17 Ağustos 2010

NEŞE KAREL



“Sosyal devlet miyiz, değil miyiz ?” tartışmaları bir yana, bu haftaki söyleşimiz hayatın içinden gerçek bir yaşam öyküsü…

Engelli çocuklarımız,

Bedensel ve zihinsel engelli canlarımız,

Onlar, bizim bir parçamız…

Sosyal hayattan kopmak zorunda bırakılan, eğitim imkanları kısıtlı bir hayatın içinde en büyük korkuları ailelerini kaybetmek olan çocuklarımız… Kendi kendilerine yetebilme durumu olmayan engelli çocuklarımızın en büyük sıkıntısı aileleri dışında kalacak yerleri olmaması…

Neşe Karel, 43 yıl zihinsel engelli oğluyla yaşamış, bir öykü yazarı… “Çok acıttığı için bu konuları hiç konuşmak istemem. Okumasaydım yazmasaydım ya intihar etmiştim yada Bakırköy’de parmaklıkların ardındaydım. Beni, okumak ve yazmak kurtardı” diyen Neşe Karel, oğlunu kaybetti ama vazgeçmedi. Karel, hala engelli çocuklar için yapılan çalışmalara tam destek vermeye devam ediyor.

Geçtiğimiz haftalarda basına yansıyan “Özel Eğitime Muhtaç Çocukları Koruma Derneği”nin haberini hem sevinerek hem içimiz burkularak okuduk. 10 yıldır geceli gündüzlü çalışan dernek üyeleri çaylar düzenleyerek 330 bin lira para topladı ve Antalya’da engelli çocuklara özel eğitim verecek 8 derslikli bir okul yaptırmak için harekete geçti. Antalya Valisi Ahmet Altıparmak’la yapılan protokol görüşmesinde “Biz çocuklarımıza bir okul yaptırabilmek için yola çıktık ama çocuklarımız bugünleri göremeden öldüler” cümlesiyle içimize işleyen cümlenin sahibi olan Neşe Karel, “oğlum benim hayatımdı” dediği yılları tüm samimiyetiyle anlattı.

Devlet politikamız uzun yıllardır engelli çocuklarımızı yok saymak üzerine kurulu olsa da dernekler ve engelli yakınları hiç vazgeçmeden mücadelelerine devam ediyor. Son yıllarda yapılan güzel çalışmalar ve yasalardaki düzenlemelerle tam istenilen seviyeye gelememiş olsak da yine de yapılan düzenlemeler geleceğe dair umut veriyor.

“Öykü; yazarın, yaşamın tüm renklerini yüreğinde harmanlayarak elde ettiği gökkuşağıdır. Ehl-i keyiftir, olur olmaz zamanlarda görünmez. Rüzgârlısı, fırtınalısı, kasırgalısı vardır. Bazen de bir kedi gibi gizemli ve sakindir. İşte o zaman ürkütmeden seve okşaya yakalamak gerekir” diyen ve sevgi dolu öykülere imza atan Neşe ablama, kaleminden “aşk”ın ve “sevgi”nin damladığı nice güzel öyküler diliyorum ben de…

“Bak çocuk” diye başlayan cümleleriyle yılların birikimini bizlere aktaran, ırmak mavisi gözlerinde hala bir çocuğun hınzır gülümsemesini saklayan, yaşamın tüm güzelliklerini barındıran kocaman yüreğiyle, öyküler biriktirdiği yaşlarının yüzünde bıraktığı yorgunluğa rağmen ismi gibi etrafına neşe saçan, Karel acılarla ördüğü yaşamının sevinçlerini ve hüzünlerini bizlerle paylaştı.



- 10 yılın sonunda “Engel Tanımayan Çocuklar” okulunun protokolünü geçtiğimiz günlerde imzaladınız. Peki bu sürece gelene kadar neler yaşandı?

Derneğimizi, “Engelli çocuklarımızın eğitim ve barınma ihtiyacını karşılayacak bir yer yapmamız gerekiyor” düşüncesiyle kurduk. Biz hiçbir zaman sosyal devlet olamadık. Yıllar içinde topladığımız bağış paralarına hiç dokunmadan bankaya yatırdık. Okul yapmak istediğimizi söylediğimizde, bize öyle yerler gösterdiler ki anlatamam. Tek derdimiz biz öldükten sonra çocuklarımıza kalacak yer olmasıdır. Çaylar verdik, yemekler verdik. Kapı kapı dolaştık. Yaptığımız organizasyonlarda “Menüde ne yemekler var?” diyenlerle de karşılaştık, bize okul yeri olarak mezbelelik mekanları satmaya çalışanlarla da tanıştık. Ama en acısı bu organizasyonlara bilet satmak isterken, “Allahın boş verdiği çocukların siz niye peşinde koşuyorsunuz?” diye sorulması oldu. Onlar, bizim çocuklarımız, bizim birer parçamızdı oysa ki…

- Engelli ailelelerinin en büyük ortak sorunu nedir?

Tek derdimiz bizden sonra bu çocuklara bakan bir yer olsun. Benim canım yandı. 43 yıl ne demek, bir ömür… Ama iyi ki ardımda kalmadı. Oğlum, kuş gibi uçtu gitti. Ama inanıyorum ki bir yerlerde tekrar doğdu ve dilerim ki yeni yaşamında çok mutlu olur. Benim yanımda yapamadığı her şeyi yeni yaşamında yaşar. Bütün bir ömrüm oğlumla geçti, onun bir yerlerde tekrar doğduğuna inanmak istiyorum. Ayrılmak istemedim. Onun ölümüne kadar hiç aklımda olmamasına rağmen, onun ölümünün ardından bir aile mezarlığı aldım. Oğlumun mezarını yaseminlerle, hanımelleriyle kapladım. Her gün gidiyordum ama çok üzüldüğüm için dostlarım engel oldular. Haftada iki gün gidiyorum şimdi.

- Çocuğunuzun tam olarak rahatsızlığı neydi?

Çocuğum gayet sağlıklı doğdu ama doktor hatası yüzünden, zihinsel engelli bir çocuk olarak hayatına devam etti. 7.5 aylık sağlıklı bir bebeğin hayatı bir gecede mahvoldu. Oğlum bir akşamüstü ateşlendi, o zamanlar Ankara’da yaşıyoruz. Hemen Hacettepe Hastanesi’ne götürdük. Doktorlar zatüre başlangıcı dediler. Bir sürü ilaçla eve gönderdiler. Eve döndük, ilaçları verdik ama ateşi bir türlü düşmüyor. Saat gecenin ikisi ateş hala düşmüyor, aldık tekrar hastaneye götürdük. “Bu çocuk menenjit niye getirmediniz” dediler. Halbuki ilk doktor bizi eve göndermese böyle olmazmış. Saat beşten gece ikiye kadar olan sürede alınamayan tedbir, düşürülemeyen ateş çocuğun beyninin sağ ön tarafında bulunan ve konuşma merkezini kapsayan bölgeye oksijen gitmemesine sebep olmuş. “Yüksek ateş konuşma merkezindeki bütün hücreleri yakmış” dediler, nasıl anlatılır ki bütün bir ömür, anne, baba ve çocuk bütün bir ömür yandık.

ALMANYA MACERASI

- Tedavi sürecinde yapılabilir hiçbir şey kalmamıştı, dediniz, bu olaydan sonra hayatınızda neler değişti?

Türkiye’de göstermediğimiz hiçbir hekim kalmadı. Analar, kaynanalar da, bir yandan hacı, hoca, evliya… Dediler ki Avrupa’ya götürün belki bir çaresi bulunur. Ben çalışmıyorum o yıllarda, zengin aile çocukları değiliz ki yurtdışına çocuğumuzu götürelim. Baba yüksek tahsilli ama memur, maaşı belli. Eşimle konuştum ve ben Almanya’ya işçi olarak gitmeye karar verdim. Hemen başvurdum işlemlere ve şansıma ilk grupta beni seçtiler. İşlemler bitti tam gideceğim bir apandist ameliyatı çıktı başımıza, benim grup gitti haliyle, ben arkalarından 3 gün 3 gece süren tren yolculuğuyla başladım Avrupa macerasına… Sene 1970, 27 Aralık… Tekstil fabrikası falan nerde, şansıma metal fabrikasında vardiyalı işçi olarak çalışmak çıktı. Üç kadın bir odada kalıyoruz. Boşnaklarla Türkler beraber kalıyoruz. Yunan kadınlar başka lojmanda kalıyor, işte çalışılıyor ama lojmanda şaç saça baş başa yoluşuyorlar diye Türklerle Yunan kadınlarını ayırmışlar.

- İlk Avrupa izlenimleriniz nasıldı, beklediğiniz gibi miydi?

Almanya’da kaldığım zamanlarda o kadar çok şey biriktirmişim ki döndükten sonra orada edindiğim izlenimlerden ilk kitabım olan ‘Yalnız Kadın Irmağı’nı yazdım. Kadınların hayatları ve gurbetteki yaşamlarını anlattım. Kimileri eşlerini getirtiyor, kimileri orada birine sevdalanıp eşlerini bırakıyor. Gurbetteki yalnız kadınların hikayeleri…

- Peki, çocuğunuza baktırabildiniz mi planladığınız gibi?

Almanya’da 6 ay çalıştım, bu sürede Türkiye’de yapılmış olan tüm tetkikleri Almancaya çevirttim. 8 yaşında bir çocuk, hem de çok güzel bir çocuk ama konuşamıyor. Ataklar geldiği zaman kollarımı tırmalardı. Bu kollarımdaki izler oğlumdan yadigar… Ya beni tırmalayacak ya da kendini ısıracak. Gönül razı olmaz ki kendine zarar vermesine… Beyin hücrelerine yeterince oksijen gitmiyormuş, bu krizler o yüzden olurmuş. Burada yapılabilecek her şey Türkiye’de yapılmış dedi Alman doktor. Kocaman tarlaların içinde kocaman parklar evler kurulmuş. ‘Peki bu çocuklara ne yapıyorsunuz burada?’ dedim. “Onların hem bakımını hem de eğitimini sağlıyoruz” dediler. “Benim de çocuğumu eğitin” dedim. Ayda 1600 Mark. “Ben o kadar kazanmıyorum ki ben 500 mark kazanıyorum bu çocukların aileleri nasıl karşılıyorlar bu paraları” dedim. “Bir kısmını kiliseden, bir kısmını devletten, bir kısmını aileden alıyoruz” dedi. İşte o zaman, yıkıldım. “Nolur, ben burada sadece karın tokluğuna çalışayım karşılığında benim çocuğumu da eğitin” dedim. Doktor bana baktı ve “Bu çocukların ne kadar yaşayacağı belli olmaz, o kadar gençsiniz ki hayatınızın kırk yılını sizden istemeye hakkım yok” dedi. Böylelikle biz de 74 yılının Temmuz ayında Kıbrıs’a yapılan çıkartmayla birlikte döndük geriye…

ÖZEL ÇOCUKLARIN BAKIMI

- Özel çocuların, bakımları da özel oluyor değil mi?

Devlet ilaçlarını karşılıyor ama bu çocukların o kadar özel bakım masrafları var ki bu çocuklar devlet hastanelerinde saatlerce sıra bekleyebilecek çocuklar olamıyor maalesef. Özel doktora götürmeniz gerekiyor. Sosyal hayat hala bu çocukları kabullenmiş değil. Ben sırf oğlumu gezdirebilmek için ehliyet almıştım. Çocukların hissetmediğini zannediyorlar ama onlar kendilerine olan bakışları hissediyorlar. 1975 yılında ehliyet aldım, bir tosbağa arabamız vardı. Onunla gezmeyi çok severdi. Zaten bir gün babasıyla gezmeğe gitmek için evden indiklerinde arabaya oturuyor ve o anda kalp krizi ve epilepsi krizi geçiriyor vefat ediyor. Aşağı inip Erdal’ı gördüğümde inanamadım. Az önce kapıdan uğurlamıştım oysa ki babasıyla… Ve biliyor musun çocuk, ben o günden beri ağlayamıyorum. Benim gözyaşlarım hep içimde… Sular seller gibi ağlasam, zehrim akacak ama ağlayamıyorum. Demek ki diyorum içimden “ben acılara kaşarlanmışım.”

ÖYKÜ YAZMAK BAĞIMLILIK

- Öyküleriniz hep sevgi ve kadınlar üzerine, hep yaşadıklarınızı mı yazdınız?

Öykü yazmak çok farklı bir şeydir. Öyle bir bağımlılıktır ki yazma zamanın geldiğinde engel olamazsın kendine. Cümleler birden dökülüverir yüreğinden. Çocuk, ben kalemimi yüreğime bandırıp yazıyorum öykülerimi… Hepsi hayatın içinden, bütün kahramanlar içimizden… Kendi yaşadıklarım değilse bile dinlediğim, gördüğüm olaylardan besleniyorum. Çünkü kadınları çok iyi tanıyorum. Bir daktilom var, bir de küçük masam, annem gelirdi, kaynanam gelirdi, teyzem vardı bizimle yaşayan, ben tam yazarken oğlum gelir masayı devirir ben hemen daktiloyu kaparım. O kadar hengame içinde o enerjiyi nasıl buldum da bu kadar öykü yazdım ben bile bilemiyorum. Bak çocuk, sevgi dostluktur, sevgi güvendir. Zaman zaman düşünmüşümdür, “Eşim için üçüncü dünya savaşını çıkarır mıydım” diye… Çıkarırdım, çocuk. Biz eşimle bir ömrü paylaştık. Şimdiki gençlere bakıyorum da bilgisayara bağımlı bir hayat yaşıyorlar. Eski aşklar, sadece öykülerde kaldı.

