14 Haziran 2010

BESTELERİN BEYEFENDİLERİ


Milletlerin kültür unsurlarının başında sesli ve sözlü ifade aracı olan musiki ve konuşma gelir. Nasıl milletlerin farklı dilleri varsa, aynı şekilde farklı musiki sistemleri de var. Türk insanının kendi ses dünyasını oluşturan, beyninde ve bilinçaltında asırlardır yerleşmiş ve müesseseleşmiş duyguların, ancak ve ancak, gene kendi ses malzemeleriyle ifadelendirilebilmesinin mümkün olacağı gerçeğini unutmamalıyız. Bu gerçekten haberi olmayanların, çağdaşlık adına sergiledikleri eserler, hezeyandan başka bir şey olmuyor.
Bir millet ancak kültür unsurlarının canlı tutulması ile yaşar ve payidar olur dedik ve bu hafta sözü devlet memurluğundan emekli olan ama notalardan hayatları boyunca kopamamış, üç önemli sanatçıya bıraktık.
26 yıl lise Fransızca öğretmenliği yapan, emekli Udî Mustafa Coşkun, DSİ’den emekli Ziraat Mühendisi Kemani Servet Yeğin ve Çorum Belediyesi’nden emekli Kanun Sanatçısı Gazanfer Eryüksel ile müziğe olan bağlılıkları ve notalarla dolu hayatları üzerine konuştuk. Emeklilik sonrası kurdukları fasıl grubuyla gecelerimize renk katan grubun en büyük özelliği çaldıkları enstrümanları kendi kendilerine öğrenmiş olmaları…
Çocukluğunda müziğe olan yeteneğini konserve tenekelerini çalmaya başlayınca keşfeden, bir süre sonra babasının ilk çömlek darbukasını aldığı günü hala sesi titreyerek anlatan Gazanfer Eryüksel, “İlk enstrümanım bir akordeondu, hem kendim öğrendim, hem de arkadaşlarıma öğretirdim. Ortaokul son sınıfta düğünlerde akordeon çalmaya başlamıştım” diyen Mustafa Coşkun ve babasının mandoliniyle müziğe başlayan Servet Yeğin o günleri özlemle anıyor.
Onlar 1950’li yılların çocukları… İmkânsızlıklar, parasızlık ve kaynak yokluğuna rağmen içlerindeki müzik aşkına dur diyememiş üç büyük sanatkar… Bir yanda geçim derdi, öte yanda müzik aşkı olunca memuriyetlerini bırakamayan sanatçılar, müzisyen olarak geçinmenin hala mümkün olmadığı günümüzde, yıllar içinde hiçbir şeyin değişmemiş olmasının burukluğunu yaşıyorlar.
Üçünün de özgeçmişleri o kadar dolu ki sanata ve sanatçıya verdiğimiz önem bu söyleşimizde tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriliyor. TRT repertuarına 9 bestesiyle giren Mustafa Çoşkun, aynı zamanda Cumhuriyetimizin kuruluşunun 80. yılı Türk Sanat Müziği Beste yarışmasında, sözleri Cumali Karataş'a ait '' Tutsam O İpek Elini '' adlı hüseynî-düyek bestesiyle, 210 eser arasında Altın Koza birincilik ödülünü aldı.
Yayınladığı 3 şiir kitabıyla ödüller alan Gazanfer Eryüksel’in ilk şiiri Yansıma Dergisi’nin Günümüz Türk Şiiri özel sayısında yayımlandı. Daha sonra şiir ve yazıları Yeni Adımlar, Varlık, Hürriyet Gösteri, Milliyet Sanat, Kıyı, Dize, Mor Taka gibi dergilerde yayımlandı.
İlk maaşıyla aldığı sazı hala unutamayan Servet Yeğin, hayatında sadece bir tane güfteyi bestelemiş. Kendisi için büyük anlam taşıyan bestesini ve müziğe aşkını anlatırken geçmiş yıllarını hatırlayan sanatçı, “ Müzik öyle bir tutkudur ki gözünüz hiçbir şeyi görmez. Gündüz memuriyet, akşamları müzik çalışmalarımın olduğu yıllarda eşim her gece sitem ederdi. Bir süre sonra ben de dayanamadım ve ‘Hanım, ben senden destek olmanı beklemiyorum, bari köstek olma’ demiştim” diyerek anlatıyor anısını. Anneannesinin kendisinin en büyük destekçisi olduğunu özlemle hatırlayan Servet Yeğin, “Keman çalmaya ilk başladığımda arka odada çalışırdım. Keman çalmaya ilk başlandığında rahatsız eder. Eşim anneanneme beni şikayet ettiğinde hacı olan anneannem ‘Çal oğlum, çal; aşk-ı olmayanın imanı olmaz’ demişti. Musikiye o yıllarda sahip çıkan anneannemin o sözü hiç kulaklarımdan gitmez” diyor.
Ya nasip, belki bir okuyan çıkar da baki kalan kubbede birkaç duyan çıkar umuduyla bestelenen güfteler…
Ben grubun yanından ayrılırken, onlar sahne programlarına başlamıştı. Yavuz Özcan Parkı’nda Çarşamba, Cuma ve Cumartesi fasıl gecelerine hayat veren müzisyen ağabeylerime veda ederken, onlar da beni, “Seni ben, ellerin olsun diye mi sevdim” eseriyle uğurluyorlardı. Özellikle Türk Musikisi adına çok şey merak edenler bu röportajı okumalı... Ömürlerini Türk musikisine adayan sanatçılarımızın alçakgönüllü tavırlarına hayran olacaksınız. Aslında konuşulacak ya da zaten orada konuştuğumuz çok konu var. Ama dedim ya, ben bu haftaki söyleşi de onların hikayesini anlatan kısımları paylaşmak istiyorum sizinle…
KLASİK ESERLER KAYBOLUYOR
- Müziğe olan yeteneğiniz nasıl ortaya çıktı?
Gazanfer Eryüksel: Müziğe çocuk yaşta evdeki konserve kutularını çalarak başladım. Dededen kalma bir ahşap evde yaşıyorduk. Üst katta amcam ve ailesi, alt katta biz oturuyorduk. Yaz akşamları amcam eline udunu, oğlu da darbukasını alır merdivenin basamağına oturup çalmaya başlarlardı. Merdivenlerin trabzanına kafamı dayayıp saatlerce onları dinlerdim. Ardından döner yine konserve kutusu çalmaya başlardım. Bir gün babam eve çömlek bir darbuka getirdi. Annem bu çömlek her tarafı kirletir deyince, babam da onu beyaza boyamıştı. Çömlek olduğu için darbuka kırılıyor, babam yenisini alıyordu. Ortaokul yıllarımdaydım. Bir yılbaşı akşamı saat altı sularında radyoda oyun havaları çalıyordu. O yıllarda yılbaşında radyo programları dinlenirdi. Ben darbuka çalmada kendimi ilerletmiş, artık darbukayı çalarken havaya fırlatıp, tekrar yakalamaya bile başlamıştım. Yine böyle bir anda darbukam elimden kaydı ve paramparça oldu. Bütün gece ağladım. Babam, sana yeni darbuka alamayız dedi. Öyle ki ortaokulu bitirmek için beklemeye kalana kadar da almadı. O yıl bana tekrar darbuka alınca ben müziğe yeniden başladım. Lise yıllarımda İstanbul Pertevniyal Lisesi’nde okuyorum. O yıllarda karma liseler henüz yok. Bizi kızların okuduğu okula müzik grubu olarak götürürlerdi. Lise yıllarımda arkadaşlarım arasında hep dikkat çeken bir öğrenciydim.
-Hocalarından büyük emanet devralmış biri olarak Türk müziğinin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Gazanfer Eryüksel: Geleceği ne olacak bilemem ama Türk musikisinin klasik eserleri icra edilmedikleri için gözümüzün önünde kayboluyor. Pek çok büyük bestekârın eserini dinlemek mümkün değil artık. Gençliğimde hanımlar ev işi yaparken radyoda Türk musikisi dinler, eşlik ederlerdi. Bugün bırakın eşlik etmeyi o eser sahiplerinin adı bilinmiyor. Ebu Bekir Ağa'yı, Şevki Bey'i bir tarafa bırakalım, Rakım Hoca'yı duymamıştır pek çoğu. Allah'tan Sadettin Kaynak var. O, kaliteyi düşürmeden her kesime uygun eserler ortaya koymuştur, bu sayede bilinir. Ama tek bir isim musikiyi kurtarmaya yetmez. Geçmişe ait devasa bir hazinenin üzerinde oturuyoruz. Bu hazineyi insanlardan esirger, vermez, küçümserseniz geçmişinize ihanet etmiş olursunuz.
- Müzikle uğraşmaya profesyonel olarak karar verdiğinizde ailenizin tepkisi oldu mu?
Gazanfer Eryüksel : Her ailenin bu konuda gösterdiği tepkiyi ben de yaşadım. Annem o yıllarda elimde darbukayı gördükçe, karşıma oturur, “Allahım, büyük Allahım, Ümmeti Muhammedin evladı, sabah altıda işe gitsin akşam yedi de eve gelsin, ne diyeceğiz? Yarın biz kız istemeye gidince ne diyeceğiz? Benim oğlum tiyatrocu, davulcu çalgıcı mı diyeceğiz?” derdi. O zamanın Türkiye’sinde çok ciddi baskı göstermemişlerdi ama annem de her anne gibi ‘kız istemeye gidince ne diyeceğiz’ sıkıntısını uzun yıllar yaşadı.
TEKNOLOJİ MANEVİYATI KIRDI
- Türk musikisi sanatçılarından biri olarak, sizi en çok üzen konu nedir?
Mustafa Çoşkun: Türkiye’de sanatçıya değer verilmiyor. Çok büyük bir ödül almama rağmen, ne eserime ne bana sahip çıkılmadı. Ben gecekonduda doğdum. 8 kardeştik. Hiç müzik eğitimi almadan kendi kendime ud çalmayı ve notaları öğrendim. Kimse “Bu eserin sahibi kimdir, bu eser neden çalınmıyor” demiyor. Özellikle Telif Yasası’nın çıkmasının ardından kurum yöneticileri kendi bestelerinin söylenmesi için taşralı sanatçıların eserlerini dikkate bile almıyorlar. 30 yıl öncesinde notalar bile tahtaya yazılır, sonra biz defterimize yazardık. Musiki cemiyetlerinde dersin yarısı notaları yazmakla geçerdi. Teknolojiyle birlikte maneviyatta yaşanan kırılma ve azalmalar her şeye yansıdı.
- Günümüzün eserlerinde neden eski şarkılardaki duyguları bulamıyoruz?
Mustafa Çoşkun: Eski duygular elbette artık eskisi gibi yaşanmıyor. Tüketime yönelik eserler yaratılmaya başlandı. Bir bestekar olarak, kendimden örneklersem, geleneksel Türk musikisinin hayranıyımdır ve bestelerimi de bu tarzda yaparım. Son yıllarda özellikle gençlerin geçmişten gittikçe uzaklaştığını gözlemliyorum. Eski özlemler, hasretler artık yaşanmıyor. Belki bizler de artık zamana ayak uydurmalı, günümüze daha uygun eserler yaratmalıyız. Benim özellikle istediğim son projem, Kanuni Sultan Süleyman’ın Hürrem Sultan’a olan aşkını konu alan bir beste yapmak. Bu eserin güftesiyle ilgili çalışmalara başladım. Günümüz gençlerine biraz da olsa kültürümüzü hatırlatır, onlara emanet bırakabilirsek ne mutlu bizlere…
- İlk bestenizin hikayesini hatırlıyor musunuz?
Mustafa Çoşkun: Müzikle yaşamım o kadar birleşmiş ki ilk bestemi eşimin beni eve almadığı gece yaptım. Bir akşam eve dönünce, eşim beni eve almadı, ben de bir arkadaşıma gittim. Onun balkonunda otururken birden yazmaya başladım, “Dökülen gözyaşımda bir günâhın yok senin. Bu sevdada bir suçlu varsa billahi benim. Bırak ben ağlayayım sen gül artık güzelim. Bu sevdada bir suçlu varsa billahi benim” güftesine yaptığım beste, ilk bestemdir. Eşimin eve almamasından ortaya çıkan bu eserde TRT repertuarındadır.
- Grup olarak nasıl bir araya geldiniz?
Servet Yeğin: Antalya’ya geldiğimde musiki cemiyetine gitmeye başladım. Hepimiz orada karşılaştık. Birbirimizle uyum sağlayınca beraber sahneye çıkmaya başladık. Müzik sektöründe geçim şartları belli olduğu için teklif gelirse tek kişi ya da iki kişi de sahne aldığımız oluyor.
UYURKEN ÇALABİLEN UDİ
- Unutamadığınız bir sahne anınız var mı?
Servet Yeğin: Grup olarak sahnede olduğumuz bir gece, bayan bir solistimiz de var kadroda… Saat gece yarısını geçince, Mustafa bir yandan ud çalıyor bir yandan uyuklamaya başlamış. Sahne ışığı loş olduğu için izleyenler çok fark etmiyor ama biz fark edince, solist bayan Mustafa’nın omzuna hafifçe vurunca, Mustafa bir anda uyandı, neredeyse sahneden düşüyordu. Bizi asıl hayrete düşüren, uyurken bile hiç nota kaçırmadan çalmaya devam etmesiydi.
- Siz keman çalmaya nasıl başladınız?
Servet Yeğin : Babam köy enstitüsü mezunuydu. Babamın bir mandolini vardı, zaman zaman çalardı. Bazen benim de çalmama izin verirdi. Liseye kadar o mandolini çalmayı öğrendim. Liseyi yatılı okulda Urfa’da okuyunca, bir arkadaşımdan saz çalmayı öğrenmeye başladım. Sadece tek bir türkü biliyordum ve uzun zaman onu çaldım. “Ah neyleyim gönül senin elinden” türküsü ilk öğrendiğim türküdür. Urfa saz diyarıydı, biz 6 kardeştik. Babama “Bana saz alır mısın” demek tuhaf geldi, kendime bir saz aldım. Yüksek öğrenimim bitene kadar o sazı çaldım. Uzun yıllar sonra Silifke’ye geri döndüğümde, Türk Sanat Müziği’ni daha çok sevdiğim için elden düşme bir keman aldım ve sazdaki altyapımı kullanarak kendi kendime keman çalmayı öğrendim. Nota da bilmiyordum, notaları da o yıllarda piyasada tek olan Keman Çalma Metodu kitabından yine kendi kendime öğrendim.


Mustafa Coşkun kimdir?

1957 'de Adana'da doğdu. İlk, orta ve ilköğretmen okulunu Adana'da okudu. 1979 'da Diyarbakır Eğitim Enstitüsü Fransızca Bölümünü bitirdi. Burs kazanıp gittiği Fransa'da, Clérmont -Ferrand Üniversitesi'nde Pedagojik formasyon eğitimi aldı. 1979 'da Mersin'e Fransızca öğretmeni olarak tayin oldu. İlk mûsikî eğitimine 1980 yılında Mersin Türk Sanat Müziği Derneği’nde başladı. ASMEK bünyesinde ney ve kudüm kursu usta öğreticiliği yapmaktadır. TRT repertuvarında 9 eseri bulunmakta.

Gazanfer Eryüksel kimdir?

1952’de İstanbul’da doğdu. Pertevniyal Lisesi ve İstanbul İktisadi İlimler Akademisi İktisat Maliye Bölümünü bitirdi. (1975) Aynı yıllarda İstanbul Belediye Konservatuarı’nda Türk Müziği öğrenimi gördü. Kendi çabasıyla kanun öğrendi. Piyasada müzisyenlik yaptı. İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda müzikli oyunlarda çalıştı. Gerek Türk Sanat Müziği gerekse tasavvuf müziği dallarında korolara eşlik etti. Belediye’den emekli olan sanatçı halen Antalya’da müzik, şiir ve yazı çalışmalarını sürdürmektedir.

Servet Yeğin kimdir?

1958 yılında Silifke’de doğdu. Devlet Su İşleri’nden emekli Ziraat Mühendisi olan Yeğin, öğrencilik yıllarında saz çalarak başladığı müzik yaşamında kendi imkanlarıyla keman çalmayı öğrendi. Emekli olduktan sonra Antalya’ya yerleşen Yeğin, 2005 yılından beri Antalya’da yaşıyor.

SABAH AKDENİZ’DEN ALINMIŞTIR

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder