30 Temmuz 2009

MİRJALOL HUSANOV

Türk ve Doğu Slav halklarının ilişkileri çok eski dönemlere uzanmaktadır. Türkler ve Ruslar yüzyıllar boyunca farklı nedenlerle sürekli etkileşim halinde olmuşlardır. Aynı coğrafyayı paylaşmaları, birbiriyle komşu olmaları her iki halkın maddi ve manevi kültüründe büyük izler bırakmıştır. Eski Türk ve Rus geleneklerini kıyaslarken de bu izleri görmek mümkün... Türklerin ve Rusların yılın belirli günlerinde, aile ve toplum yaşamının en önemli anlarında, hastalık, doğal afetler vs. karşısında yerine getirdikleri, kendilerine özgü birçok gelenekleri olmuştur. Bazen bu geleneklerin ilginç bir şekilde örtüştüğünü görmek de mümkündür. Rusya, müzikten edebiyata, baleden resime kadar sanat ve kültürün hemen her alanında dünyadaki temel merkezlerden biridir. Ruslar oldukça dışa dönük ve yeniliklere kolay uyum sağlayabilen bir yapıya sahipler. Rusya halkının sıcaklığını ve insanlarının kültürel birikimi ise onları tanıdıkça daha iyi anlıyorsunuz. Rusya’da kaç Türkiye vatandaşının yaşadığını bilmiyoruz. Ama TC Çalışma Bakanlığı verilerine bakılırsa, bu sayı 25 binin üzerinde…


Öte yandan Rus-Türk evlilikleri iki ülkenin ilişkilerinin geleceğini akrabalık bağları ile pekiştirmeye başladı bile… İki ülke halkı birbirini tanıdıkça önyargılar değil kaynaşmalar yaşanıyor.



Küresel mali kriz, tüm dünyada olduğu gibi Rusya’da da kendini önemli ölçüde hissettirdi ve buna bağlı olarak bu yıl Antalya turizmindeki durgunluk ve belirsizlik de yatırımcıları endişelendirmeye devam ediyor.



Antalya’yı hem yaşamak hem de tatil yapmak için tercih eden Rus halkı hakkında merak edilenleri ve turizm sezonu ile ilgili değerlendirmeleri Türkiye’nin Rusya Federasyonu Antalya Başkonsolosu Mirjalol Husanov ile konuştuk. Rusların Antalya’yı çok sevdiklerini ve benimsediklerini belirten Husanov, “Ayrıca Ruslar Türk mutfağını da çok seviyorlar. Rusya`ya döndüklerinde buradaki yemekleri özlüyorlar” dedi.



İki yıldır Antalya’da görev yapan ve gelen turistlerin Antalya’dan çok memnun olduklarını belirten Mijalol Husanov, Rusya’daki ekonomik kriz dönemine dair merak edilenleri bizlerle paylaştı.



Bu keyifli söyleşinin ardından uzun yıllar Türkiye'de görev alan Başkonsolos Mirjalol Husanov'un güzel Türkçesi ve sempatik tavırlarına hayran kalmamak mümkün değildi. Bu yıl gündeme gelen küresel mali kriz Antalya turizmini çok ciddi ölçüde etkiledi ve Rus insanının hayatında ne gibi değişiklikler yaratacak hep beraber göreceğiz.



Hani Rusların dediği gibi;



Po jiviom, Uvidim… Yaşayalım, görelim…




-Rusya Federasyonu küresel ekonomik krizden ne boyutta etkilendi?



Tüm dünyada olduğu gibi kriz Rusya’yı da önemli ölçüde etkiledi. Diğer sektörlerin yanı sıra turizm sektörü de bundan nasibini aldı. Rus vatandaşları yapılan araştırmalara göre eskiye oranla yüzde 20 oranında yurtdışı gezilerini azalttılar. Ama bu azalma her yerde olası değil, ancak uzun destinasyonlarda geçerliliğini koruyor. Amerika ve adalara gidişlerde daha fazla azalma var. Kriz ortamında turizme ihtiyacı olan ve ekonomisi yurtdışından gelen turistlere bağlı olan ülkeler kendi aralarında müthiş bir rekabet uygulamaktadırlar. Bundan dolayı da ucuza tur satan ülkelere daha çok turist gidiyor. Bu ülkelerde turist sayısında azalma daha azdır. Antalya ise bu yelpazenin ortasında bulunmaktadır. Antalya turizmini ucuz bir turizm olarak değerlendirmek doğru olmaz. Konum olarak da Rusya’ya yakın olduğu için Antalya bu sıralamada ortalarda bulunmaktadır. Rusya’dan gelen turist sayısında yüzde 20’lik bir azalma var. Ama bu kriz ortamında doğru kriz politikası üretmek çok önemlidir. Ben turizmci değilim ama bazı durumlarda müşteriyi kaybetmemek adına geçici bir süre maliyetine çalışmak da makul olabilir. Bu konuda görüş belirtmem ne kadar doğru bilemiyorum ama turizmci arkadaşlar bu konuları benden daha iyi bilirler. Kar olmazsa turist gelmesin düşüncesi mi daha doğru yoksa maliyetine de olsa mevcut profili korumak mı daha doğru buna turizmciler karar verecekler. Ama özelllikle bu yıl, bu şartlarda gelen turistler ilerleyen yıllarda mutlaka artarak gelmeye devam edecektir. Uzun vadede düşünecek olursak mevcut potansiyeli korumak ve turistleri kaybetmemek bence çok önemli çünkü, bu potansiyeli kaybederseniz yeniden oluşturmak zaman alabilir. Kriz ortamı elbetteki aşılacak ve Rusya’daki vatandaşların gelir durumu da düzelecek. Antalya’ya geçen yıl gelen 2 milyon beşyüz bin turist bir tavan rakamı olmamalıdır. Bu destinasyon canlı tutulduğu takdirde, rakamın her yıl artarak çoğalacağını düşünüyorum.



-Antalya’ya tatile gelen Rus vatandaşların ‘tatil’den beklentileri nelerdir?



Buraya gelen turistlerin başlıca beklentileri “kalite”. Çünkü şu anda buraya tatil için gelen turistlerin büyük çoğunluğu güneş, kum, deniz ve yemekleri için geliyor. Türk kültürünü tanımak ve iyi bir servis almak istiyorlar. Otellerdeki yemek kalitesi ve servis çok önemlidir. Eğer bu konuda taviz vermeye başlanırsa kalite çok çabuk düşebilir. Eğer turizm tüketicisiyseniz herşey sizin için çok önemlidir. Turistler normal çalışma ortamlarında dikkat etmedikleri şeylere tatil söz konusu olduğunda çok daha fazla dikkat ediyorlar ve kaprisli olabiliyorlar. Kaliteli hizmet devam ettiği sürece reklama gerek kalmıyor zaten turist seçerek ve isteyerek geliyor. Ama sade bir vatandaş gözüyle görülebilecek eksiklikler ve hizmette sorun varsa ne kadar reklam yaparsanız yapın, insanların fikrini değiştiremezsiniz. Bazen bir personel hatası bile otele çok şeye malolabilir. Çünkü günümüz teknolojisinde artık herkes internet üzerinden haberleşmeye başladı ve tatil forumlarında her türlü memnuniyeti ya da şikayeti görmeniz mümkün.



-Turizm yatırımcıları son yıllarda herşey dahil sistem yüzünden ikiye bölünmüş durumda. Bir grup kaldırılmalı derken, diğerleri kesinlikle çok sayıda turist kaybı olur görüşünü savunuyorlar. Sizce herşey dahil sistem Rus turistler için ne kadar önemli ?



Bu iş araç-amaç meselesidir. Herşey dahil sistem bir araçsa, güzel bir araçtır. Ama herşey dahil sistem bir amaçsa o yanlıştır. Herşey dahil sistem sadece kitlesel turiste değil, VIP turiste de hizmet eden bir araçtır. Turist geliyor ve parayı düşünmüyor. İstediği kadar tüketiyor ve kaliteli bir hizmet alıyor. Bende herşey dahil sistemde çok tatil yaptım. Cüzdan taşımak zorunda olmamak benim için önemli bir ayrıntı… Tur almadan önce iyi bir para ödüyorum ve kaliteli bir hizmet bekliyorum. Bu sistem amaca dönüşürse ve kalite düşürülmeye başlanırsa çok kötü bir sistem. Turist verdiğimi yemek zorunda, ben parasını aldım gerisi önemli değil diye düşünülüyorsa çok çok kötü bir durum… Herşey dahil sistem sayesinde Türkiye’ye çok turist geldi ve turizmde büyük bir atılım yaşandı. Asıl zor olanın bu sistemi kaldırmak yerine kaliteyi korumak düşünüyorum. Belli bir kaliteden ve fiyattan taviz verilmediği sürece herşey dahil sistem her zaman bir tercih faktörüdür.



-Antalya’da yaşayan yabancıların en büyük sorunu nedir?



Antalya’da yerleşik olan Rus vatandaşların çoğunluğu kültür düzeyi yüksek, genç ve dinamiktir. Onların ana özelliği buradaki topluma intibak etmiş olmalarıdır. Ayrı bir Rus köyünde ya da mahallesinde ghetto şeklinde yaşamıyorlar. Onlar Türk ailelerinin içinde yaşamaktadırlar. Dolayısıyla Antalyalıların sorunları neyse Antalya’daki yerleşik yabancıların da sorunları aynıdır. Sadece ilk geldiklerinde kültür farklılıkları, din ve dil farklılıkları açısından eksiklikleri olabiliyor. Ama şimdiye kadar dil sorunundan dolayı herhangi bir şikayet ya da taleple karşılaşmadık. Din farklılıklarına gelince, elbetteki çok önemli ama bağnaz ve kökten dinci olunmadığı sürece din hürriyeti var ama bunu algılama ve uygulayış biçimi herkese göre farklı olabiliyor. Yine de iki dinin ve kültürün kaynaşmasından dolayı Antalya’da her yıl 400’e yakın evlilik yapılıyor.



-Rus vatandaşlar size en çok hangi konularda başvuruyorlar?



Öncelikli karşılaştığımız sorun dalgınlıkla pasaportunu kaybedenler oluyor. Bazen de ciddi sorunlar yaşayan turistlerle ilgili başvurularımız oluyor. Kaldıkları oteldeki kalite ve servis memnuniyetsizliği de maalesef şikayetler arasında… Alkollü turistlerle yerel halkın yaşadığı bir takım problemler olabiliyor ama bunlarda gene karşılıklı hoşgörü ve anlayışla çözülüyor. Ayrıca tatil yapanların ve halkın iletişimiyle de bu tür sorunlarda yıldan yıla azalma gözleniyor. Gelen insanların yüzde 99,9’u memnun ve mutlu ayrılıyor. Asıl önemli olanda bu…



-Özellikle yaz aylarında sezonluk işçi olarak kayıt dışı çalıştırılan yabancılarla ilgili son yıllarda yeni yapılanmalar var mı?



Bu olay bir ülkenin mevzuatı ve ülkedeki yabancı çalıştırma kuralları çerçevesinde uygulanmalıdır. Yabancı işçi çalıştırmak için aylar öncesinden başvuru yapılmalıdır. Çoğu zaman cevap sezon sonuna doğru gelmektedir. Antalya’da kayıt dışı çalışanlar varsa bunları mevzuat olarak değerlendirmek uygun olur. Sezonluk işçileri kayıtlı çalıştırmak mümkün değil. Çünkü neredeyse bir yıl öncesinden işverenin izin için başvurması ve gerekli belgeleri tamamlaması gerekmektedir. Buna rağmen izinler sezona yetişmemektedir. Böyle olunca da işverenler işin kolayına kaçıyor anladığım kadarıyla ve yabancılar stajer kadrosuyla çalıştırılıyor. Gerçekten stajer olanlarla, olmayanlar birbirine karışmaktadır. Üstelik stajer kadrosunda çalışıp ücretini alamayan bir yabancının kanunen de hiçbir hakkı olamıyor. Türkiye eğer yabancıları resmi olarak çalıştırmak istiyorsa mevsimlik işçilerle ilgili yeni bir mevzuat yapılandırması yapmak zorundadır. Kayıt dışının tek çözüm yolu şuan için budur. Rusya eğitim konusunda çok ciddi yatırımları olan bir ülkedir. Turizm sektöründe yeterli otel bulunmadığı için de stajer öğrencilerin ilk tercihi Antalya oluyor. Ama bunun yanında stajer olmayanlarda aynı haklara sahip olarak çalışmak zorunda kalıyorlar.



-Özellikle yabancı uyruklu kadınları çalıştıran insan tacirleriyle mücadelede ne aşamaya gelindi?



Bu olaylardaki bilinç düzeyinde artış olduğu gözlenmeye başladı. Bu olay anormal derecede kar getiren birkaç yasadışı eylemden biridir. Devletlerin hem ulusal hem de uluslar arası düzeyde yaptıkları çalışmalar ve dayanışma bu olayların azalmasında ciddi rol oynadı. Hem Türkiye’de hem de Rusya’da bu konuyla ilgili ciddi önlemler alınmaktadır. Bir sorunu çözmek istiyorsanız o sorunun kökünü kazımanız gerekir. Bu insan ticaretini yapan çetelerin dağıtılıp etkisiz hale getirilmesi bu olaylardaki en etkin çözüm şeklidir. Araç olarak kullanılan ve bu olaylarda mağdur olan kadınları sebep olarak göstermek doğru değildir. Bu konuyla ilgili mücadele programları oluşturuldu ve sonuçlarını almaya başladık. Son yıllarda bu olaylarda ciddi azalma gözleniyor. İnsan ticaretinde her ülkeden ve her milletten insan kullanılıyor. Kadınları bilinçlendirmeye yönelik programlar oluşturuldu ve ciddi bir çalışma yapılıyor. Bu suçla mücadelede uluslar arası bir politika uygulanmasının en etkin ve kalıcı çözümü oluşturduğunu gözlemliyorum.



-Antalya’da yaşayan Rusların eksikliğini duydukları bir beklentileri var mı?



Rus toplumunun yeniliklere ve kültürel kaynaşmaya açık bir yapısı var. Dış kültürlere adaptasyon kabiliyeti Ruslarda oldukça yüksektir. Bazı ülkelerin vatandaşları kendi yemekleri dışında bir yemeği yiyemezken ya da kendi tarzları dışındaki kıyafetleri benimseyemezken Ruslarda durum tam tersi… Çok kolay adapte oluyorlar ve gittikleri yerlere kendi restoranlarını ya da butiklerini açmaya ya da bir Rus mahallesi oluşturmaya gerek görmüyorlar. Yerleştikleri ülkenin kültürüden bir şeyler öğrenmek ve kendi kültürlerinden bir şeyler anlatmak, kültürlerarası köprü oluşturmak konusunda son derece uyumlular. Eğer Ruslar gittikleri ülkelerde kendi restoranlarını kendi butiklerini açmış olsalardı sayıları bu kadar fazla olmayacaktı ve bu kadar kolay evlenemeyeceklerdi. Geçen yıl Türk- Rus ailerin çocuklarının eğitim alabileceği Rusça eğitim veren Rusya Milli Eğitimi müfredatına uyan ve resmi diploma veren bir okul açtık. Bu da hem ailelerin eğitim konusundaki kişisel tercihlerine saygı duymak hem de Rusya’ya dönmeyi planlayan ailelerin çocuklarının sıkıntı yaşamamaları için yapılan bir çalışma oldu.





Mirjalol Husanov Kimdir?



1963 yılında Taşkent’de doğdu. Moskova Devlet Üniversitesi Uluslar arası İlişkiler Enstitüsü’nden 1985 yılında mezun oldu. 1985-92 yılları arasında Sovyetler Birliği Büyükelçiliği görevinde bulunan Husanov, 1992-94 yıllarında Moskova Dış İşleri Bakanlığı’nda, 1994-97 yıllarında Rusya Federasyonu Büyükelçiliğinde, 1997-99 yıllarında İstanbul Başkonsolosluğunda,1999-2007 yıllarında Moskova Dış İşleri Bakanlığı’nda çalıştı. 2007 yılında başladığı Antalya Başkonsolosluğu görevine halen devam etmektedir. Mirjalol Husanov, Rusça, Özbekçe, Türkçe, İngilizce, Fransızca ve Arapça bilmektedir.

11 Temmuz 2009

YANGIN UÇAKLARI



Antalya alevlere uyandığında, geçen yıl bu mevsimdeydi. 31 Temmuz sabahı dünyanın en güzel yeşil dokusunun bulunduğu Taşağıl’dan yükselen alevler bir hafta boyunca sönmedi. Kuzey - Güney uzaklığı 50 km olan Taşağıl yangınında, alevler geride binlerce hektar kül, yıkılmış köyler ve iki ölü bıraktı. Yaralar sarıldı belki ama yaşanan facianın izleri hafızalarda tazeliğini koruyor.


Havaların ısınmaya başlamasıyla ülkemizin hatta dünyamızın geleceğini tehdit eden orman yangınları artış gösteriyor. Antalya bölgesinde son yıllarda artan orman yangınları adeta milli felaketlere dönüştü.

Ormanlar, ihmal, dikkatsizlik sonucu veya kasıtlı olarak yakılıyor. Çoğumuzun önemsemeden arabasının camından fırlattığı cam şişeler, piknik keyfinin söndürülmeden dökülen mangal kömürleri, bazen bir izmarit bazende içi su dolu bir pet şişe, binlerce ağacın kül olmasının ve yüzlerce hayvanın evsiz kalmasının başlıca sebepleri…


Tarla açmak için, anız yakmak için ya da kaçak yapılaşma için yakılan ateşler bir anda kontrolden çıkıveriyor ve sonuç yine hüsran…

Geçtiğimiz yıl bir hafta süren Manavgat- Serik yangınında, 76 konut, 94 ahır, camii, köykonakları ve okullar zarar gördü. Karataş köyünden iki vatandaşımızı alevlere kurban verdik. Antalya’dan Manavgata giderken yolun sol tarafındaki gri çıplak dağlar, facianın canlı kanıtı…
Antalya’nın en büyük orman yangını olarak literatüre geçen Taşağıl yangını ardından, alınan önlemler ve teknolojinin kullanımı gelecek faciaları önlemede birazda olsa içimizi rahatlattı.



Bu büyük felakatin ardından en çok konuşulan konulardan biri de, yangın uçakları konusundaki yetersizliğimiz oldu.


Türk Hava Kurumu’nun (THK) ve Orman Genel Müdürlüğü’nün katkılarıyla 5 yeni uçak alındı. Bunlardan iki tanesi 4 milyon 700 bin dolara mal oldu ve Antalya merkezde konuşlandırıldı. THK’ya verilen kurban derilerinden elde edilen gelir yangın uçaklarına dönüştü. Başta Antalyalılar olmak üzere tüm Türkiye’nin tek yürek olduğu yangının ardından yapılan bağışlar toplumsal dayanışmanın önemini bir kez daha gözler önüne serdi.

Antalya Orman Bölge Müdürlüğü tarafından ormanların gençleştirilmesi için her yıl 1,5 milyon fidan dikiliyor. Taşağıl yangınında kaybedilen 20 bin 552 hektarlık alanda ormanlaştırma çalışması kapsamında 2 milyon 100 bin fidan dikildi.

Antalya’da konuşlandırılan ve her an göreve hazır bekleyen yangın uçakları ve bu uçakların personeli bu hafta bizlere yaşanan faciaların bilinmeyen yüzünü gösterdi. Mersin, Denizli ve Fethiye’de de konuşlandırılan yangın uçaklarıyla birlikte Antalya’nın etrafı bu yıl “Uçan Gemilerle”çevrilmiş durumda… Hem denizde hem de havada gidebilen ve kanatları hariç dev bir gemiyi andıran teknoloji harikası uçaklar marifetleriyle şaşırtıyor.

Emekli Albay Pilot Süleyman Selçuk, Emekli Pilot Yakup Kameroğlu, Emekli Uçak Teknisyeni Muhammed Güçlü ve İsmail Saran ile Orman Bölge Müdürlüğü temsilcisi Mehmet Bilgi Birkan’la beraber, Kanada’dan gelen yabancı pilotlar Robert Galac, Ian Fox, Barry Moore, Slyvain Desmarais ve teknik görevli Dean Allen Mathison’dan oluşan ekibe, “yeni iş düşmemesi” dileğiyle, başarılar diliyoruz.

-Bize öncelikle yeni yangın uçaklarımızı tanıtır mısınız?

Süleyman Selçuk:Denize de inebilen CL-215 modeli amfibik uçak, 6.1 ton su taşıma kapasitesi ve güçlü motoruyla alçak irtifada yüksek manevra kabiliyetiyle orman yangınlarında etkin söndürme sağlıyor. Dört ayrı su tankı ve boşaltma kapağı sayesinde bir "sorti"de değişik yerleri hedefleyebilen CL-215, su üzerine indikten sonra 12 saniyede tanklarını doldurup havalanabiliyor. Su doldurmak için yalnızca 1.3 kilometrelik bir mesafenin yeterli olduğu uçak, bir saatte ortalama (yangınla su kaynağı arasına 11 kilometre olması durumunda) 54 ton suyu yangına boşaltabiliyor. Geniş kanat açıklığı ve özel aerodinamik yapısıyla yüklüyken kolaylıkla kontrol edilebilen CL-215, yangın ihbarı alındıktan sonra (motorlar soğuk ve kapalıyken) altı dakikada havalanabiliyor. Dört saat havada kalabilen CL-215, 20 dakikalık yakıt ve diğer bakım hizmetlerinden sonra tekrar göreve dönebiliyor.Alevin ve yangının durumuna göre 10 – 15 metreye kadar alçalabiliyoruz. Bu uçakları orman yangınlarında kullanılan diğer uçaklar ve helikopterlerden ayıran en büyük özellik amfibik olması, yani havaalanında uçağa su yükleme gibi zaman kaybettirici işleme gerek duymamasıyla su kovası taşıyan helikoperlere nazaran yüksek taşıma kapasitesi ile özel dizaynı ve motorlarıyla orman yangınlarına alçaktan müdahale edebilmesi olarak gösteriliyor.

-Yangın ihbarı alındığında nasıl bir süreç izleniyor?


Süleyman Selçuk:Orman Bölge Müdürlüğü’nün temsilcisi Mehmet Bilgi Bey, burada sürekli bizimle ve öncelikle kendisine bilgi geliyor. Bize koordinatlar verildikten sonra 6 ila 15 dakika içerisinde hareket ediyoruz. Her su kaynağından su alabiliyoruz. 6 ton su almamız 10- 12 saniye sürüyor. Suya indiğimizde süratimizi kesmeden su alabiliyoruz ve 4 saat havada kalabiliyoruz. Gerektiğinde ilave tanklarla 10 saat uçuş yapabilecek donanıma sahibiz. Uçakların hızı 140 mildir. Bu uçaklar ayrıca, yurtdışında arama kurtarma, denizdeki bir gemiye müdahale edebilme ve insanları kurtarabilme özelliğiyle de kullanılıyor. Böyle bir durumda uçak 25 kişi alabiliyor. Dışardan küçük görünmesine rağmen içi oldukça geniş…


-Geçen yılki Taşağıl yangınında bu uçaklarımız olsaydı sizce kaybımız ne kadar olurdu?

Süleyman Selçuk:Daha önce bu uçaklar Kanada’dan kiralanıyordu. İlk defa bu yıl alımı gerçekleşti. Geçen yıl olsaydı sanırım kaybımız yarıya yakın azalırdı. Gerçi geçen yılki yangının en büyük engeli yoğun poyraz rüzgarının müdahaleyi engellemesiydi. Orman Genel Müdürlüğü’nün son yıllarda faaliyet alanları oldukça değişti. Şu anda her şeyin internetten ve GPS’den izlenebildiği üstün bir teknoloji kullanılıyor. Yangın Hareket Merkezlerinde tüm araçların saniye saniye takip edildiği bir sistem var.

- Türkiye’de uçakların yangına müdahale edemeyeceği bir bölge var mı?

Süleyman Selçuk:Türkiye arazi yapısı olarak tamamına müdahale edilebilir bir bölgedir. Ancak çok derin vadilerden çıkışta bir problem olabilirse de bir takım tekniklerle onunla da baş edebilecek durumdayız.

-Son yıllardaki yangınların ardından Antalya gökyüzünden nasıl görünüyor?

Mehmet Birkan: Geçmişe nazaran kayıplarımız var. Çok çabuk müdahale ederek kaybın yerine yenisini koyabiliyoruz. Eskiden çok uzun süre sonra, gençleştirme yapılıyordu. Ama son yıllarda hemen ardından fidan dikimi başlıyor. Şu anda bu konudaki kanunlar daha da ağırlaştırıldı ve kesinlikle yanan arazilerin tahsise açılması söz konusu değil… Orman Genel Müdürlüğümüzce yanan orman alanlarını yeniden ormanlaştırmaya yönelik YARDOP (Yanan Alanların Rehabilitasyonu ve Yangına Dayanıklı Orman Tesisi) Projesi taslağı hazırlandı.Ülkemiz ormanlarının, büyük bir bölümü Akdeniz iklim kuşağında yer aldığından ve mevcut doğal bitki örtüsünün özellikleri nedeniyle sürekli yangın tehdidi altındadır. Bu iklim kuşağında özellikle yaz aylarında çok miktarda orman yangını meydana gelmekte, binlerce hektar ormanlık alan zarar görmektedir. Bu alanlar süratle yeniden ormanlaştırma çalışmalarına konu edilse de, ekolojik dengenin yeniden tesis edilmesi çok zaman almaktadır.

-Orman Genel Müdürlüğü’nün bundan sonraki projeleri neler?

Mehmet Birkan: Orman Genel Müdürlüğü Avrupa’nın en büyük “Yangın Eğitim Üssü”nü Antalya’da kurmayı planlıyor. Akdeniz ülkeleri arasında orman yangınlarıyla mücadele ve müdahalede iş birliğini sağlamak amacıyla, bu üste hem yangınlara müdahale edilecek, hem de eğitimler verilerek, ülkeler arasında da eğitim alışverişi yapılacak.

-Bu yıl Haziran ayından beri görevdesiniz. Şimdiye kadar kaç yangına müdahale edildi?

Süleyman Selçuk:1 Haziranda göreve başladık ve Ekim ayına kadar görevde kalacağız. Şimdiye kadar Antalya Kaş’da 1 yangın, Kumluca’da 2 yangın, Manavgat- Taşağıl ve Yeniköy’de toplam 3 yangın, Kemer, Gazipaşa ve Çine’de olmak üzere 9 yangına müdahale ettik. Her bir yangında 50 atış yapıldı ve toplam 300 ton su kullanıldı.Bu müdahalelerde toplam 30 saat uçuş yapıldı.

-Yangın müdahaleleri esnasında atlatılan bir tehlike oldu mu?

Yakup Kameroğlu: Türk Hava Kuvvetleri’ndeyken güneydoğuda görev yaptım. Orada hayat her zaman gözünüzün önünden film şeridi gibi geçiyor. Oradaki yaşamı yaşamayan bilemez. Hayatın pamuk ipliğine bağlı olduğunu biliyoruz ama oradaki iplik pamuk ipliğinden de ince… Hiçbir zaman için ölümü aklıma getirmedim. Müdahale ettiğiniz olaylarda bir can kurtarıyorsunuz. Bunun bir ağaç, bir hayvan ya da bir bir insan olması farkeder mi? Geçen yaz Selçuk bölgesinde çıkan yangında aşırı rüzgardan dolayı vadide uçakların giremeyeceği bir bölgedeydik. Fakat biz görev bilinciyle bölgeye girdik ve kapaklar açıldığında suyun camlara doğru gelmesi bir an tedirgin etti. Rüzgardan dolayı uçağı döndüremiyorsunuz. Aşağıdaki alevleri gördüğümde tek düşüncem o suyu oraya atmaktı ve başardık. Üsse döndüğümüzde inanın duruşum bile değişmişti. Yangına müdahale dünyadaki en tehlikeli uçuş olarak bilinir. Ama bizler için olayın manevi boyutu o kadar yüksekki inanın hayat ve ölüm arasındaki o ince çizgiyi alevler bize unutturuyor. O yangında uçuş saatimi doldurmama rağmen müdahaleyi bırakmadım. Eve döndüğümde neredeyse ayakta uyuyordum. Yabancılar bizim gibi değiller. Uçuş saatleri dolunca bırakırlar. Gene aynı olayı yaşasam gene şartlarımı zorlarım. Bu ülke hepimizin bu görev bizim sevdamız… Biz ülke olarak da duygusal bir toplumuz. THK öncelikle gönüllülük esasıyla çalışılan bir kurumdur.

- Alarm verildi, uçağa bindiniz ve alevler göründü. İlk yangın müdaheleniz. Neler hissettiniz?

Süleyman Selçuk:O an gerçekten duygusal olduğumuz bir andı. Bir an önce yangını söndüreyim. Dumanlar yok olsun diye bir his içinizden geçiyor. Dönüp bakıyorsunuz dumanlarda azalma yok. Yukardan hissedilen garip bir duygu… Aşağıdakiler suyun bayağı etkisi olduğunu söylüyor. Gökyüzünde yangın bir anda sönecekmiş gibi hissetmek istiyorsunuz. Çok büyük bir üzüntü ve üzülerek yapıyorsunuz. Gayretle çalışıyorsunuz. Manavgat’ta nadiren olan bir şey oldu ve beşinci atıştan sonra yangın söndü ve dumanların bittiğini gördük. Korkunç bir mutluluk ve onun verdiği gurur hiçbir şeyle ölçülemez. Yine dünyaya gelsem yine pilot olurdum. 27 yıldır pilotum. Gökyüzü bizim sevdamız...


-Neden sivil havacılık değilde THK’yı seçtiniz?

Süleyman Selçuk:Sivil havacılık emekli olduktan sonra bir çok arkadaşımın görev aldığı bir sektör. Ben yapım gereği değişikliği, adrenalini ve kriz yönetimini seven biriyim. Bu görevde bir anda her şey değişebiliyor. Hiç beklenmedik durumlarla karşılaşmak hem benim için inanılmaz heyecan verici hem de bir ağacı bile kurtarmak tarif edilmez bir mutluluk… Bizler için bir tek ağaç ile bir ormanın hiçbir farkı yok. Tek bir ağacı bile kurtarmak aynı mutluluğu yaşatıyor.


-İşinizin olmazsa olmaz tarafı nedir?

Süleyman Selçuk:Bu iş bir ekip işidir. Pilot, uçak ve teknisyen sacayağının parçaları… Bu üçgen ayrılmaz bir bütündür. Ekip içindeki güven çok önemlidir. Bizler birbirimize ölümüne güveniriz. En son el sıkışıp ayrıldığımız kişiler teknisyen arkadaşlarımız… Yerden kesilmek için iyi bir bakım, iyi bir pilotaj ve iyi bir uçak birbirinden ayrılamaz. Hepimiz görevimizin bilincindeyizdir. Her altı ayda sağlık kontrollerinden geçiyoruz. Ayrıca her gün görev başında olduğumuzdan özel hayatlarımızda alkol alan kişiler olmamıza rağmen bu 4 aylık yangın sezonu boyunca alkol almıyoruz. Yediklerimize çok dikkat etmek zorundayız.

-Hayati önem taşıyan bu uçakların bakımını yapmak size nasıl hissettiriyor?

İsmail Saran: Bizim meslekte öncelikle emniyet önemlidir. Biz ilk bunu öğrenir hep bunu uygularız. Öncelikle kendi emniyetimizi sağlarız ki, başkalarına yardımcı olabilelim. Bu yangın uçakları için ekip olarak Kanada’da eğitim gördük. Halen de eğitimlerimiz burada devam etmektedir. Uçaklar asla hata affetmezler ve asla bir anlık dalgınlığa bile hakkınız yoktur. Dikkatimiz her zaman işimizdedir ve en küçük bir ayrıntıyı bile önemseriz. Hem pilotların hem de yardım bekleyenlerin hayatını güvence altına alacak olan işi yapıyor olmak, insana tarif edilemez bir sorumluluk yüklüyor.

Yakup Kameroğlu Kimdir?

1964 Osmaniye doğumlu. 1982 ve 2007 yılları arasında Türk Silahlı Kuvvetlerinde görev yaptıktan sonra emekli oldum ve 2 senedir de Türk Hava Kurumunda yangın müdahale biriminde pilot olarak görev yapmaktayım.

Süleyman Selçuk Kimdir?

1961 Malatya doğumlu. 2008 yılına kadar Türk Silahlı Kuvvetlerinde görev yaptıktan sonra emekli oldum ve 1 senedir de Türk Hava Kurumunda pilot olarak görev yapmaktayım.

İsmail Saran Kimdir?

1954 Bandırma doğumlu. Emekli Hava Astsubayım. 1973 yılından itibaren 2003 yılına kadar Türk Silahlı Kuvvetlerinde görevyaptım. 2003 yılından beri THK’da yangın uçakları teknisyeni olarak çalışmaktayım.

Muhammed Güçlü

Burdurluyum. 1985 yılından beri uçak bakım teknisyeni olarak çalışmaktayım.

Mehmet Bilgi Birkan

1950 İstanbul doğumlu. İstanbul Üniversitesi Orman Mühendisliği mezunudur. Mezuniyetinin ardından Antalya Orman Bölge Müdürlüğünde çeşitli kademelerde görev yaptım. 1 Haziran’dan beri de burada Orman Bölge Müdürlüğü Kontrol ve Nöbetçi Teknik Eleman olarak görev yapmaktayım.

08 Temmuz 2009

NEVZAT ÇEVİK



Myra Antik Kenti’nin limanı olan Andriake Limanı’nda bu hafta başlayan Akdeniz Üniversitesi Arkeoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Nevzat Çelik’in başkanlığındaki kazı çalışmalarında Roma İmparatorluğu’nun sırları gömülü...


“Kültürel emanetlerimizin öneminin farkında mıyız?” sorusunun cevabını bulmak üzere Demre’ye doğru yola çıktık bu hafta… Günün erken saatlerinde başlayan yolculuğumuzda Ulupınar’ da sabah kahvaltısı molası verdik. Yüzyıllık çınar ağaçlarının gölgesinde yeşilin her tonunu bulabileceğiniz, berrak bir nehrin kucağında güne başlamak tarif edilemez bir duygu yaşatıyor insana… Damağınızda kalan lezzetler doğanın büyüleyici görüntüsüyle birleşince unutulmaz bir anı oldu bizim için…




Demre’ye vardığımızda yoğun sıcağa rağmen Nevzat Hoca ve ekibinin yüzlerindeki gülümseme ve heyecanla anlatmaya başladıkları arkeolojik çalışmaları bizlere yeni bir Likya Müzesi’nin de müjdesini verdi.




Sadece akademisyen olmakla kalmayan aynı zamanda görkemli bir açılış organize ederek bu yılki kazı çalışmalarını başlatan Nevzat Çevik, çalışmalar tamamlandığında liman bölgesinin eşi benzeri olmayan bir müzeye dönüşmesi için çalışacaklarını ilk defa bizlerle paylaştı.




Myra Kenti yeraltı mezarlarının devamı niteliğinde olan bu çalışmanın görülmeye değer bir emek ve inanç işi olduğunu bir kez daha anladık. Üniversite öğrencilerinin oluşturduğu kazı ekibindeki heyecanlı çalışma bizleri de heyecanlandırdı.Gururlandık.




2 ay boyunca devam etmesi planlanan Andriake kazılarının ardından Myra Kenti’ni gezdiğimizde ise gördüğümüz manzara anlatılamayacak kadar büyüleyiciydi.




Bugünkü Demre ilçe merkezinde ve civarinda yer alan Myra Antik Kenti, özellikle Likya dönemi kaya mezarlari, Roma dönemi tiyatrosu ve Bizans dönemi Aziz Nichola Kilisesi ile ünlü… Her yıl 500 bin turistin geldiği Myra’da ilerleyen yıllarda bu sayının daha da artacağı düşünülüyor.




Kazı çalışmalarının yapıldığı Andriake Limanı 2 bin metrekarelik bir ticaret merkezini günümüze kadar getirmiş. Roma İmparatoru Hadrian ve karısı Sabina’nın büstlerinin bulunduğu görkemli giriş kapısı bugun bile ihtişamını korumakta…




Antik kentleriyle ünlü Antalya’nın kültürel zenginliği bizlere bir kez daha ne kadar şanslı bir coğrafyada olduğumuzu hatırlatmalı ve kültürel emanetlerimize sahip çıkmamız gerektiğini unutturmamalı






-Arkeoloji insana ne verir?




Bir bilim dalı vardır, insanın sadece dişiyle ilgilenir, bir bilim dalı vardır, insanın sadece saçıyla ilgilenir. Bir mimar sadece binayla ilgilenir. Arkeoloji öyle bir şeyki, herşeyle ilgilenir. Biz bir kenti kazdığımızda, burası evdir ya da hamamdır ben ilgilenmiyorum diyemeyiz. Çok fazla bilim adamıyla çalışmamızı gerektiren bir bilim dalıdır. Arkeologlar geçmiş kültürlerin ve sanatların ne olduğunun peşindedir.




-Şu ana kadar katıldığınız kazılarda bulunanlar arasında sizin için en önemli obje hangisiydi?




Bu soru aslında yanıtlaması en zor soru… Hepsi değerlidir ama önem sırası değişebilir. Bulduğum objenin ne olduğu ve ne anlattığı onun önemini belirler. Küçücük bir yüzük taşı bulursunuz üzerinde bir imparatoriçenin resmi vardır ve objenin bir anda anlamı değişir. Hikayenin büyük bir kısmını tamamlıyordur ve paha biçilemez ya da hikayede küçük bir noktayı tamamlıyordur ve önemi o na göredir. Geçen yılki kazı çalışmamızda bir oyukta bulduğum sağlam bir seramik eser 5 bin yıllıktı. ‘Tunç çağında sahillerde yaşam yoktu’ görüşünü savunan bilim adamlarının görüşü bulduğum bir objeyle çürütülmüş oldu. Böylelikle tarihin seyri değişmiş oldu. Arkeoloji bilinmeyenin peşinde olan ve bulunanlarla tarihe yön veren bir bilim dalı ve benim bulduğum bu eşya çok heyecan vericiydi.




-Hayalini kurduğunuz ve o bölgede kazı çalışması yapmak istediğiniz bir yer var mı?




Nemrut Dağında bir kralın mezarını kazmak isterdim.Çünkü ben mezar ve ölü gömme teknikleri üzerine çok uğraştım. Likya’da 45 tane mezar açtık. Beni en çok heyecanlandıran şey yer altı oda mezarları ve bu çalışmayı Nemrut Dağı’nda yapmayı çok isterdim.




-Arkeolojik kazılarda en çok bulunan obje nedir?




Seramik ve günlük mutfak eşyaları çok çıkar. En uzun dayanan madde ise altındır. Altın hiçbir zaman bozulmaz. Kolay işlenir ve saf altınsa binlerce yıl kalabilir.




-En çok zorlanılan kazı alanları neresidir?




En çok zorlanılan kazı alanları zemin suyu olan yerlerdir. Su ortada bir yerde olsa suyu tahliye edersiniz ama bir gölü ya da denizi tahliye etmek mümkün değil. Çıkarılan eserler suyun içinde bozulmuş olduğundan çalışması zordur. Mesela Limra ve Patara’da suyun içinde çalışıyorlar ve bu en zorudur.




-Binlerce yıllık tarihi bulgulara baktığımızda günümüzde de kullandığımız eşyalar var mı?




Mutfak eşyaları malzemesi ve niteliği değişmesine rağmen aynıdır. Çünkü ihtiyaç aynıdır. İhtiyaç aynı olduğu sürece 3 bin yılda geçse kullanılan objeler değişmez. İhtiyaç değişirse bir eşyanın formu değişir.




-Türkiye’nin arkeolojik kazılarda dünyadaki yeri nedir?




Arkeolojik kazılarda eski eser yasası, Osman Hamdi Bey zamanında 1800’lü yıllarda yeni yeni çıkmaya başlamışken Anadolu’da 40 yıl öncesinde arkeolojik kazılar başlamıştı. Yabancı bilim adamları o yıllarda bulduklarını ülkelerine götürdü. Yurtdışındaki müzelerin çoğu Anadolu’dan götürülen eserlerle dolu… Biz yasa yapıp bunu koruyana kadar gerçekten çok kaybımız olmuş. Anadolu’daki ilk hocalar teknolojiden uzaklardı. Yeterli imkanları yoktu. Finans sorunları vardı ve ekip hiç yoktu. Bu kazıları uzun yıllar yabancılar yürütmüş. Yeni nesille beraber bizlerin hiçbir yabancı teknolojiye ihtiyacı kalmadı. Yabancılarla sadece bilgi alışverişi yapmayı tercih ediyorum. Bir kazıyı sadece Türklerden oluşan bir ekiple tamamlamanın gururu çok daha başka…




-Kazı ekibi bir gününü nasıl geçiriyor?




Sabah 5.30’da herkes uyanır. Saat 6.00’da iş başı yaparız. Saat 10.30 gibi kazı evinde hazırlanan sandviçlerle ve çayla bir mola verilir. Yarım saatlik bir molanın ardından çalışmaya devam edip, saat 14.00’de arazideki çalışmayı bırakıp kazı evine geçiyoruz. Öğlen yemeğimiz 15.00’da, akşam yemeğimiz ise 20.00’de. Öğle yemeğinden sonra işçiler ertesi güne kadar serbestler ama bizim ekip bu sefer kazı evindeki atölye çalışmalarına başlar. Bulunan eserlerin temizlenmesi kayıt altına alınması gece geç saatlere kadar devam eder. Pazar günleri izin günüdür ama şehir dışına çıkmak yasak. Kazı ekibi tüm eşyalarıyla gelir ve iki ay burayı terketmez. Bu zor bir iştir. Kız çocukları evde tabak bile yıkamamıştır ama burada tozun toprağın içinde günde sekiz saat çalışıyorlar. Anneleri görse gözlerine inanamaz. Arazi çalışmaları meslek aşkı ve kendini tanıma açısından büyük önem taşır. Fiziki dayanıklılığın sınandığı yerler arazi çalışmalarıdır ve çocuklar buradan bambaşka dünya görüşüyle evlerine dönüyorlar. Dışardan çok farklı görünse de bizler adını koyamadığımız bir aşkla bu işi yapıyoruz.




-Arkeologların mesleki tehlikeleri nelerdir?




Birincisi akrep ve yılan gibi hayvanlar. Bu hayvanlar burada yaşıyor ve öğrencilerimize tembihliyoruz. Taşları kaldırmadan önce mutlaka kontrol ediyorlar. Kullanılan aletler tehlikelidir. Tahra,çapa gibi aletleri kullanırken dikkatli olunmak zorundadır. Güneş çarpması ve alerjik reaksiyonlar olabiliyor. Neticede arazi ortamında çalışılan tüm işlerle aynı tehlikelere sahibiz. En büyük duam hem sezon başında hem de sezon sonunda kazasız belasız bir çalışma ortamında bulunmak. Öğrencilere bir şey olacak diye ödüm kopuyor.




-Myra Antik Kenti ve Andriake Limanı ile ilgili öngörüleriniz nelerdir?




Bizi burada üç kademeli bir süreç bekliyor. Andriake Limanı’ndaki Granarium (Antik çağda pazarlar) limanın odağıdır ve esas mesele budur. Bunlar dev silolardır. Bu limanlara uğrayıp buradan İtalya’ya giden büyük tekneler var. Buradaki çalılıkların yerinde o zamanlar liman tesisleri var. Tekne yanaşıyor buraya bir şeyler bırakıp, kendi alacaklarını alıp ayrılıyor. Aynen bugünkü gibi… O anı hayal etmek bile insanı heyecanlandırırken birde bizler, o yıllara ait objelerin peşindeyiz. Arkeolojide birinci aşama kazıdır. Şu anda Granarium’da kazılar başladı. Sonra Plakomaya ( çarşı) başlayacağız. Kazı bu yıl Granarium’da bitecek ve ikinci aşamada restorasyon çalışmalarına başlayacağız. Son aşamada ise müzeleştirme projesini tamamlayacağız. Bu 2 bin metrakarelik dev çarşıyı benzeri olmayan bir Likya müzesi haline getirmek istiyoruz.




-Arkeolojik kazıların turizme katkısını nasıl değerlendiriyorsunuz?




Bizim için bilimsel bir amaç değil ama sonuçtur. Eğer bir kazı çalışması başlamışsa ve burada bir lira bile harcıyorsam bu entelektüel olarak ve gelir olarak hem halka hem turizme yansımalıdır. Bilimsel olarak da bilime yansımalıdır. Halk entelektüel olarak da kalkınmalı ve yükselmelidir.Kazılmamış bir kente turist gruplarını getirmeniz mümkün değildir. Bu yüzden bu çalışmaların iki yönlü önemi de çok büyüktür.




-Binlerce yıl önce binalar neye göre yapılıyordu?




2 bin yıl önce sismik değerler ölçülemiyor. Depreme dayanıklı bina yapmak yerine ölçemedikleri için ellerinden gelenin en iyisini yapmışlar. Bunun içinde en sağlam olan hammaddeyi yani taşları kullanmışlar. Onlar binalarının 2 bin yıl dayanacağını düşünerek yapmadılar elbetteki bu çalışmaları, ama tehlikeyi öngöremedikleri için sınırını bilmiyordı ve en sağlamını yaptıklarında da ortaya bu sonuç çıktı. O dönemki mimari, estetik ve mühendislik hesaplamaları inanılması zor işler… Bugünkü teknoloji bir sürü malzeme oluşturuyor. Demir, çelik, beton, tuğla gibi işlenmiş malzemelerin doğal taş kadar dayanıklı olması beklenemez. Dolayısıyla da o an işlerini halletmek için yaptıkları taştan yapılar bugün bizleri 3 bin yıl öncesine götürebiliyor.




-Antik mezarlar niçin özel ilgi alanınıza giriyor?




Mezarlar sadece ölüleri değil diriyide anlatır. Binlerce yıl öncesinden kalan eşyalara açık alanda ulaşmak çok zor ama eşyalarıyla ölüyü gömme gelenekleri bizlere, onların yaşamlarındaki alışkanlıklarını anlama imkanı yaratıyor. O yıllarda kullandıkları eşyalarına ulaşma şansımız oluyor. Ben bu antik mezarlar üzerinde hayatı anlamak adına çok duruyorum. Gerçektende çok değişik bulgularımız oldu. Bir hamam bulduğunuzda hamamın eşyalarına ulaşmanız çok zordur ama o döneme ait bir mezarda hamam takımını bulabiliyorsunuz.




-Peki hocam iki bin sene sonra bizi araştıran arkeologlar sizce ne bulacaklar?




Aslında onlarda kendilerince ilginç şeyler bulacaklar. Mesela orada mermer bir mezar taşında Nevzat Çevik, şu yılda doğmuş, şu yılda ölmüştür yazacak. Bizde hala o yazıtlara ulaşıyoruz. İkincisi mezarı açacak ve bomboş bir çukur ve üzerine toprak çökmesin diye engel konulmuş bir görüntü bulacaklar. Kemikler var ve başkada bir şey yok. O zaman diyeceklerki, iki bin yıl önce burada yaşayan dini müslüman olan adamlar öldüğünde yanına hiçbir şey konulmuyormuş. Bunu bulacaklar. Bu da bir keşiftir. Eğerki başka bir mezarda bir saat de bulursa, “Bu adamın kişisel isteği olmalı çünkü diğer mezarlarda saate rastlamadık” diyecekler. Şehirlerimizde bir şey bulamayacaklar. Çünkü eskiyi yıkarak yok ettiğimiz için belki en son yapılanı bulacaklar. Mesela 2 bin yıl sonra birisi kazı yapıyor ve bu dönemi araştırıyor. Ortada ne bina, ne eşya, ne insan kalmış. Onlarında bulacakları şeyler cd’ler, flash bellekler yada dijital arşivler… Onlarda bu bulduklarını kullanıp bizleri anlayacak bir alet geliştirmeye çalışacaklar. Çünkü şimdi cd olarak kullandığımız şeyler o yıllardaki cihazlarda çalışmıyor olacak. İki bin yıl sonra sayısal kazılar yapılacak. Sanal kazılar olacak. Buldukları nesneleri ancak dijital ortamda çözümleyebilecekler. İki bin yıl sonra arkeoloji yine var olacak ama “ileri teknoji kazılar” olacak. Ben Likyalıları bulmak için taşların ve objelerin peşindeyim. İki bin yıl sonra da beni bulmak için cd’lerin peşinde olacaklar. Biz şimdi nasıl heyecan duyuyorsak, iki bin yıl sonrada bizi araştıranlar için bizler heyecan verici olacağız.




-Türkiye’deki arkeolojik tahribat ne durumda?




En ciddi sorunumuz şu anda budur. Bir kenti en iyi koruma yolu kazmaktır. Kazıldığı zaman koruma altına alınıyor. Ülkemizde kağıdın üzerinde bir sürü sit alanı vardır ama üzerleri yerleşim yeri ya da tahribat mevcut. Dağlarda yüzlerce antik kent var ama defineciler başta olmak üzere halkımızda yerle bir etmiş. Ülkemizdeki arkeolojik tahribat ciddi boyuttadır. Güzellik ve zenginlik başa beladır. Türkiye antik kentleriyle böyle bir ülkedir. Bunu korumak inanın çok zor ama imkansız değil… Kaçak kazılar ciddi anlamda önlenmiş durumda ama höyüklerin (eski bir yerleşme yerinin zamanla toprakla örtülüp tepe biçimine gelmiş hali) tahribatını henüz engelleyebilmiş değiliz.




-Yıllardır arkeolojik çalışmalar yapan bir bilim adamısınız. Bütün tecrübelerinizi ve akademik kariyerinizi göz önüne alırsak sizce biz tarihten ders alıyor muyuz?




Ünlü tarihçi Tarih Ne İşe Yarar kitabının yazarı Marc Bloch’a oğlu sorar. “Baba tarih ne işe yarar?” Henüz oğluma bile tam olarak anlatamamışken, ben bir kitap yazmaya başladım diye anlatır Marc Bloch… Tarih, ders alalım bir daha o hatayı yapmayalım demektir. Bu doğrudur. Ders alırsanız o hatayı yapmazsınız ama ders alındığına da tarih şahit olmamıştır. Bu nedenle Ortadoğu’da hala kan durmaz, hala ülkeler arası barış sorunları vardır. Tarihden ders alırsanız olur ama alındığını görmedim henüz… Yinede geleceğe bakabilmek için kesinlikle geçmişi bilmek zorundayız.




-Unesco’nun “Dünya Kültür Mirası Listesi”nde olmanın bizim için önemi nedir?




Myra ve Andriake Liman’ı listeye son giren yerler içindedir. Bu aslında önemli birşeydir. Bu listeye giren yerler, dünyadaki en önemli korunması gereken öncelikli eserler oluyor. Kültür ve tarih kişinin yada bir ülkenin değildir. Bu bir dünya mirasıdır. Asya’daki Acropol’de dünya mirasıdır. Bunları korumak boynumuzun borcudur. Ben bu miras lafını da sevmiyorum aslında. Miras kelimesi Tükçe’de aileden kalan para ya da malın dilediğince harcanması ve kullanılmasıdır. Bu kelimeyi ingilizcedeki “inherited” kelimesinden örnekle kullanıyoruz ama asıl olması gereken miras değil emanettir. Bizim geleneksel değerlerimize göre kutsal olan ve önemle bakılan şey miras değil emanettir. Tarihimizden kalanlara miras değil emanet gözüyle bakarsak korunabileceğini düşünüyorum. Bu yüzden ilk iş olarak ‘kültürel miras’ yerine ‘kültürel emanet’ tanımı kullanılmalıdır.


Nevzat Çevik Kimdir?

1962 yılında Malatya’da doğan Prof. Dr. Nevzat Çevik, Akdeniz Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölüm Başkanıdır.Uzmanlık alanları, Likya, Eskiçağ Mimarisi, Roma Mimarisi, Kaya Mimarlığı, Ölü Gömme Gelenekleri ve Mezar Mimarisi, Alan Arkeolojisi, Müzecilik Urartu’dur (Protohistorya Önasya) Bugüne kadar bir çok kazı başkanlığı görevini başarıyla tamamlamış olan Çevik şuan Myra ve Limanı Andriake Kazıları Kurucu Başkanıdır.