- Kadınları ve onların yaşamlarını yazan bir yazarın ilk aşkı kimdi?

İlkokul bire gidiyorum. Bir oğlan çocuğuyla yan yana oturuyoruz. Kahkülleri olan tatlı bir çocuk. İsmi Yavuz. Yağmurlu havalarda şemsiyesiyle beni eve kadar bırakıyor. Gözü bende ama üçüncü sınıfa giden bir başka çocuk daha var. Benim de gözüm o çocuğa kayıyor. Tombalak bir oğlan… Sahile indiğimiz bir gün kalp şeklinde bir çakıl taşı buldum. Sınıfların dışına paltolarımızı asardık, paltosunu buldum, cebine çakıl taşını koydum ellerim titreyerek... Hemen uzaklaştım, bir duvarın dibinden izlemeye başladım. Geldi, paltosunu giydi. Elini cebine attı. “Kim koymuş bu taşı benim cebime” dedi ve fırlattı attı. Hayatımdaki ilk yıkım… Nasıl oldum tahmin edemezsin, bir düş kırıklığı, bir üzüntü… Halbuki o çocuğun hiç günahı yok, nerden bilsin bir kız çocuğunun onun cebine kalp şeklinde bir çakıl taşı bıraktığını…

- ‘On parmağında on marifet’ sizin için söylenmiş sanırım. Sizi sahnelerde de izledik. Nasıl gelişti bu tiyatro projesi?

Bu oyun “Kadınlar Tiyatroyla Buluşuyor” projesi kapsamında, farklı yerlerden bir araya gelen 35 kadının rol aldığı bir projeydi. Meryem Nart'ın sigortacılık yaptığı 2003 yılında, Çek Kanunu kapsamında takipsizlikle sonuçlanan davasında, cezanın kayıtlardan düşmemesi nedeniyle 50 gün boyunca Antalya ve Buca cezaevlerinde geçirdiği günler anlatılıyor oyunda. Hayatın kendisi de bir tiyatro sahnesi değil mi zaten? Toplumdaki rolüm “yazarlık”, yıllar sonra böyle bir “oyunculuk” teklif geldi önce şaşırdım ama sonra kabul ettim. Bu oyunda bir kadın satıcısı rolündeyim. 48 yıllık eşim, “Sen tanınmış insansın. Bu rol üstüne yapışır kalır” dedi. “65 yaşımdan sonra yapışıp kalsa ne olacak” dedim. Bu rol teklifi kendimi çok yorgun hissettiğim bir zamanda geldi. Bana da çok iyi geldi. Ölmeden önce kendi rolümün dışında bir rol oynamak canıma can kattı.



Neşe Karel kimdir?



1943 Bursa doğumlu olan Neşe Karel evli, Erdal adında bir çocuk annesi. Yaşamını Antalya’da sürdürüyor. Yazarın dört kitabı var. Yaşam anlayışından söz ederken her ne kadar “Beni bütün kâinat ilgilendiriyor” dese de öykülerinde en çok kadınları anlattı yazar. İlk kitabı olan Yalnız Kadın Irmağı’nda, gurbetçi kadın işçilerin öyküleri vardı. İkinci kitabı olan Sokak Kedisi’nde de öyle. Üçüncü kitabı, Bisikletli Gelin’de yine yurt dışında yaşayan işçilerin iki kültür arasında sıkışmış çocuklarını ve yüreklerdeki hiç büyümeyen çocuğu anlattı. Erkekler De Sever dedi dördüncü kitabında. Karel şu anda, Tuna Perileri adını verdiği ilk romanının üstünde çalışıyor ve yerel bir gazetede ‘Sokak Kedisi’ isimli köşesiyle okurlarıyla buluşuyor. Araştırmaları: Türkiye’de Almancı, Almanya'da Yabancı (1995), Erguvan Bayramı (1998), Uludağ’ın Etekleri Gümüşten (1999), İpek Şehrin Günlüğü (2000)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder