bu balıkların bir kısmı devamlı Karadeniz’de kalmakta, bir kısmı ise beslenme ve üreme amacıyla Akdeniz ile Karadeniz arasında göç etmektedir. Göç eden türlere örnek olarak Kılıç Balığı, Lüfer, Uskumru ve Palamut verilebilir. Son 50 yıldır Karadeniz’de meydana gelen ciddi ekolojik değişimler, pollusyon baskısı ve aşırı avcılık nedeniyle, pek çok balık türünün stokları belirgin şekilde azalmış durumda. 1950’li yıllarda sıklıkla rastlanan kılıçbalıkları, artık Karadeniz ekosisteminin en kırılgan balıkları arasında yer alıyor. Balıkların yanı sıra, sıcaklık ve tuzluluğun en uygun koşullarda bulunması nedeni ile midye ve salyangozlar gibi yumuşakçalara da sadece Karadeniz’de yoğun olarak rastlanıyor.
-Çevre projelerinde etkin rolü olan Mavi Tutku ekibindesiniz aynı zamanda. Geçtiğimiz dönemde ne gibi projeler gerçekleşti?
Geçtiğimiz yıl önemli projeleri hayata geçirdik. Öncelikle “Halikarnas Balıkçısı” Cevat Şakir Kabaağaçlı'nın “denizin en deniz olduğu yer” diye tanımladığı Gökova, yoğun çabalarımız sonucunda özel çevre koruma bölgesi ilan edildi. Azmak çayının hayat verdiği sularda yürütülen " Türkiye'nin deniz ve kıyı koruma alanları sisteminin güçlendirilmesi" çalışması ülkemizde ilk defa yapılıyor. Bu sürecin başından beri içindeydik. EKAD (Ekolojik Araştırmalar Derneği) ve Mavi Tutku ekibi olarak görüntüleme çalışmalarda bulunduk.Özellikle nesli tehlike altında olan Lahos,Orfoz ve diğer türlerin koruma altına alınması amacıyla balıkçılığa kapatılan deniz koruma alanlarında pelajik alanlar ve bentik alandaki makro canlıların fauna ve florasının tespitine yönelik yapılan çalışmalar kapsamında görüntüleme çalışmaları da yaptık. Bunun yanında Aralık 2010 ayında biri Mersin Bozyazı’da diğeri Kaş’ta bulunan ve yaşamsal tehlike sınırında olan iki yavru Akdeniz Foku SAD ve AFAG ekipleri tarafından yaklaşık 4 ay Foça’daki Akdeniz Foku rehabilitasyon merkezinde tedavi edilmelerinin devamında 2 Nisan günü Mersin Bozyazı’da doğaya bırakıldılar. Şimdi de özgürlüklerine kavuşacakları günü bekleyen iki yunusumuz var. Uzun süre Kaş’daki yunus havuzunda esaret altında tutulan ve daha sonra Fethiye’deki havuza nakledilen ve SAD-DEMAG(Sualtı Araştırmaları Derneği-Deniz Memelileri Araştırma Grubu) ve Born Free Foundation (BFF) ortak çalışmalarıyla 6 yıllık esaretlerine son verilecek olan iki Afalina yunusu Tom ve Misha… “Maviye Dönüş” projesi kapsamında Gökova’da (SAD Deniz Canlıları Rehabilitasyon Merkezi) uzman ekiplerce doğaya uyum rehabilitasyonları yapılıyor. Altı ay ile bir yıl arasında sürecek olan rehabilitasyon sürecinde yunusların doğal ortamda yaşamaya ve kendi çabalarıyla avlanma yetilerine kavuşabilmeleri durumunda geri kalan yaşamlarını mavi derinliklerde özgürce yaşamaları sağlanmaya çalışılıyor.
-Hayatınızı adadığınız “deniz ve mavi” kelimeleri size ne hissettiriyor?
Deniz ve mavi benim için paylaşmaktır.Tıpkı yaşamak gibidir paylaşmak. Bununla ilgili şöyle bir ifade içime işlemiş. Özellikle nesli tükenen canlıları en azından fotoğraflarla gelecek kuşaklara taşıyalım diye, kendimce bir nedenim var. Bu sulak gezegene bir vefa borcumuz var ve ben de bunu tanıyarak, tanıtarak gelecek kuşaklara aktarmaya çalışıyorum. Sevgini paylaş, kendini paylaş, bilgini paylaş diyoruz. Bu konuda şükranla andığımız Jacques-Yves Cousteau’nun yaşamıma etki eden bir ifadesi var. Bu söylemini bir kez daha hatırlayalım istiyorum. “Zevk satın alabileceğiniz bir şeydir. Ama neşeyi satın alamazsınız... Eğer kendiniz için bir şey alırsanız bundan keyif duyarsınız, size zevk verir. Ancak neşelendirmeyebilir. Bu bencilce bir tatmindir. Neşe paylaşmaktan gelir. Yaşamaktan neşe ve mutluluk çıkarmak için birkaç yol vardır. Birincisi elinizde olanı paylaşmaktır, ki bu sevginin göstergesidir. Bir diğer yol sevginin kendisidir. Bu sadece elindekini değil, kendini paylaşmaktır. Başka biri de evren ile ilgili bilginizi çoğaltmaktan geçer. Bilgi insanı büyütür ona yeni bakış açıları kazandırır ve ona sahip olan kişilere neşe ve mutluluk kaynağı olur. Başkalarını düşünmek için kendinizi unuttuğunuz her an neşeli ve huzurlu bir hayat tarzına ulaşırsınız...”


Tahsin Ceylan Kimdir?

Sualtı Sporlarına 1986 yılında Cankurtarma ve İlkyardım Eğitimleri ile başlayan Tahsin Ceylan, 1959 yılında Diyarbakır'ın Dicle ilçesinde doğdu. 1994 yılında Sualtı Fotoğrafçılığına, 1997 yılında ise sualtı video çekimlerine başlayan Tahsin Ceylan, şimdiye kadar Kızıldeniz, Atlantik Okyanusu, Pasifik Okyanusu ve Türkiye Karasularında, görüntüleme amaçlı sayısız dalış yapmıştır. Çalışmalarının ağırlık bölümünü Türkiye denizlerindeki sualtı yaşamını görüntülemek oluşturmaktadır. Tahsin Ceylan'ın 1995 yılında katılmaya başladığı ulusal ve uluslararası sualtı fotoğraf yarışmalarında çeşitli dallarda toplam 74, 1999 yılında katılmaya başladığı sualtı video çekimi yarışmalarında ise, toplam 18 ödülü bulunmaktadır. Bugüne kadar. "Mavi Derinliklerin Gizemi" adıyla dört, "Sualtından Türkiye" adıyla üç ve "Denizin Ruhu" adlı kişisel sualtı fotoğraf sergileri açmıştır.