SSK Hastanesi Başhekimliği, Türkiye Futbol Federasyonu yöneticiliği, Milletvekilliği ve son olarak da Kültür ve Turizm Bakan Yardımcılığı görevini üstlenen Abdurrahman Arıcı, turizmi 12 aya yayabilmek için yeni hedefler belirlediklerini söyledi
Turizmin başkenti olan Antalya’da özellikle iş dünyasının sorunlarının ivedilikle çözümüne yönelik başta Kültür ve Turizm Bakanlığı olmak üzere diğer tüm bakanlıklar arasında köprü olacağını belirten Arıcı, Antalya'ya ilk gelişleri olan 1974 senesinde, eşi ile birlikte kalacak otel bulamadıklarını ama geçen 37 yıllık süre içerisinde Antalya'nın turizmde dünya şehri olduğunun altını çizdi.
Sürdürülebilir turizmin temelini temiz çevre ile denizin oluşturduğunu belirten Arıcı, Mavi Bayrak sahibi sahillerimizin sayısını arttırmak için Antalya bölgesinde altyapı çalışmalarına yatırım yapacaklarını belirtti. Kış turizmini hareketlendirmek için yatırım yapmak gerektiğine dikkat çeken Abdurrahman Arıcı, "Turizm çeşitliliğini arttırmak için deniz, kum ve güneş turizmi yanı sıra yeni alternatif turizm alanları oluşturmalıyız. Alternatif turizm kapsamında Toroslara yeni turizm tesisleri kazandırmalıyız. Kazandırdığımız tesislerle deniz, kum ve güneş turizmi için bölgeye gelen turistler Torosları da görmeli. Yılın 12 ayı turizm yapmak içinde golf, kongre, spor ve sağlık turizmini yaygınlaştırmak zorundayız. Niçin Antalya'ya kışın bin takım yerine bin 500 takım getirmeyelim. Niye dünyaca ünlü futbol takımlarını Antalya'da ağırlamayalım. Bölgede turizmde marka olmak istiyorsak bunu yapmak zorundayız. Bölgede yılın 12 ayı turizm yaparsak kışın 30 bin turizm sektörü çalışanı açıkta kalmaz " dedi.
Yeni göreviyle en çok Antalyalıları sevindiren Kültür ve Turizm Bakan Yardımcısı Dr. Abdurrahman Arıcı ile 2012 yılının öncelikli projelerini, Antalya’nın yatırım ihtiyaçlarını, alternatif kültür ve turizm önerilerini konuştuğumuz keyifli bir sohbetimiz oldu.
-Diğer ülkelerle olan turizm rekabetimizi baz alırsak, bölgenin yatırım faaliyetleri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Ülkemizin dünya turizm sektöründe rekabet gücünü artırmak için çalışmalarımız devam etmektedir. Bu çalışmalar çerçevesinde turizm bölgeleri oluşturulmasına destek verilmekte, turizm alanları projeleri geliştirilmekte ve buralarda eğlence merkezleri, golf sahaları gibi üst yapı ve turizme yönelik altyapı yatırımları teşvik edilmektedir. Turizmin geliştirilmesi için gerçekleştirilen yatırımlar hizmet kalitesi faktörü ile desteklendiğinde hedefe ulaşılabilecektir. Tatilini geçirdikten sonra evine mutlu dönen turist her türlü tanıtım faaliyetinden daha etkilidir. Yatırım ve iş hacmini geliştiren, gelir yaratan, yeni istihdam alanları açan, sosyal ve kültürel hayatı geliştiren turizm sektörü, dünya ekonomisinin yüzde 10,7'sini oluşturarak dünyada istihdamın yüzde 7,8'ini oluşturan büyüklüğe ulaştı. Türkiye'ye gelen turist sayısı 10 yıl öncesine göre 3 kat arttı.
-Geçtiğimiz yılın turizm verilerine göre beklenen artışlar yakalanabildi mi?
Geçtiğimiz yıl 28,6 milyon turist ülkemizi ziyaret etmiştir. Ülkemiz turist sayısı bakımından 7. Sıradadır. Turizm gelirleri bakımından da 2000 yılında 7,6 milyar dolar iken 2010'da yaklaşık 3 kat artışla 20,8 milyar dolara yükseldi, ülkemiz bu alanda dünyada 9. sırada yer almaktadır. Bunda en büyük pay elbette ki turizmcilerindir. 2011 yılının ilk 9 ayında geçen seneye göre yüzde 10,76'lık artış yaşanarak ülkemizi 25 milyon 625 bin 298 kişi ziyaret etmiştir. Turizm geliri 2011 yılının ilk 9 ayında geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 14,5 artış yaparak, 17 milyar 811 milyon liraya yükselmiştir.
-Bölgedeki turizm çeşitliliğini arttırmaya yönelik ne gibi çalışmalar yapılmalıdır?
2002'den bu yana ülkemize gelen turist sayısında 3 kat artış oldu. Turist sayısı 8 yıl içinde 9 milyondan 30 milyon sınırına ulaştı. Antalya'ya gelen turist sayısı 11 milyona yaklaştı. 2023 vizyonu çerçevesinde ülkemize gelen turist sayısının 50 milyon, turizm gelirlerinin 50 milyar dolar olmasını bekliyoruz. Ülkemizi dünya turizminde bir numara yapmak için gayret gösteriyoruz. Deniz, kum ve güneş turizminin yanı sıra kültür, tarih, arkeoloji, inanç, spor, sağlık, doğa sporları, golf, kongre ve eko turizminin yaygınlaşmasına özel önem veriyoruz. Antalya'ya gelen turistlerin Torosların doğal güzelliklerini de görmeleri için Akseki, Gündoğmuş, İbradı Ormana, Manavgat, Alanya, Gazipaşa, Serik, Korkuteli, Kaş Gömbe ve Elmalı için çalışmalar yapıyoruz. Kırsal kalkınmanın yolu, köy, yayla, doğa sporları, çiftlik evi ve eko turizmden geçiyor. Torosların tarihi ve doğal güzelliklerini turizme kazandırmaya kararlıyız. Ayrıca bölgedeki kongre, sağlık, spor, doğa sporları, bisiklet ve golf turizmini etkin hale getirmek için çalışmalar yapıyoruz. Antalya'ya gelen turistlerin Düden, Lara, Kurşunlu, Manavgat şelalelerinin yanı sıra Gündoğmuş Uçansu, Ormana beldesi, Ürünlü köyü sınırları içinde bulunan Altınbeşik Mağarası ve Eynif Ovası'nı da görmelerini istiyoruz.
-Golf, sağlık, spor turizmi gibi alanların geliştirilmesinde ne gibi çalışmalar yapılmalıdır?
Golf turizminde Belek bölgesi doyuma ulaştı. Bundan sonrasında Manavgat'a ve Alanya’ya da yeni golf alanları kazandırmanın vaktinin geldiğini düşünüyorum. Bölgede golf sahaları, spor alanları olabilecek yerlerimiz var. Buraları bakanlık komisyonundan geçirdikten sonra bakanlar kurulundan da geçirerek, turizm alanı ilan edip iş adamlarımızın oraya yönlendirilmesini sağlayacağız. Bunun yanında spor ve sağlık turizmi de turizm ekonomisi içinde büyük önem taşımaktadır. Bölgeye şuan bin 200’e yakın futbol takımı geliyor. Alanya bölgesinde futbol ve antrenman sahalarımız yok. Yer belirlemelerinin hemen otelin yanında olmasına gerek yok, 15-20 dakikalık uzaklıkta da olabilir. Örneğin, Barcelona’yı neden Antalya’mızda misafir etmeyelim? Barcelona’nın sponsoru olan Türk Hava Yolları ile birlikte Antalya’daki turizmcilerle beraber bizde devreye gireriz. Barselona takımının Antalya’ya gelmesi demek diğer büyük takımlarında gelmesi demektir. Bunları hayata geçirebilirsek çok iyi olur. TFF’ da yardımcı olur ve inşallah bunları hayata geçirebiliriz. Sağlık turizmine geldiğimizde de, dünya turizm gelirleri içinde 25 milyar dolar sağlık turizminden pay alınıyorsa bu payın büyük kısmı da Ortadoğu ülkelerinden gitmektedir. Bu konuda geçmişte bir takım çalışmalar yapılmış ama devamı getirilememiş bunu da komşu ülkelerimizin yapısal değişiklikleri ve karışıklıklar etkilemiş olabilir. Yoğun olarak Adana ve Gaziantep’te sağlık turizmi ile ilgili ortak çalışmalar var. Ama bu yeterli değil. Antalya’da da 30’a yakın özel hastane var. Sağlık ve Turizm Bakanlığı’nın koordineli çalışmalarıyla sağlık turizminde de ülkemizin hak ettiği payı alabileceğine inanıyorum. Öncelikle Antalya, İstanbul ve Güneydoğu Anadolu bölgesindeki sağlık tesisleri ve hastane sahipleri ile görüşerek bu planlarımızı hayata geçireceğiz.
-Kültür ve Turizm Bakanlığı kaynaklarıyla Antalya’ya hangi projeleri planlıyorsunuz?
Kültür ve Turizm Bakanlığı olarak yaşanılabilir bir şehir yaratmalıyız. Dikkat ederseniz bütün şehirlerimiz Mavi Bayraklı ve bunun korunması da gerekiyor. Çünkü çok çabuk bozulabilir. Her geçen gün turist sayısı artıyor. Rakamlar 10 milyonun üzerine çıktı. O yüzden alt yapıya çok önem veriyoruz. Arıtma tesislerimizin çok iyi olması gerektiğinden yatırımların büyük bir kısmı bakanlık olarak alt yapı hizmetlerine aktarılmıştır. İş adamları bin, iki in yataklı otelleri kendileri yapıyor biz de onlara gerekli zemini hazırlamak zorundayız. Bunu yanında havalimanına gelenlerin en kısa sürede gidecekleri yerlere ulaştırılması gerekiyor. Bu konuda da master plan çalışmaları yapılıyor. Biliyorsunuz ki, Alanya karayoluna da bizim zamanımızda başlandı ve bitirildi. Bu yol şimdi Gazipaşa’ya kadar uzatılacak. Gazipaşa-Anamur arasındaki mesafe 15 firmaya ihale yapıldı. Önümüzdeki dönemlerde hızlı tren çalışmalarımız var. Hem İç Anadolu, Konya hem de Burdur, Isparta üzerinden Afyon’a bağlanma planımız var ve çalışmalar devam ediyor. Tüm bu çalışmalar milletvekili arkadaşlarımızın destekleriyle devam ediyor. Bunlar Turizm ve Kültür Bakanlığı’nı da ilgilendiriyor çünkü misafirlerimizi burada ağırlayıp diğer şehirlere taşıyarak kalış sürelerini de uzatabiliriz. Turizm ve Kültür Bakanlığı olarak Ulaştırma Bakanlığı ile birlikte bu çalışmaların içindeyiz.
- Turizm sektörünün yaşadığı bazı üzücü olayların, ÖTV’nin yüksek olmasından kaynaklandığını düşünen turizmciler var. Siz bu konuyu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sektör temsilcileriyle henüz bir araya gelmedim. Öncelikle bakanlıktaki arkadaşlardan brifing alıyorum. Ama sahte içkinin piyasaya sürülmesinin hiçbir bahanesi olamaz ve hiçbir şekilde tasvir edilecek yanı da yoktur. İnsan hayatı çok önemlidir. Bu görüşü değerlendirmek sadece Turizm Bakanlığı’nın değil aynı zamanda Maliye Bakanlığı’nın da görevidir. Zaman zaman Sayın Başbakan belirli çalışmalar yapmaktadır. Örneğin KDV oranlarının düşürülmesi bile turizm sektörüne nefes aldıran çalışmalardır. Bu konuyla ilgili de sektör temsilcileri ile bir araya geliriz. Bakanlıktaki ve Maliye Bakanlığı’ndaki arkadaşlarla çalışmalar yaparız. Ama hiçbir zaman ÖTV’nin yüksek olması bize o yolu açamaz.
- Antalya’nın yeni stadına kavuşmasıyla ilgili çalışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bununla ilgili bir toplantıya ben de katılmıştım ama ikinci toplantıya katılamadım. Biliyorsunuz ki, geçmiş dönemde Menderes Türel tarafından başlatılmış bir proje vardır. Fakat bu proje yeni gelen belediye tarafından rafa kaldırıldı. O dönem TFF Başkanı Mahmut Özgenel ve yönetimi tarafından ilgi gösterdiğimiz Dokuma ve eski Pil Fabrikası alanı var. Bunların değerlendirilmesi gerekiyor. Ve şunu çok iyi biliyorum, Sayın Başbakanımızın Antalya’da bu stadı kazandırmak için menfi bir görüşü yok. Biz Mevlüt Çavuşoğlu ile ziyaretimizde bu konuları Sayın Erdoğan ile konuştuğumuz zaman olumlu görüşlerini bizzat belirtti. Menderes Türel zaten şu anda milletvekili ve konuyla bire bir ilgileniyor. Öncelikle yer seçiminin tamamlanması lazım. Bizler bu stadın hayata geçirilmesi için mücadele ederiz. Çünkü 2016 Expo Fuarı’na bir de Dünya ve Avrupa Şampiyonası’na başvurduk. Bu stad hem bir prestij kaynağı olmalıdır hem de stadı olmayan bir şehirde doğal olarak maç oynatamayız. Başbakanımızın en büyük özelliği yapabileceği projelerin altına imza atmasıdır. Sadece yapabileceği şeyin sözünü verir ve yaptırır. Biz de memnun değiliz Mardan stadında oynanmasına çünkü seyirci gelmiyor yolda tıkanıklık oluyor. Eski stadımızda yapısal bozukluklar var. O yüzden acilen Antalya’ya yakışır bir stadın olması gerekiyor. Birde ben İspanya’ ya gittiğimde gözlemledim, stadın şehrin içinde, şehirle barışık olması gerekiyor sadece 15 günden 15 güne faydalanılacak bir stad olmamalı. O şehrin kültürüne ekonomisine sosyal yaşamına etki edecek bir yapı olması lazım. Örnek verecek olursak Barselona, Real Madrid, Malaga stadı şehir merkezlerinde, stajların altlarında müzeler, restoranlar, AVM’ ler ve kültür merkezleri gibi hep faydalı alanlar var. O yüzden benim görüşüm şehrin dışında stadın olması mümkün değil…
-Turizm Yasası’nın tamamlanması sektöre hizmet edenler tarafından uzun bir süredir bekleniyor. Şu an son durum nedir?
Parlamento da bulunduğum dönemde Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın yapısal değişimi ile ilgili bir tasarı TBBM komisyonundan geçti. Meclis kararıyla yasalaşması için bekliyor. Bazı değişiklikler yaparak tekrar meclise getirmeyi düşünüyoruz. Bundan önce turizm yatırımları ile ilgili yasa vardı, bunlar kısmen geçti bundan sonraki çalışmaları müsteşarlık ve bakanlığımız yapıyor. Turizm yasası ile ilgili tüm çalışmaları bakanlığımız komisyonunda görüştükten sonra tekrar gündeme getireceğiz.
röportaj etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
röportaj etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
25 Aralık 2011
İSRAFİL KURTCEPHE
Antalya’nın en önemli markalarından birisi olan Akdeniz Üniversitesi, hem eğitimde, hem de bilimsel çalışmalarda örnek olmaya devam ediyor. Rektör Prof. Dr. İsrafil Kurtcephe ile üniversitedeki gelişmeleri, yapılanları ve yapılacak olanları konuştuk.
Son dönemde büyük işler başardıklarını vurgulayan Rektör Prof. Dr. Kurtcephe, özellikle organ nakli ve uzay bilimleri konusunda dünyanın en önemli merkezlerinden birisi haline geldiklerini söyledi. Uzay bilimleri konusunda bir çok uluslar arası projede yer aldıklarını, Avrupa Birliği, Birleşmiş Milletler ile önemli projeler yürüttüklerini dile getiren Rektör Prof. Dr. İsrafil Kurtcephe, Güney Kore ile de gözlemevi anlaşması yaptıklarını, bu ülkeden 5’er milyon Euro değerinde iki adet teleskop geleceğini bildirdi.
Geçmişte haksız eleştiriler aldığı organ nakli konusunda dünya tıp literatürüne giren başarılar elde ettiklerini de vurgulayan Prof. Dr. İsrafil Kurtcephe, “Türkiye’nin ilk uzuv naklini yaptık. Aydınlı bir gence iki kol taktık. Şimdi kollarını kullanabiliyor. Dünyada ilk kez bir kadına rahim nakli yaptık. Bu başarı bizi sağlık dünyasının zirvesine taşıdı” dedi.
Akdeniz Üniversitesi’nin öğrenci sayısının son 3 yıl içinde, 17 bin 600’den 43 bin 500’e yükseldiğini, Akdeniz Üniversitesi kampusunun hızlı bir gelişme ile dünya üniversitelerine örnek bir hale geldiğini vurgulayan Prof. Dr. Kurtcephe, “Biz artık bir dünya üniversitesiyiz” dedi.
-Akdeniz Üniversitesi’ndeki çalışmalarda dünyadaki teknolojik gelişmeleri yeterince takip edebiliyor musunuz?
Her üniversite her birimiyle takdir edilmelidir. Akdeniz Üniversitesi olarak, her birimimizle takdir edilebilmek için elimizden geleni yapıyoruz. Teknolojik gelişmeleri izliyoruz ve bunlara uyum sağlamaya çalışıyoruz.
-Son dönemde hangi branş ön plana çıkıyor?
Akdeniz Üniversitesi’nin kuruluşundan beri lokomotif branşı tıptır. Bu günümüzde de böyle. Ancak son dönemde uzay bilimi atılıma geçti. Uzayın imkan ve fırsatlarından faydalanmayan Türkiye sadece sıradan devlet olur. Eğer çağdaş uygarlıklar seviyesine çıkıp bir dünya devleti olmak istiyorsak mutlaka uzayın imkan ve fırsatlarından faydalanmak zorundayız. Bu nasıl olacak uydu göndereceksiniz, uzay mekiği göndereceksiniz. Bu çalışmalar bir ülke için o kadar önemli ki; nereyi ekeceksiniz, ne kadar ürün biçeceksiniz uydular bunu size gösteriyor. Biz şeker fabrikaları genel müdürleri ile görüşme yapıyoruz. Bize bir proje sundular, rekolte tahminini siz yapın diyorlar. Ve 2 milyon lira da para öneriyorlar. Bunu yapabilecek uzmanlarımız var. Yine Avrupa Birliği’nden bir iş aldık. Uzaydaki uydularının destek hizmet işini bize verdiler. Uyduyu biz takip ediyoruz, analizini biz yapıyoruz. Birleşmiş Milletlerin şu an yapımı devam eden uyduları var. Onların yörünge hesaplama işini de bize verdiler. Aynı şekil de Birleşmiş Milletler Şubat ayında bizi davet etti, Viyana’da bir törenle bir anlaşma imzaladık. Birleşmiş Milletlerin dünyadaki ortağı ikinci üniversite biz olduk. Bu müthiş bir saygınlık. Güney Kore ile gözlemevi anlaşmasını imzalayacağız. 2 tane teleskop veriyorlar, her biri 5 şer milyon Euro değerinde. Saklıkent’e kuracağız. Yine Avrupa Birliği ülkelerinin çeşitli şirketlerden oluşan Belçika merkezli bir konsorsiyum var, Avrupa Uzay Konsorsiyumu. Aralık ayı içersin de onlarla da bir anlaşma imzalayacağız. Bizim tekno kentimizde ortak bir şirket kuracağız. Dünyadaki uydu ihalelerine beraber katılacağız. İşte bu gelişmeler, üniversitemizin uzay bilimlerinde atağa kalkmasını sağladı.
-Alanya ilçesi ile üniversitenin son dönemlerdeki sıcak ilişkileri dikkat çekiyor. Alanya ile hangi alanlarda çalışıyorsunuz?
Alanya Ticaret Odası Başkanı Kerim Aydoğan, etrafına pozitif bir enerji yayıyor. Kerim Beyde hiç hayır yok, önerdiğiniz bir şeye mutlaka alternatif bir çözüm ile yaklaşıyor. Konaklı Belediye Başkanı Abdullah Bey ile bana geldiler. Ellerinde bir proje var, diyorlar ki bunu eğitim fakültesi yapalım. Burada teknik fakülte olsun istiyorlar. Ben teknik insan değilim. Ama baktığımda gördüm ki bir eğitim fakültesi olarak düşünülüp çizilmiş bir proje değil. Bu proje güzel bir kongre merkezi olabilir. Bizim bu kongre projemiz böyle gündeme geldi. Turizmde ölü sezon dediğimiz 4 aylık dönem, bu tesis sayesinde hareketlenecek.
-Alanya’da devlet üniversitesi kurulması ile ilgili projenin fikri nasıl oluştu?
Orada bu aşkı, bu sevdayı, eğitime verilen bu desteği gördükten sonra, Alanya’da mutlaka bir devlet üniversitesi kurulması gerektiğini anladım. Yeni kurulan üniversitelerimizin çoğundan daha fazla orada öğrencilerimiz var. Bu düşüncemi geçenlerde yapılan temel atma töreninde Başbakan Yardımcımız Bülent Arınç’a sundum. O da hararetle destek verdi. 2012 yılı içersinde Alanya’da devlet üniversitesi kurulur diye düşünüyorum. Ben şimdi şöyle bakıyorum; her yere üniversite kurabilirsiniz, ama kuracağınız yeri iyi seçmeniz lazım. KKTC’de kaç tane üniversite var? Antalya’nın tamamı kadar değil KKTC. Bu kadar güzellik var, şu havayı nerde bulabilir öğrenci? Kültürel alt yapı da değişiyor, eskisi gibi değil. Öğrenciler kütüphaneler bulabiliyor, iş bulabiliyor. Çoğunluğu yazın eve bile gitmiyor. Yaz tatilinde Antalya’da kalıp çalışıyorlar.
- Üniversite kampüsündeki değişikler ve düzenlemeler kapsamında bu yıl neler yapıldı?
Resmi ziyaret için Japonya’dan bir üniversitenin rektörü ve idari heyeti geldi. Bir gün sabah erken kalkmışlar, sabah 06.00’da kampusu gezmişler. Sonra buluştuk. Konuk rektör izlenimlerini anlattı, çok gururlandık. Sayın rektör dedi ki; ‘Ben ABD’de okudum. Oradaki kampusa hayrandım. Ancak sizin kampusunuzu görünce fikrim değişti. Bu kadar güzel bir kampusa hayal etmemiştim.’ Biz bu tür övgüyü her gelenden almaya başladık. Sadece Türkiye’nin değil. Dünyanın en güzel üniversite kampuslarından birine sahibiz. Bizim yeni yaptığımız Hukuk Fakültesi binası herkesin dilin de şimdi. Diğer yapısal değişimlerimiz de hızla devam ediyor.
-Göreve geldiğinizde hedefleriniz arasında öğrenci sayısını arttırmak da bulunuyordu. Bu süreçte başarılı olundu mu?
Herkes şimdi bunu konuşuyor. Gerçekte hızlı büyüdük. Bu hızlı büyümenin büyük sorunlar getireceğini de öngörerek hareket ettik. Son 3 yıl içinde, 17 bin 600 öğrenciden 43 bin 500 öğrenciye ulaştık. Bu artışın karşılığı ekibimizi ve fiziki koşullarımızı da geliştirdik.
-Tıp Fakültesi’nin teknolojiye ayak uydurabilmesi için gerekli olan eksikler tamamlanabildi mi? Tıp Fakültesi hastanemizde de önemli değişimler yaşandı. Eski teknolojinin yenilenmesi için harcadığımız para 25 milyonu geçti. Şimdi yeni bir ihaleye çıkacağız. Sadece öğrencilerimizin eğitim maketlerine 500 bin lira veriyoruz. Teknoloji o kadar çok gelişiyor ki, öğrenci o maketi alacak, insan gibi iç organların tamamını inceleyebilecek. Bütün bunlar bizi uluslararası rekabet pazarında güçlü kılıyor. Diğer taraftan bunları yaparken, hastanemiz alt yapı bakımından yeni tesislere kavuşturuldu. Psikiyatri Hastanesi inşaatını yüzde 17 seviyesinde aldık, 1 yılda bitirdik. Bir kemoterapi ünitesi kurduk. Şimdi diğer sağlık kuruluşları bizim projemizi örnek alıp uyguluyorlar.
-Tıp Fakültesi’nin yetersiz gelen kapasitesi yoğunluklara neden oluyor. Bu konuyla ilgili öncelikli çalışmalarınızı nelerdir?
Bizim hastanemizin sadece A bloğu vardır. Yıllarca B bloğu yapılmadı. Sorulduğunda da; Devlet Planlama Teşkilatı gerek görmüyor, para vermiyor dediler. İlk bütçe görüşmesine gittiğimde bu konuyu açtım. Bana dediler ki; ‘Sizin 755 yatağınız var, bu yatak yeter.’ Ben yılmadım, her dönem isteğimi tekrarladım. Ancak üçüncü görüşmede ikna edebildim. Ve hastanenin bütçesini aldık. Eylül sonunda temeli attık. 25 Eylül’den bugüne 5’inci katın betonu atıldı. 375 günde bitirilmesi planlanıyor. Yeni binada; 306 yatak, 18 yoğun bakım yatağı olacak. Odaların yüzde 60’ı birer kişilik, yüzde 40’ı ikişer kişilik olacak. Bu bina aynı zamanda bizim marka değerimizi de arttıracak. Bu bina hizmetle girince, 2012 yılının ortalarında eski binayı ele alacağız ve modern bir hastaneye dönüştüreceğiz. Bu işleri bitirdikten sonra, başlangıçta Organ Nakli Hastanesi diye planlanan, ama maalesef bu amaçla kullanılamayan B blok ise gerçek işlevine kavuşturulacak. Organ Nakli Hastanesi’ne dönüştürülecek. Bir de G bloğumuz var, yarım kalan… Geçmişte sorunlar yaşayan, Sayıştay’ın incelemesi sonrası ihale yasasına aykırı işler yapıldığı tespit edilen ve inşaatı yarım kalan binamız var. Firmayla anlaştık ve ihaleyi feshettik. Onu da 1,5 yılda bitireceğiz. Türkiye’nin en gelişmiş laboratuarı olacak.
-Tıp Fakültesi’nin bu yılki organ nakli başarıları tıp literatürlerine girdi. Daha önce uygulanmamış nakilleri tercih etme nedeniz planlı bir hedefin sonuncu muydu?
Prof. Dr. Alper Demirbaş ve ekibinin ayrılmasından dolayı beni çok eleştirmişlerdi. Kimseye derdimi anlatamadım. Türkiye’nin ünlü yazarları bile köşelerinde; 25 yıllık Akdeniz Üniversitesi Organ Nakli Merkezini heba ettiğimi yazdılar. O günlerde yeni görevlendirdiğim arkadaşlarımı çağırdım. Kendilerine hedef koymalarını istedim. Sayısal başarının yanına, tıbbi başarıları ve yenilikleri de eklemelerini istedim. Benim fikrim uzuv nakliydi. Vücut içinde bir sürü organ nakli yapıyoruz, ama dışarıda bir sürü uzvunu kaybetmiş olan insanlar var. İşte bir terör belasıyla ülkemiz boğuşuyor. Kimi elini, kimi kolunu, kimi bacağını kaybediyor. Benim kafamdaki düşünce buydu. Arkadaşları topladım yeni hedefimiz uzuv nakli olacak. ‘Hocam kanun yok’ dediler. Kanunu çıkarmak TBMM’nin görevi, bunu kulisini yapmak benim işimdir. Sağlık Bakanımızla bu konuyu birkaç defa konuşmanın sonunda kanun tasarısı hazırlamak üzere komisyon kuruldu. Yaklaşık 7 ay boyunca bu komisyon çalışmaları yapıldı.
-İlk nakil yapıldığında beklediğiniz kanun çıkmış mıydı?
Komisyon yasa tasarısı ile ilgili son çalışmayı bizim ev sahipliğimizde, Adrasan’daki tesislerimizde yapacaktı. Fakat o sırada bir verici çıktı. Bir sabah Ömer Özkan Hoca beni arıyor. Bir trafik kazasında ölen gencin ailesi tüm uzuvlarını bağışlamış. Bu tarihi bir fırsattı. Bir risk analizi yaptım. Şimdi başarırsak bizi baş tacı ederler, ama kazara başarısız olursak beni görevden alabilirler, özgürlüğümü kaybedebilirim, hapis yatabilirim, unvanlarımdan olabilirim. Ayrıca çok pahalı bir tedavi süreci yaşanacak. 1 yıla aşkın bir süre ilaç kullanılacak. Masraflar da 1 milyon lirayı aşacak. Şimdi yasa yok, yönetmenlik yok. Bu nedenle Sosyal Güvenlik Kurumu bu harcamaları ödemeyecek. Ömer Hoca ile bu riskleri göz önüne aldık, risk almadan asla büyük başarılara imza atılamayacağını biliyorduk. Nakil çalışmasına başladık, sonra ben haber vermek için Sağlık Bakanımıza ulaşmaya çalıştım. Bakan bey İrlanda’daymış. Durumu kendisine anlattım. Özel izin çıkarıldı. Ve hikaye başarıyla sonuçlandı. Olay bizi sağlık dünyasının zirvesine taşıdı. Bu çocuğumuz iki elini kullanıyor. Geçen hafta gelmiş buraya, incir getirmiş elleriyle. Ona 25 Eylül’de doğum günü düzenledik. Pastayı kendi eli ile kesti. Çift kol nakli yapınca yasa çıktı. Şimdi isteyen yapabilir.
-Hastanenizde bu kadar özel operasyonların yapılmasının Akdeniz Üniversitesi markasına katkısı oldu mu?
Biz çift kol naklinin ardından rahim nakli gerçekleştirdik. Bu iş için bizden önce 3 ülkede rahim nakli üzerinde çalışılıyordu. ABD, İngiltere ve İsveç. Özellikle İsveçlilerin bu konunun çok üzerinde duruyorlardı. Hedefleri de 2012 yılı içinde nakli yapmaktı. Biz nakli yapınca o İsveçli ekip Türkiye ye geldi. Geçen ay burada basın toplantısı düzenledik. Bize övgü yağdırdılar. Birlikte çalışma istediklerini söylediler. Şu an çalışıyoruz. Bir Hollanda televizyonu belgesel için yapım izni istedi. Bilim çevreleri bizi organ naklinde dünyanın lideri ilan etti. Çünkü kimsenin yapmadığı bir işi yaptık.
-Akdeniz Üniversitesi’ndeki çalışmalarda dünyadaki teknolojik gelişmeleri yeterince takip edebiliyor musunuz?
Her üniversite her birimiyle takdir edilmelidir. Akdeniz Üniversitesi olarak, her birimimizle takdir edilebilmek için elimizden geleni yapıyoruz. Teknolojik gelişmeleri izliyoruz ve bunlara uyum sağlamaya çalışıyoruz.
-Son dönemde hangi branş ön plana çıkıyor?
Akdeniz Üniversitesi’nin kuruluşundan beri lokomotif branşı tıptır. Bu günümüzde de böyle. Ancak son dönemde uzay bilimi atılıma geçti. Uzayın imkan ve fırsatlarından faydalanmayan Türkiye sadece sıradan devlet olur. Eğer çağdaş uygarlıklar seviyesine çıkıp bir dünya devleti olmak istiyorsak mutlaka uzayın imkan ve fırsatlarından faydalanmak zorundayız. Bu nasıl olacak uydu göndereceksiniz, uzay mekiği göndereceksiniz. Bu çalışmalar bir ülke için o kadar önemli ki; nereyi ekeceksiniz, ne kadar ürün biçeceksiniz uydular bunu size gösteriyor. Biz şeker fabrikaları genel müdürleri ile görüşme yapıyoruz. Bize bir proje sundular, rekolte tahminini siz yapın diyorlar. Ve 2 milyon lira da para öneriyorlar. Bunu yapabilecek uzmanlarımız var. Yine Avrupa Birliği’nden bir iş aldık. Uzaydaki uydularının destek hizmet işini bize verdiler. Uyduyu biz takip ediyoruz, analizini biz yapıyoruz. Birleşmiş Milletlerin şu an yapımı devam eden uyduları var. Onların yörünge hesaplama işini de bize verdiler. Aynı şekil de Birleşmiş Milletler Şubat ayında bizi davet etti, Viyana’da bir törenle bir anlaşma imzaladık. Birleşmiş Milletlerin dünyadaki ortağı ikinci üniversite biz olduk. Bu müthiş bir saygınlık. Güney Kore ile gözlemevi anlaşmasını imzalayacağız. 2 tane teleskop veriyorlar, her biri 5 şer milyon Euro değerinde. Saklıkent’e kuracağız. Yine Avrupa Birliği ülkelerinin çeşitli şirketlerden oluşan Belçika merkezli bir konsorsiyum var, Avrupa Uzay Konsorsiyumu. Aralık ayı içersin de onlarla da bir anlaşma imzalayacağız. Bizim tekno kentimizde ortak bir şirket kuracağız. Dünyadaki uydu ihalelerine beraber katılacağız. İşte bu gelişmeler, üniversitemizin uzay bilimlerinde atağa kalkmasını sağladı.
-Alanya ilçesi ile üniversitenin son dönemlerdeki sıcak ilişkileri dikkat çekiyor. Alanya ile hangi alanlarda çalışıyorsunuz?
Alanya Ticaret Odası Başkanı Kerim Aydoğan, etrafına pozitif bir enerji yayıyor. Kerim Beyde hiç hayır yok, önerdiğiniz bir şeye mutlaka alternatif bir çözüm ile yaklaşıyor. Konaklı Belediye Başkanı Abdullah Bey ile bana geldiler. Ellerinde bir proje var, diyorlar ki bunu eğitim fakültesi yapalım. Burada teknik fakülte olsun istiyorlar. Ben teknik insan değilim. Ama baktığımda gördüm ki bir eğitim fakültesi olarak düşünülüp çizilmiş bir proje değil. Bu proje güzel bir kongre merkezi olabilir. Bizim bu kongre projemiz böyle gündeme geldi. Turizmde ölü sezon dediğimiz 4 aylık dönem, bu tesis sayesinde hareketlenecek.
-Alanya’da devlet üniversitesi kurulması ile ilgili projenin fikri nasıl oluştu?
Orada bu aşkı, bu sevdayı, eğitime verilen bu desteği gördükten sonra, Alanya’da mutlaka bir devlet üniversitesi kurulması gerektiğini anladım. Yeni kurulan üniversitelerimizin çoğundan daha fazla orada öğrencilerimiz var. Bu düşüncemi geçenlerde yapılan temel atma töreninde Başbakan Yardımcımız Bülent Arınç’a sundum. O da hararetle destek verdi. 2012 yılı içersinde Alanya’da devlet üniversitesi kurulur diye düşünüyorum. Ben şimdi şöyle bakıyorum; her yere üniversite kurabilirsiniz, ama kuracağınız yeri iyi seçmeniz lazım. KKTC’de kaç tane üniversite var? Antalya’nın tamamı kadar değil KKTC. Bu kadar güzellik var, şu havayı nerde bulabilir öğrenci? Kültürel alt yapı da değişiyor, eskisi gibi değil. Öğrenciler kütüphaneler bulabiliyor, iş bulabiliyor. Çoğunluğu yazın eve bile gitmiyor. Yaz tatilinde Antalya’da kalıp çalışıyorlar.
- Üniversite kampüsündeki değişikler ve düzenlemeler kapsamında bu yıl neler yapıldı?
Resmi ziyaret için Japonya’dan bir üniversitenin rektörü ve idari heyeti geldi. Bir gün sabah erken kalkmışlar, sabah 06.00’da kampusu gezmişler. Sonra buluştuk. Konuk rektör izlenimlerini anlattı, çok gururlandık. Sayın rektör dedi ki; ‘Ben ABD’de okudum. Oradaki kampusa hayrandım. Ancak sizin kampusunuzu görünce fikrim değişti. Bu kadar güzel bir kampusa hayal etmemiştim.’ Biz bu tür övgüyü her gelenden almaya başladık. Sadece Türkiye’nin değil. Dünyanın en güzel üniversite kampuslarından birine sahibiz. Bizim yeni yaptığımız Hukuk Fakültesi binası herkesin dilin de şimdi. Diğer yapısal değişimlerimiz de hızla devam ediyor.
-Göreve geldiğinizde hedefleriniz arasında öğrenci sayısını arttırmak da bulunuyordu. Bu süreçte başarılı olundu mu?
Herkes şimdi bunu konuşuyor. Gerçekte hızlı büyüdük. Bu hızlı büyümenin büyük sorunlar getireceğini de öngörerek hareket ettik. Son 3 yıl içinde, 17 bin 600 öğrenciden 43 bin 500 öğrenciye ulaştık. Bu artışın karşılığı ekibimizi ve fiziki koşullarımızı da geliştirdik.
-Tıp Fakültesi’nin teknolojiye ayak uydurabilmesi için gerekli olan eksikler tamamlanabildi mi? Tıp Fakültesi hastanemizde de önemli değişimler yaşandı. Eski teknolojinin yenilenmesi için harcadığımız para 25 milyonu geçti. Şimdi yeni bir ihaleye çıkacağız. Sadece öğrencilerimizin eğitim maketlerine 500 bin lira veriyoruz. Teknoloji o kadar çok gelişiyor ki, öğrenci o maketi alacak, insan gibi iç organların tamamını inceleyebilecek. Bütün bunlar bizi uluslararası rekabet pazarında güçlü kılıyor. Diğer taraftan bunları yaparken, hastanemiz alt yapı bakımından yeni tesislere kavuşturuldu. Psikiyatri Hastanesi inşaatını yüzde 17 seviyesinde aldık, 1 yılda bitirdik. Bir kemoterapi ünitesi kurduk. Şimdi diğer sağlık kuruluşları bizim projemizi örnek alıp uyguluyorlar.
-Tıp Fakültesi’nin yetersiz gelen kapasitesi yoğunluklara neden oluyor. Bu konuyla ilgili öncelikli çalışmalarınızı nelerdir?
Bizim hastanemizin sadece A bloğu vardır. Yıllarca B bloğu yapılmadı. Sorulduğunda da; Devlet Planlama Teşkilatı gerek görmüyor, para vermiyor dediler. İlk bütçe görüşmesine gittiğimde bu konuyu açtım. Bana dediler ki; ‘Sizin 755 yatağınız var, bu yatak yeter.’ Ben yılmadım, her dönem isteğimi tekrarladım. Ancak üçüncü görüşmede ikna edebildim. Ve hastanenin bütçesini aldık. Eylül sonunda temeli attık. 25 Eylül’den bugüne 5’inci katın betonu atıldı. 375 günde bitirilmesi planlanıyor. Yeni binada; 306 yatak, 18 yoğun bakım yatağı olacak. Odaların yüzde 60’ı birer kişilik, yüzde 40’ı ikişer kişilik olacak. Bu bina aynı zamanda bizim marka değerimizi de arttıracak. Bu bina hizmetle girince, 2012 yılının ortalarında eski binayı ele alacağız ve modern bir hastaneye dönüştüreceğiz. Bu işleri bitirdikten sonra, başlangıçta Organ Nakli Hastanesi diye planlanan, ama maalesef bu amaçla kullanılamayan B blok ise gerçek işlevine kavuşturulacak. Organ Nakli Hastanesi’ne dönüştürülecek. Bir de G bloğumuz var, yarım kalan… Geçmişte sorunlar yaşayan, Sayıştay’ın incelemesi sonrası ihale yasasına aykırı işler yapıldığı tespit edilen ve inşaatı yarım kalan binamız var. Firmayla anlaştık ve ihaleyi feshettik. Onu da 1,5 yılda bitireceğiz. Türkiye’nin en gelişmiş laboratuarı olacak.
-Tıp Fakültesi’nin bu yılki organ nakli başarıları tıp literatürlerine girdi. Daha önce uygulanmamış nakilleri tercih etme nedeniz planlı bir hedefin sonuncu muydu?
Prof. Dr. Alper Demirbaş ve ekibinin ayrılmasından dolayı beni çok eleştirmişlerdi. Kimseye derdimi anlatamadım. Türkiye’nin ünlü yazarları bile köşelerinde; 25 yıllık Akdeniz Üniversitesi Organ Nakli Merkezini heba ettiğimi yazdılar. O günlerde yeni görevlendirdiğim arkadaşlarımı çağırdım. Kendilerine hedef koymalarını istedim. Sayısal başarının yanına, tıbbi başarıları ve yenilikleri de eklemelerini istedim. Benim fikrim uzuv nakliydi. Vücut içinde bir sürü organ nakli yapıyoruz, ama dışarıda bir sürü uzvunu kaybetmiş olan insanlar var. İşte bir terör belasıyla ülkemiz boğuşuyor. Kimi elini, kimi kolunu, kimi bacağını kaybediyor. Benim kafamdaki düşünce buydu. Arkadaşları topladım yeni hedefimiz uzuv nakli olacak. ‘Hocam kanun yok’ dediler. Kanunu çıkarmak TBMM’nin görevi, bunu kulisini yapmak benim işimdir. Sağlık Bakanımızla bu konuyu birkaç defa konuşmanın sonunda kanun tasarısı hazırlamak üzere komisyon kuruldu. Yaklaşık 7 ay boyunca bu komisyon çalışmaları yapıldı.
-İlk nakil yapıldığında beklediğiniz kanun çıkmış mıydı?
Komisyon yasa tasarısı ile ilgili son çalışmayı bizim ev sahipliğimizde, Adrasan’daki tesislerimizde yapacaktı. Fakat o sırada bir verici çıktı. Bir sabah Ömer Özkan Hoca beni arıyor. Bir trafik kazasında ölen gencin ailesi tüm uzuvlarını bağışlamış. Bu tarihi bir fırsattı. Bir risk analizi yaptım. Şimdi başarırsak bizi baş tacı ederler, ama kazara başarısız olursak beni görevden alabilirler, özgürlüğümü kaybedebilirim, hapis yatabilirim, unvanlarımdan olabilirim. Ayrıca çok pahalı bir tedavi süreci yaşanacak. 1 yıla aşkın bir süre ilaç kullanılacak. Masraflar da 1 milyon lirayı aşacak. Şimdi yasa yok, yönetmenlik yok. Bu nedenle Sosyal Güvenlik Kurumu bu harcamaları ödemeyecek. Ömer Hoca ile bu riskleri göz önüne aldık, risk almadan asla büyük başarılara imza atılamayacağını biliyorduk. Nakil çalışmasına başladık, sonra ben haber vermek için Sağlık Bakanımıza ulaşmaya çalıştım. Bakan bey İrlanda’daymış. Durumu kendisine anlattım. Özel izin çıkarıldı. Ve hikaye başarıyla sonuçlandı. Olay bizi sağlık dünyasının zirvesine taşıdı. Bu çocuğumuz iki elini kullanıyor. Geçen hafta gelmiş buraya, incir getirmiş elleriyle. Ona 25 Eylül’de doğum günü düzenledik. Pastayı kendi eli ile kesti. Çift kol nakli yapınca yasa çıktı. Şimdi isteyen yapabilir.
-Hastanenizde bu kadar özel operasyonların yapılmasının Akdeniz Üniversitesi markasına katkısı oldu mu?
Biz çift kol naklinin ardından rahim nakli gerçekleştirdik. Bu iş için bizden önce 3 ülkede rahim nakli üzerinde çalışılıyordu. ABD, İngiltere ve İsveç. Özellikle İsveçlilerin bu konunun çok üzerinde duruyorlardı. Hedefleri de 2012 yılı içinde nakli yapmaktı. Biz nakli yapınca o İsveçli ekip Türkiye ye geldi. Geçen ay burada basın toplantısı düzenledik. Bize övgü yağdırdılar. Birlikte çalışma istediklerini söylediler. Şu an çalışıyoruz. Bir Hollanda televizyonu belgesel için yapım izni istedi. Bilim çevreleri bizi organ naklinde dünyanın lideri ilan etti. Çünkü kimsenin yapmadığı bir işi yaptık.
TURGUT TOPLUSOY
Kadın giyimin zirvesindeki marka Roman’ın patronu Turgut Tolusoy’a konuk olduk. İstanbul Çekmeköy’deki fabrikasında konuştuğumuz Toplusoy, Roman’ın hikayesinden özel hayatının detaylarına kadar bir çok konuda sorularımızı cevapladı. Başarıyı kalite ile yakaladıklarını dile getiren Toplusoy, “50’den fazla mağaza açarsam, Türkiye ‘çok gelişmiş’ demektir” saptamasını yaptı.
1980 yılında, tekstil sektöründe yarattığı Roman markasıyla kadın giyim sektörünün zirvesine çıkan Roman Giyim Yönetim Kurulu Başkanı Turgut Toplusoy, 90’lı yılların sonlarında tekstil sektöründeki ilerleyişine kardeşine ve eşini de ortak etti. Kadın giyimin yanında, inşaat ve gayrimenkul sektörüne yönelen Toplusoy, bu alanda da başarılı projelere imza attı. 1992 yılından itibaren Çekmeköy’ün geleceği ile ilgili planlamalarına başladığını belirten Toplusoy, dedelerinden kalan 400 yıllık tapulu arsalar üzerine yarattığı yaşam alanlarıyla Çekmeköy’ün çehresini değiştirdi.
Kaliteden ödün vermeyen yaşam tarzını kadın giyiminin estetiği ve zerafetiyle birleştiren Toplusoy, koleksiyonundaki ürünlerin her biriyle, ipliğinden dikişine kadar ayrı ayrı ilgileniyor.
Sektördeki tecrübesini, ileri görüşlülüğü ve istikrarıyla pekiştiren başarılı tekstilci Toplusoy, sektörün yıllar içinde atlattığı ciddi kriz ortamlarından dolayı hak ettiği yerde olmadığını, buna rağmen tekstil sektörünün geleceğini çok parlak gördüğünün de altını çizdi.
Kaliteden ödün vermeyen yaşam tarzı, titiz ve ayrıntıcı yapısıyla mesleki tecrübelerini harmalayan başarılı iş adamı “Roman” markasının bugünlere taşıyan isim.
Başarıyı kalite ile yakaladıklarını dile getiren Toplusoy ile Roman’ın hikayesinden özel hayatının detaylarına kadar uzanan keyifli bir söyleşimiz oldu.
- Son yıllarda mağaza sayınızdaki hızlı artış göze çarpıyor. Toplam kaç mağaza hedefliyorsunuz? Şu anda 42 mağazamız var 50 taneden fazla Türkiye de mağaza açarsam o zaman Türkiye çok gelişmiş demektir. Yani örneğin Van’da mağazam yok, Elazığ’da mağazam yok, Diyarbakır’da da yok. Diyarbakır’dan çok müşterim geliyor alışveriş yapıyor ama mağazam yok. Ben şehrin gelişmişliğine göre mağaza açıyorum. Çünkü gelişmiş koleksiyonlar üretiyorum. Şehrin geneli Roman ürünü giyiyorsa mağaza açıyorum. İstanbul’da 20 den fazla mağaza var.
-Antalya’da iki mağazanız var. Antalya’daki mağaza sayınızı neden düşürdünüz?
Antalya’da üç mağazamız vardı. Şu anda iki tanesini kapattık, Terracity açıldığı için oraya geçtik, bir diğeri de Deepo AVM’de. Antalya’da yer bulabilirsek Migros’da da açacağız. Alanya’da da mağazamız var, çok güzel işliyor, çok memnunuz. Alanya’dan bizim vizyonumuzda bir tek biz varız. Alanya’da otelde çalışanlar ve turistler satışımızı arttırıyor.
-Antalya’daki mağazalarınızdan memnun musunuz? Beklentinizi karşılıyorlar mı?
Terracity maalesef beklediğimiz gibi değil, bir boşluk var. Laura ve Shemall’deyken daha iyi iş yapıyorduk. Terracity’den fazla memnun değiliz. Ama insanlar oraya da alışacaklar ve daha iyi işlerin olacağına inanıyorum. Biz Laura’ya ilk açtığımızda inanılmaz iş yaptık. Sonra Shemall açıldı yanına, işleri durdurdu. Oraya da bir tane açtık fena değildi. Hemen arkasından Terracity açıldı. Bunlar yanlış yatırımlar. Bir bölgeye ardı ardına üç tane alışveriş merkezi açılıyor. Biri ötekini vuruyor, yeni açılan diğer ikisini vuruyor. İnşallah yerel yöneticiler bu -olaya bir dur derler de bizde ne yaptığımızı bilmiş oluruz.
- Yer değiştirdiğiniz lokasyonlarda mağaza taşımanın kritelerini neye göre belirliyorsunuz?
Firmalarımız zorlamıyor desem yalan olur ama güçlü bir mali yapınız varsa, şirketiniz güçlü ise bu tip şeyler sizi rahatsız etmiyor. Rahatsızlığı bir yere kadar oluyor. Şartlara göre ayak uyduruyoruz. Yani ben bir yerde mağaza kapatmanın bana zarar vereceğine inandığım için beğenmediğim AVM ‘lerdeki mağazaları kapatıyorum. Aynı mağazayı bir başka yerde açıyorum. Herkes mağazasını kapatıyor diye hareket etmiyorum. Eğer işlerim iyiyse kapatmıyorum. Bahçeşehir’de herkes mağazasını kapattı. Kapanan bir AVM’de tek başıma duruyorum inanılmaz iş yapıyorum çünkü Roman’ın belli bir müşterisi var. Roman aşkı ile Roman’a geliyorlar. Oturmuş bir alışkanlıkları var ve Roman koleksiyonu giymeden yapamazlar müşterilerimiz için kapatmıyorum mağazamı.
- Showroomun mimarisinde ince detaylar ve modern tasarımlar göze çarpıyor. Bu binanın yapımı da size mi ait?
Biz buraya altı yıl önce taşındık.1,5 senelik bir zaman içerisinde bu binayı yaptık. Bu binanın yapılışında tabi ki mimari bir ekip vardı ama bunun dekorasyonu, yerleşim planları ve malzeme seçimi tamamen bana aittir. Ne istediğinizi bildiğiniz sürece, mimarlarımız zorlanmadan yapıyor. Mimarların fikrini değil benim fikrimi önde tutup o doğrultuda çalıştırıyorum. O yüzden gördüğümüz bina ortaya çıktı. Bu arada ince detaylar dediniz. Mesela ahşaplarda kullandığımız bu tik ağacı kaplamalarını, tik suyuyla beraber tel fırça ile yaptırdım ki doğal gözüksün. Yerlerdeki parlaklığa ve yansımaya Bursa bejinin en iyi kalitesini en güzel döşeterek ulaştık. Birebir malzemelerle ilgilendim. Modern sanata ilgim yüzünden duvarları çağdaş sanatçıların tabloları ile süsledik ve güzel bir kombinasyon ortaya çıktı. Burası şu an Avrupa’nın en iyi showroomlarından biri diyebilirim.
-Detaycı ve mükemmeliyetçi bir yapınız olduğunu söyleyebilir miyiz?
Benim yapım titiz. Hijyen ve temizlik hastasıyım. Her şeyin kalitelisine meraklıyım. Yaşam kalitesi olan bir insanın yaşadığı yerinde kaliteli olmak zorunda olduğunu düşünüyorum. Kalite olgusu “ben kaliteli yaşıyorum” demekle olmuyor. O yüzden evim olsun, iş yerim olsun, teknem olsun hepsinde kalite ön plandadır. 2002 model bir teknem var ama sanki bu sene denize girmiş gibi. Deniz suyunu teknede bulamasınız. “Böyle bir şey olur mu” demeyin teknemde su damlası olsun hemen yıkanır, cilalanır, ona göre malzemelerle bakılır. Benim titizliğimden kaynaklanan hassasiyetimi bütün çalışanlarım bilir ve onlarda titiz davranır.
- Yaşanan krizlere rağmen yıllardır yükselen başarı grafiğinizin sırrı nedir?
Biz önce kumaşa dokunuruz çünkü kumaşın dokusu bizim için önemlidir. Doğal elyafsa, yünse, gerçek pamuksa, ipekse üretimlerimizde bu tip kumaşları tercih ediyoruz. Agora, yün kaşmir gibi kumaşlar bizi ilgilendiriyor. Hanımlar o kumaşa kendisi dokunduğu zaman da mutlu oluyor. Arkadaşı dokunduğu zamanda mutlu oluyor ve nerden aldın diye sordurabiliyoruz. Bu yüzden bize bağlı müşterilerimiz var. Bizim için “nereden aldın” sorusunu sordurabilmek çok önemli. Biz 1998 krizinde de yola devam dedik, bugünkü krizde de yola devam ediyoruz. En son indirime giren firmalardan biriyiz. Firmalar sezon başından beri indirimli mal satıyorlar. Ne kadar doğru ne kadar yanlış tartışılır. Biz doğru zamanda doğru fiyatla müşterimizin karşısına çıkıyoruz. Hiçbir zaman yalan söylemiyoruz. Söylememek de lazım, bu bir meziyet değil aslında ama günümüzde meziyet haline geldi. Biz hiçbir zaman müşterimize yanlış yapmıyoruz. Ödediği fiyatın fazlasını aldığına inanıyoruz. Yani 2 bin dolarlık bir mal koyuyoruz ama 800 liraya satıyoruz. 8 bin Euro’luk kürkü biz 3 bin liraya satıyoruz. Başka firmalarda öyle bizde böyle... 31 senelik şirket olarak ayakta kaldığımıza göre doğru yoldayız demektir. Kontrol mekanizması bizde çok ileri düzeydedir. Kimse kalitesiz hammadde almaz, kalitesiz ürünü çalışmaz. Hiçbir şekilde yanlış yapmalarına izin vermiyorum, her daim işimin başındayım.
-Alışveriş merkezlerindeki yabancı markalar, Türk markalarından daha önce ciddi indirimler yapmaya başlıyor. Bu rekabet şartlarındaki çark nasıl dönüyor?
Yurtdışındaki markaları ayırmak lazım. Yurt dışında ucuz üretim yaptırıp, yurt dışına ucuz ürün satan mağazalar çoğunluktadır. 2 tane İspanyol markası, birer tane de İsviçre, Belçika, Hollanda ve Alman markası var. Bunlar Çinin herhangi bir bölgesinde ya da Türkiye’de belli yerlerdeki fabrikalarda çok uygun fiyatta ürün yapıyorlar. Mağaza sayıları çok ve metre kareleri büyük 2bin- 3bin tane mağazaları var. Uygun fiyatta ürünleri, Avrupa’da satamadıkları veya sattıkları bazı ürünleri buraya getiriyorlar. Burada rekabet ediyorlar. Pazardan pay alabilmek için ucuz satıyorlar ama haksız rekabet yapıyorlar. Bir de pahalı markalar var ama Türk kadınının belli bir kesimi onlara ulaşabiliyor. Onları da biliyorsunuz zaten. Bir otomobil parası bir ceket fiyatına eşit. 10 bin Euro bir palto, 10 bin Euro bir elbise, 5 bin Euro bir ayakkabı… Biz o lüks markaların kullandığı kumaşı uygun fiyata satan Türk markasıyız. Türk markası olmaktan da gurur duyuyoruz. Yavaş yavaş dünyada bilinir hale geldik. İstanbul’daki AVM’ lerde yabancı turistler bile onlardan değil bizlerden ürün alıyorlar. O yüzden bizim hem uygun hem kaliteli olduğumuzu bilenlerle, dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen yabancılar bizden ürün alıyorlar. Zaman içerisinde Avrupa’daki ve Amerika’daki kriz bittiği zaman bizde yurtdışına mağazalarımızı açacağız. Bugüne kadar neden açmadık? Dövizde yüzde 11 faizle döviz kredisi alıyoruz. Türk tekstilinin büyümesi de 2003 yılından sonra oldu. Dünya’daki kriz şu an ciddi boyutlara ulaştı. Hem finans sektörü hem iş alemi çökmek üzere. Avrupa’ya gittiğimiz zaman İtalya’da Roma meydanında oturduğum zaman güzel giyimli insanlar seyrederdim. Şimdi maalesef Avrupa’da fakirleşiyor. Güzel giyinen insanları artık görmüyorum. Şimdi de Türkiye’de güzel giyinen insanlar görüyorum. Türkiye’nin 5- 10 sene içerisinde kendi markalarını dünyaya çıkartıp, oralarda çok büyük işler yapacak, ben buna inanıyorum.
-İhracatınızdan memnun musunuz? Türkiye’nin diğer ülkelerle yaşadığı ilişkiler çalıştığınız ülkeleri etkiliyor mu?
Bütün ülkelere ihracat yapıyoruz. İhracattan da memnunuz. Toplam üretimimizin yüzde 15’ ni ihracat yapıyoruz. Türkiye’nin gündemi elbette çok etkili oluyor. Londra’da bir butiğe mal veriyordum. Şu anda çocuk gelmiyor mal almaya, demek ki işleri çok kötü yani Avrupa’daki kriz onları da etkiliyor. Zaten dünyada ve tekstilde üretim fazlalığı var ama tüketim az o yüzden de bir kaos yaşanıyor. Tescilli modelde yapıyoruz yani çok satacağım ve devam edeceğim ürünleri tescil yaptırıyorum ki korsanlar ürünlerimi yapmasınlar. Ben burada 4 tane stilist çalıştırıyorum. Emek veriyoruz, o modelleri yaratıyorlar. Kumaş seçiminden, modeline kadar titizlikle seçiyoruz. Niye korsan gidip onun kalıbını çıkarıp yapsın, bu konu çok rahatsız edici oluyor başkasının üzerinde görünmesin diye tescil yaptırıyoruz.
-Roman markasının yanında inşaat işleriniz de devam ediyor. 2012 ile ilgili yeni bir projeniz var mı?
Yeni bir projem var Allah nasip ederse bugün de onun üzerinde çalışıyordum. Bosch firmasıyla anlaşmak üzereyiz. 17 bin metrekare bir inşaat yapıp, kiraya vermek üzereyim. 3 bin kişinin çalışacağı projenin detaylarıyla uğraşıyorum. Bir de Roman için bu binanın aynısından yaptıracağım. Sadece kaliteli dikim yapabilmek için kullandığım 30 atölyemi aynı yere toplayarak daha yeni dikiş tekniklerini denemeyi ve çalışan sayısını 100 kişi daha arttırmayı düşünüyorum.
- Son yıllarda mağaza sayınızdaki hızlı artış göze çarpıyor. Toplam kaç mağaza hedefliyorsunuz? Şu anda 42 mağazamız var 50 taneden fazla Türkiye de mağaza açarsam o zaman Türkiye çok gelişmiş demektir. Yani örneğin Van’da mağazam yok, Elazığ’da mağazam yok, Diyarbakır’da da yok. Diyarbakır’dan çok müşterim geliyor alışveriş yapıyor ama mağazam yok. Ben şehrin gelişmişliğine göre mağaza açıyorum. Çünkü gelişmiş koleksiyonlar üretiyorum. Şehrin geneli Roman ürünü giyiyorsa mağaza açıyorum. İstanbul’da 20 den fazla mağaza var.
-Antalya’da iki mağazanız var. Antalya’daki mağaza sayınızı neden düşürdünüz?
Antalya’da üç mağazamız vardı. Şu anda iki tanesini kapattık, Terracity açıldığı için oraya geçtik, bir diğeri de Deepo AVM’de. Antalya’da yer bulabilirsek Migros’da da açacağız. Alanya’da da mağazamız var, çok güzel işliyor, çok memnunuz. Alanya’dan bizim vizyonumuzda bir tek biz varız. Alanya’da otelde çalışanlar ve turistler satışımızı arttırıyor.
-Antalya’daki mağazalarınızdan memnun musunuz? Beklentinizi karşılıyorlar mı?
Terracity maalesef beklediğimiz gibi değil, bir boşluk var. Laura ve Shemall’deyken daha iyi iş yapıyorduk. Terracity’den fazla memnun değiliz. Ama insanlar oraya da alışacaklar ve daha iyi işlerin olacağına inanıyorum. Biz Laura’ya ilk açtığımızda inanılmaz iş yaptık. Sonra Shemall açıldı yanına, işleri durdurdu. Oraya da bir tane açtık fena değildi. Hemen arkasından Terracity açıldı. Bunlar yanlış yatırımlar. Bir bölgeye ardı ardına üç tane alışveriş merkezi açılıyor. Biri ötekini vuruyor, yeni açılan diğer ikisini vuruyor. İnşallah yerel yöneticiler bu -olaya bir dur derler de bizde ne yaptığımızı bilmiş oluruz.
- Yer değiştirdiğiniz lokasyonlarda mağaza taşımanın kritelerini neye göre belirliyorsunuz?
Firmalarımız zorlamıyor desem yalan olur ama güçlü bir mali yapınız varsa, şirketiniz güçlü ise bu tip şeyler sizi rahatsız etmiyor. Rahatsızlığı bir yere kadar oluyor. Şartlara göre ayak uyduruyoruz. Yani ben bir yerde mağaza kapatmanın bana zarar vereceğine inandığım için beğenmediğim AVM ‘lerdeki mağazaları kapatıyorum. Aynı mağazayı bir başka yerde açıyorum. Herkes mağazasını kapatıyor diye hareket etmiyorum. Eğer işlerim iyiyse kapatmıyorum. Bahçeşehir’de herkes mağazasını kapattı. Kapanan bir AVM’de tek başıma duruyorum inanılmaz iş yapıyorum çünkü Roman’ın belli bir müşterisi var. Roman aşkı ile Roman’a geliyorlar. Oturmuş bir alışkanlıkları var ve Roman koleksiyonu giymeden yapamazlar müşterilerimiz için kapatmıyorum mağazamı.
- Showroomun mimarisinde ince detaylar ve modern tasarımlar göze çarpıyor. Bu binanın yapımı da size mi ait?
Biz buraya altı yıl önce taşındık.1,5 senelik bir zaman içerisinde bu binayı yaptık. Bu binanın yapılışında tabi ki mimari bir ekip vardı ama bunun dekorasyonu, yerleşim planları ve malzeme seçimi tamamen bana aittir. Ne istediğinizi bildiğiniz sürece, mimarlarımız zorlanmadan yapıyor. Mimarların fikrini değil benim fikrimi önde tutup o doğrultuda çalıştırıyorum. O yüzden gördüğümüz bina ortaya çıktı. Bu arada ince detaylar dediniz. Mesela ahşaplarda kullandığımız bu tik ağacı kaplamalarını, tik suyuyla beraber tel fırça ile yaptırdım ki doğal gözüksün. Yerlerdeki parlaklığa ve yansımaya Bursa bejinin en iyi kalitesini en güzel döşeterek ulaştık. Birebir malzemelerle ilgilendim. Modern sanata ilgim yüzünden duvarları çağdaş sanatçıların tabloları ile süsledik ve güzel bir kombinasyon ortaya çıktı. Burası şu an Avrupa’nın en iyi showroomlarından biri diyebilirim.
-Detaycı ve mükemmeliyetçi bir yapınız olduğunu söyleyebilir miyiz?
Benim yapım titiz. Hijyen ve temizlik hastasıyım. Her şeyin kalitelisine meraklıyım. Yaşam kalitesi olan bir insanın yaşadığı yerinde kaliteli olmak zorunda olduğunu düşünüyorum. Kalite olgusu “ben kaliteli yaşıyorum” demekle olmuyor. O yüzden evim olsun, iş yerim olsun, teknem olsun hepsinde kalite ön plandadır. 2002 model bir teknem var ama sanki bu sene denize girmiş gibi. Deniz suyunu teknede bulamasınız. “Böyle bir şey olur mu” demeyin teknemde su damlası olsun hemen yıkanır, cilalanır, ona göre malzemelerle bakılır. Benim titizliğimden kaynaklanan hassasiyetimi bütün çalışanlarım bilir ve onlarda titiz davranır.
- Yaşanan krizlere rağmen yıllardır yükselen başarı grafiğinizin sırrı nedir?
Biz önce kumaşa dokunuruz çünkü kumaşın dokusu bizim için önemlidir. Doğal elyafsa, yünse, gerçek pamuksa, ipekse üretimlerimizde bu tip kumaşları tercih ediyoruz. Agora, yün kaşmir gibi kumaşlar bizi ilgilendiriyor. Hanımlar o kumaşa kendisi dokunduğu zaman da mutlu oluyor. Arkadaşı dokunduğu zamanda mutlu oluyor ve nerden aldın diye sordurabiliyoruz. Bu yüzden bize bağlı müşterilerimiz var. Bizim için “nereden aldın” sorusunu sordurabilmek çok önemli. Biz 1998 krizinde de yola devam dedik, bugünkü krizde de yola devam ediyoruz. En son indirime giren firmalardan biriyiz. Firmalar sezon başından beri indirimli mal satıyorlar. Ne kadar doğru ne kadar yanlış tartışılır. Biz doğru zamanda doğru fiyatla müşterimizin karşısına çıkıyoruz. Hiçbir zaman yalan söylemiyoruz. Söylememek de lazım, bu bir meziyet değil aslında ama günümüzde meziyet haline geldi. Biz hiçbir zaman müşterimize yanlış yapmıyoruz. Ödediği fiyatın fazlasını aldığına inanıyoruz. Yani 2 bin dolarlık bir mal koyuyoruz ama 800 liraya satıyoruz. 8 bin Euro’luk kürkü biz 3 bin liraya satıyoruz. Başka firmalarda öyle bizde böyle... 31 senelik şirket olarak ayakta kaldığımıza göre doğru yoldayız demektir. Kontrol mekanizması bizde çok ileri düzeydedir. Kimse kalitesiz hammadde almaz, kalitesiz ürünü çalışmaz. Hiçbir şekilde yanlış yapmalarına izin vermiyorum, her daim işimin başındayım.
-Alışveriş merkezlerindeki yabancı markalar, Türk markalarından daha önce ciddi indirimler yapmaya başlıyor. Bu rekabet şartlarındaki çark nasıl dönüyor?
Yurtdışındaki markaları ayırmak lazım. Yurt dışında ucuz üretim yaptırıp, yurt dışına ucuz ürün satan mağazalar çoğunluktadır. 2 tane İspanyol markası, birer tane de İsviçre, Belçika, Hollanda ve Alman markası var. Bunlar Çinin herhangi bir bölgesinde ya da Türkiye’de belli yerlerdeki fabrikalarda çok uygun fiyatta ürün yapıyorlar. Mağaza sayıları çok ve metre kareleri büyük 2bin- 3bin tane mağazaları var. Uygun fiyatta ürünleri, Avrupa’da satamadıkları veya sattıkları bazı ürünleri buraya getiriyorlar. Burada rekabet ediyorlar. Pazardan pay alabilmek için ucuz satıyorlar ama haksız rekabet yapıyorlar. Bir de pahalı markalar var ama Türk kadınının belli bir kesimi onlara ulaşabiliyor. Onları da biliyorsunuz zaten. Bir otomobil parası bir ceket fiyatına eşit. 10 bin Euro bir palto, 10 bin Euro bir elbise, 5 bin Euro bir ayakkabı… Biz o lüks markaların kullandığı kumaşı uygun fiyata satan Türk markasıyız. Türk markası olmaktan da gurur duyuyoruz. Yavaş yavaş dünyada bilinir hale geldik. İstanbul’daki AVM’ lerde yabancı turistler bile onlardan değil bizlerden ürün alıyorlar. O yüzden bizim hem uygun hem kaliteli olduğumuzu bilenlerle, dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen yabancılar bizden ürün alıyorlar. Zaman içerisinde Avrupa’daki ve Amerika’daki kriz bittiği zaman bizde yurtdışına mağazalarımızı açacağız. Bugüne kadar neden açmadık? Dövizde yüzde 11 faizle döviz kredisi alıyoruz. Türk tekstilinin büyümesi de 2003 yılından sonra oldu. Dünya’daki kriz şu an ciddi boyutlara ulaştı. Hem finans sektörü hem iş alemi çökmek üzere. Avrupa’ya gittiğimiz zaman İtalya’da Roma meydanında oturduğum zaman güzel giyimli insanlar seyrederdim. Şimdi maalesef Avrupa’da fakirleşiyor. Güzel giyinen insanları artık görmüyorum. Şimdi de Türkiye’de güzel giyinen insanlar görüyorum. Türkiye’nin 5- 10 sene içerisinde kendi markalarını dünyaya çıkartıp, oralarda çok büyük işler yapacak, ben buna inanıyorum.
-İhracatınızdan memnun musunuz? Türkiye’nin diğer ülkelerle yaşadığı ilişkiler çalıştığınız ülkeleri etkiliyor mu?
Bütün ülkelere ihracat yapıyoruz. İhracattan da memnunuz. Toplam üretimimizin yüzde 15’ ni ihracat yapıyoruz. Türkiye’nin gündemi elbette çok etkili oluyor. Londra’da bir butiğe mal veriyordum. Şu anda çocuk gelmiyor mal almaya, demek ki işleri çok kötü yani Avrupa’daki kriz onları da etkiliyor. Zaten dünyada ve tekstilde üretim fazlalığı var ama tüketim az o yüzden de bir kaos yaşanıyor. Tescilli modelde yapıyoruz yani çok satacağım ve devam edeceğim ürünleri tescil yaptırıyorum ki korsanlar ürünlerimi yapmasınlar. Ben burada 4 tane stilist çalıştırıyorum. Emek veriyoruz, o modelleri yaratıyorlar. Kumaş seçiminden, modeline kadar titizlikle seçiyoruz. Niye korsan gidip onun kalıbını çıkarıp yapsın, bu konu çok rahatsız edici oluyor başkasının üzerinde görünmesin diye tescil yaptırıyoruz.
-Roman markasının yanında inşaat işleriniz de devam ediyor. 2012 ile ilgili yeni bir projeniz var mı?
Yeni bir projem var Allah nasip ederse bugün de onun üzerinde çalışıyordum. Bosch firmasıyla anlaşmak üzereyiz. 17 bin metrekare bir inşaat yapıp, kiraya vermek üzereyim. 3 bin kişinin çalışacağı projenin detaylarıyla uğraşıyorum. Bir de Roman için bu binanın aynısından yaptıracağım. Sadece kaliteli dikim yapabilmek için kullandığım 30 atölyemi aynı yere toplayarak daha yeni dikiş tekniklerini denemeyi ve çalışan sayısını 100 kişi daha arttırmayı düşünüyorum.
23 Haziran 2011
GÖKHAN KIRDAR
Gökhan Kırdar uzun bir aradan sonra Antalya’da çekeceği film projesiyle dönüyor. Film; drama, müzik ve dans sanatlarıyla desteklenen, müzik-aura terapi ile bütünleşen 7 farklı aşk hikâyesinden oluşuyor. Kırdar Ay’ın belli evrelerinde Facebook’ta 500 binin üzerinde hayranıyla yolculuğunu paylaşıyor.
Her ne kadar yeni kuşak, onu Kurtlar Vadisi dizisinin bestecisi olarak tanısa da, daha önce çıkardığı ‘Yerine Sevemem’ albümüyle önemli bir hayran kitlesine sahip olan Gökhan Kırdar, bu albümünden sonra “Trip” ve “Ethnotronix” gibi bambaşka tarzda albümler yaparak özel şarkılar ortaya çıkardı. Çok meşhur olduğu bir dönemde, yeni keşifler yapmak üzere yola koyulan sanatçı aynı zamanda benliğine dair bir yolculuğa başladı. Kökleri M.Ö 10.000 yıllarına dayanan enstrümanlarla tanışan Kırdar, sadece bununla da kalmadı; müziğin terapi özelliğinden de faydalanarak, ‘OQUN’ adındaki projesini hayata geçirdi. Evrende yaşayan hiçbir canlının ahını almamak için yeryüzündeki tüm varlıklara rikkat (merhamet) duygusuyla yaklaşan Ön-Türk kültüründeki ‘kam’ davulundan yola çıkan ‘OQUN’ Projesi, 2004 yılında Lüksemburg’daki Mudam’da düzenlenen tasarım sergisinde ilk kez yayınlandı.
‘Tüür’ davuluyla terapik müzik
“Tüür-Yağmur Duası ” isimli albüm, kopuz, lir, çeng, kılkopuz, tobşur, dutar, morinhur gibi eskiden ‘kam’ların kullandığı ilk Türk çalgılarıyla elektronik, rock, jazz ve senfonik müzik elementlerini sentezleyerek yeni bir tür ortaya koydu. Bu projeye ismini veren “Tüür” davulu oluşturduğu rezonanslarla insanları terapi eden ilk Türk ayin ve dans çalgısı olma özelliğini de taşıyor. Geçtiğimiz yıl “Foton Çağı” adıyla bir dizi konserler serisine başlayan sanatçı, video, dans, ışık oyunları destekli bu projesiyle, bir tür müzik terapisi yaparak insanların “farkındalığını” artırmayı hedefledi.
Yeni kuşağın adı ‘foton çağı’
Foton kuşağı, kimileri için çok yabancı olsa da meraklıları için yeni bir araştırma konusu olarak ortaya atıldı. Yaşadığımız gezegeni yakın zamanda etkisi altına alması beklenen, varlığı hakkında bilimsel veriler de olan, yüksek enerjili fotonlardan oluşan büyük bir kuşak “foton kuşağı”. Deniliyor ki, her 12 bin 500 yılda bir güneş sistemi bu kuşağın içine giriyor. Bu kuşağın katmanları da var. Kırdar, “Foton kuşağının ilk iki katmanına çoktan girdik bile. İlk aşamasına 1962’de, ikinci aşamasına 1987’de, üçüncü ve son aşamasına ise dünyanın hemen her tarafında beklenildiği gibi olursa 2012 sonunda gireceğiz” dedi.
Yok oluş değil, yeniden doğuş
Foton Çağı’nın, dolayısıyla 2012’nin yok oluşun değil, yeniden doğuşun, var oluşun başlangıcı olduğuna inandığını belirten Kırdar, “Denilenler gibi 2012’de ya da daha sonrasında yaşanacak son aşamanın, insanlığın yitirilişi gibi olumsuz şeyler yerine, yeniden doğuşa, hastalanmayacak vücutlara, kötülüklerin yok olmasına yol açacağına inanıyorum” diyor. ‘OQLUB’ projeleri kapsamında, insanların korkularından kurtulmaları, yerine umut ve aşkı aşılamak amacıyla hayata geçirilen ‘OQLUB in Love’ film projesinde, müzik ve dansla desteklenen bir müzik terapisi uygulanacağını belirten Kırdar, Antalya’da çekilerek, İngilizce ve Türkçe yayınlanacak olan filmin plato ve mekanlarının aynı zamanda ‘OQLUB 7’ ‘Rainbow-Gökkuşağı’ terapi merkezi olarak da ilk kez Antalya’da ve çevre otellerinde faaliyet göstereceğini belirtti.
Antalya’da ‘Oqlub in Love’
Bu uzun metraj film projesiyle, müzik terapi ve enstrüman titreşimlerinin vücutlarımızdaki 7 manyetik noktamızı dengelemesi, bedensel ve ruhsal hastalıklarımızı iyileştirici etkileri ve dans faktörünün önemi üzerinde durularak çok özel bir hikaye beyaz perdeye yansımış olacak. Önümüzdeki günlerde Antalya’da yapacağı basın lansmanıyla filmin detayları ve film ekibi seçmelerinin de bilgisinin verileceğini söyleyen Kırdar, anlattıklarıyla bizleri de şimdiden heyecanlandırdı. Bu projenin bir diğer özelliği de dünyada ilk defa yapılacak olması… Geçtiğimiz günlerde Antalya’ya gelen Gökhan Kırdar ile “OQLUB in Love” ismiyle çekimlerine başlanacak bu özel film projesiyle ilgili detayları ve yıllardır yaptığı müziğin felsefesini konuştuğumuz keyifli sohbetimizde biz de sözü “aşk’la” noktalıyoruz.
Yerine Sevemem albümünden sonra uzun zaman sizden yeni bir albümün haberini alamadık. Neden albümlerinizin arasına uzun zamanlar koyuyorsunuz?
Kendimle kaldığım dönemde bu tarz çalışmaların temellerini atıyordum. Zamanı geldikçe de hepsini gün yüzüne çıkarmaya başladım. Her şeyi yavaş yavaş gündeme getirmem gerekiyordu. Birden kavramsal bir projeyle ortaya çıkmak yerine, önce o zemini oluşturup bu projenin oluşacak zemin sayesinde daha çok insana ulaşmasını sağlayabilirdim. O yüzden ‘Yerine Sevemem’ dönemi albümlerim, ‘Trip’ albümü, sonra ‘Ethnotronix’, film ve dizi müzikleri, ardından OQUN ‘Tüür Yağmur Duası’ projesi, “Foton Çağı” konserleri ve şimdi de Antalya’da çekeceğimiz film projemiz ile çalışmalarım yeni bir boyut kazanıyor.
Bu konuyu araştırmaya ve düşlemeye nasıl başladınız?
Türkiye'nin coğrafi konumunun bu iki kültürün ortasında bir yerde olduğunun ve bunlardan üçüncü bir kültür, üçüncü bir önermenin oluşturulabileceğinin farkına varınca tarihle, en azından müzik tarihiyle ilgili bir araştırmaya giriştim. Müzik tarihi yolculuğunda ulaşabildiğim en başlangıç noktası M.Ö. 10 bine kadar gitti. İnsanlık dediğimiz kültürün Orta Asya topraklarında başladığını görüyorsunuz. Enstrüman tarihine baktığınızda da... Arkeolojik bulgulara göre ilk enstrümanların o topraklarda yapıldığını görüyorsunuz. Ne tesadüftür ki bizim tarihimiz de orada başlar. Orası ‘ata yurdu’ olarak geçer. Böyle bir şeyle karşılaşınca bir Türk müzisyen olarak etkileniyor ve onu sahiplenmek istiyorsunuz. Sözsüz müziğe ağırlık verişim, sözden ve dilden uzaklaştıkça müziğe ve müziğin evrenselliğine daha da yaklaşıldığına inandığım içindi. Her bilgi, en başından itibaren yazılmıştır. Size düşen, merak ederek o yolculuğu bilinçli yapmanızdır. Eğer kabuğunuzdan sıyrılıp yola çıkabilirseniz, varlığınızın nereye gideceğine daha fazla inanırsınız. Böylece birleşmeye yönelik bir felsefe hâkim olacaktır. Bunun için önce sanat yapmak lâzım. Sanatın misyonu, insanlara bir şeyler kazandırarak, öz benliklerine ulaşmalarına yardımcı olmaktır.
Antalya’da çekimlerine başlanacak olan bu müzikal filmle ilgili detayları paylaşır mısınız?
Müzisyen olmam nedeniyle, sadece drama bir film olmayacak bu projemiz. Dansın ve müziğin de ağırlıkta olduğu müzikal bir film olacak. Filmin senaryosunu ben yazıyorum. Başrolde ben varım ve 7 bayan dansçı ana karakterimiz olacak. 7 kıtadan seçilmiş bale sanatçılarından oluşan ‘Rainbow’ dans grubu üyeleri başrol oyuncularımız olacak.
7 rakamı sizin için neden bu kadar önemli?
Filmde, Antalya Film Festivali’nde gösteri yapmak amacıyla gelen 7 kadın dansçının, Antalya’ya gelişleri, benimle tanışmaları ve bu 7 dansçının, 7 günde başından geçecek 7 ayrı aşk hikâyesini kaleme aldım diyebilirim. Filmin adı da Antalya “OQLUB in Love” olacak. OQ hecesi, Gökhan isminin “Gök” hecesinin Ön-Türkçe’deki karşılığıdır. OQ kelimesini benim artist sembolüm ve sanatsal markam olarak kullanıyorum. OQLUB için de, iki sene önce internet ortamında başlayan ve binlerce kişiye ulaşan bir sanat ve terapi kulübü diyebilirim. İnsanların ruhsal ve bedensel rahatsızlıklarını bilimsel ve sanatsal yöntemlerle tedavi etmeye çalıştıkları bu grup, yüz binlerce kişiyi müziğin evrensel çatısında buluşturdu. Bu ortamda uygulanan ritüeller, dans performansları, titreşimsel müzik terapileri, renk terapileri, nefes terapisi, aroma terapisi gibi birçok terapi yöntemini de içinde barındırıyor. OQ aynı zamanda kuantum anlamına da gelir ki, bu da maddenin enerjiye, enerjinin maddeye dönüşümüdür. 7 rakamına gelince; vücudumuzda 7 manyetik noktamız var. Bu noktalara 7 çakra adı veriliyor. Bedenimizde 7 temel enerji merkezi; Muladhara çakra - Kök çakra, Swadisthan çakra - Sakral çakra, Nabhi çakra - Güneş sinir ağı merkezi, Anahat çakra - Kalp çakra, Vishuddi çakra - Gırtlak çakra, Agnya çakra - Üçüncü göz, Sahasrara çakra - Taç çakra olarak isimlendiriliyor. Yaşadığımız tüm ruhsal ve bedensel rahatsızlıklar bu 7 ana çakramızla bağlantılıdır. Eğer çakralarımızın herhangi birisinde bir rahatsızlık varsa biz o çakranın bağlantılı olduğu salgı bezlerinin yaratacağı hastalıkları yaşıyoruz. Her çakranın bir rengi vardır ve bu renkler gökkuşağındaki renkler gibi diziliyorlar. Kırmızıdan mora doğru olan bu dizilişteki renk uygulamasıyla da terapi yapabiliyorsunuz. Beraberinde her çakra için aroma terapi devreye giriyor. Belirli bitkilerin aromatik kokularıyla da terapi uygulanabiliyor. Beyin-nefes teknikleriyle de bu tarz terapiler mümkün olabiliyor. O nedenle gökkuşağındaki 7 renk, 7 çakramız, 7 rakamının kozmik ve mistik anlamlarından dolayı bu felsefeyi en iyi 7 rakamının temsil ettiğine inanıyorum. 7 aynı zamanda Antalya’nın da plaka numarası ve bu da hoş bir tesadüf oldu.
Filmin platosu aynı zamanda da bir terapi merkezi olacak diyebilir miyiz?
OQLUB benim 2005 yılında kurduğum bir kulüptür. Şimdi onu ilk kez Antalya’da bir terapi merkezi olarak hayata geçirmeyi planlıyoruz. Biz iki yıldır her Ay evresinde internet ortamında buluşup, kulübümüzün üyeleriyle müzik üzerine, aşk üzerine ve aşk felsefesi üzerine terapiler uyguluyoruz. Şimdi bunu gerçek anlamda hayata geçirmenin de zamanı geldi. OQLUB 7 ilk kez Antalya’da hayata geçecek ve bunun devamında İstanbul, Berlin, Paris gibi şehirlerde de benzer terapi merkezlerini hayata geçirmeyi amaçlıyoruz. Antalya bu projeyi gerçekleştirmek için çok uygun bir yer. Antalya şehir olarak çok doğal bir platoya sahip, film içinde ihtiyacımız olan, adeta cennet mekânları diyebileceğimiz yerleri içinde barındırıyor.
Bu bahsettiğiniz OQLUB 7 projesine bir çeşit meditasyon mekanı diyebilir miyiz?
OQLUB 7’yi öncelikle bir mekân olarak tasarlayacağız. Bu mekân aynı zamanda filmimiz için de doğal bir plato olmuş olacak. Burada yaşanan olayları filmin senaryosuyla birleştirerek gerçeklerden yola çıkan bir film çekmeyi planlıyorum. Terapi kulüplerinde tedavi için meditasyon şarttır. Düşleyiş ve hayal kurma terapilerin birincil özelliğidir. Düşleyişle kendilerini sanal bir dünyada hayal eden grup, onlara dinleteceğim müzikler ve gerçekleştireceğimiz titreşimsel müzik ve dans terapileriyle birlikte insanların 5 duyusuna hitap ederek oluşturacağımız bu tedavi seanslarını aynı zamanda da bu filme aktarmış olacağız.
Filmin cast seçimleri Antalya’da mı yapılacak?
Elbette öncelikle Antalya’da olacak; ama Antalya’ya gelemeyenler başvurularını ‘oqlub@loopus.net’ resmi e-posta adresine yapabilirler. İlgilenenler, oyuncu, dans sanatçısı, müzisyen, solist, model, seramik, cam, heykel, illüstrasyon, resim, fotoğraf, grafik, animasyon, endüstriyel tasarım, takı tasarımı, geleneksel sanatlar, kostüm tasarımı ve film prodüksiyon ekibi branşlarında başvuru yapabilirler.
7 kadının 7 günde yaşadığı 7 aşk hikayesi derken, “aşk” olgusunu biraz daha öne mi çıkarmayı hedeflediniz?
Maneviyat ve aşk duygusu insana en iyi gelen şeydir. İyileşmenin ilk esası bence aşık olmak üzerine kuruludur. İnsanın inançlı olması gereklidir. Eğer bu inanç insanı aşık olmaya ulaştırıyorsa, o zaman gerçek anlamda iyileşmeye başlarsınız. İnsanları aşk düşüncesine ulaştırıp, aşık ruhlar haline getirmek birincil hedeftir. Bu yedi kadının o müzisyene aşık olmaları onları iyileştirecek olan şey… Bu aşk duygusundan sonra onlara club içersinde uygulayacağımız sanatsal performanslar onları tedavi edecek. Club içersindeki bu düşleyiş ve hayal ediş onların kendi ülkelerindeki hayatlarından alınan flashbacklerle harmanlanıp “aşkla” tedavi edilecek. Ve filmin sonunda daha sağlıklı bireyler olarak Antalya’dan ayrılacaklar.
Gelişen teknolojinin aşkın büyüsünü bozduğunu düşünüyor musunuz?
İletişim hızının artması, özlemi yok eden bir süreç oldu. Hemen ulaşılabilir olmak, insanlara özlemeyi unutturdu belki de. Birçok şey sanal olarak yaşanmaya başladı. Romantizm, bir aşk mektubu, o mektubu yazarken hissedilen duygular, arzulamak gibi romantik duyguları yitirmeye başladık. Dönüşüm başladı ve aşkın yöntemleri değişmeye başladı. İlişkilerin yöntemleri değişmeye başladı. Daha sanal olarak beyinde yaşanan bir duygu haline dönüşen aşkın sonucunda insanlar artık dokunmadan sevişiyorlar. Her şey nihayetinde beyinde hissedilen bir duygu bütünlüğü; ama organik olan ve insanı insan yapan bağı sanal iletişim hızı ortadan kaldırıyor. Siz eğer dokunduğunuzu hayal ederken dokunduğunuz şey bilgisayarın tuşlarıysa, o elektriklenmeyi hissedemezsiniz. Hem seksüel anlamda, hem erotizm anlamında aşkla hissedilen dokunma, elini tutma, saçlarını okşamak, göz göze gelmek gibi romantik olan olguların bizleri insan yapan ve aşkı ifade eden şeyler olduğuna inanıyorum. Aşk sanal ortamda yaşandıkça bence eksik yaşanıyor.
OQLUB 7’nin ana felsefesi de aşk üzerine mi kuruldu?
Fiziksel olarak bedenimiz yaşlanır; ama ruhumuz tam tersine yaşlandıkça gençleşir. Bunu yaşatan da aşkın sonsuzluğunun farkına varmaktır. Her yaşınızda bir aşk olgusu olmalıdır ve bu sizi ayakta tutan enerjidir. OQLUB 7 felsefesinde de aşkı 5 bölümde ele alıyoruz. Bu isimler “Aşk’la” (in Love) projemin başlıkları, internet üzerinden yaptığımız sohbet ve terapilerimizin isimleri, ayın evrelerine verdiğimiz isimler… İlk Aşk, Beni Buluş, Seni Buluş, Bizi Buluş ve Onu Buluş’la birlikte bu evreler hepimizin yaşamıdır. “İlk Aşk” dönemi dediğimiz 10 ile 20 yaş arasındaki dönemde karşımızdaki insanın çok da önemli olmadığı bir dönemdir. Bu yaşlarda bizler aşka aşık oluruz. Kafamızda yarattığımız bir hayali sevgili vardır ve o sevgiliyi o kalıbın içerisine sokmaya çalışırız. Aşkla yeni tanıştığımız için karşımızdaki insan bizim için mükemmellik ifadesidir. Tanıştığımız her insanı kafamızdaki sevgili hayaliyle örtüştürmeye çalışırız. Eğer o kişi hayalimize uymuyorsa ayrılıklar başlar ve aşk şarkıları ortaya çıkar. ‘Yerine Sevemem’ gibi, ‘Üstüme Basıp Geçme’ gibi şarkılarım da benim ilk ayrılık yaşadığım dönemlerimde ortaya çıkmış şarkılardır. Sonra neden bu acıları yaşadığımızı ve aşk denen şeyin neden bize bu kadar acı verdiğini sorgulamaya başlarız. Bu ayrılık sürecinin suçlusu olarak genelde kendimizi buluruz ve bu dönem “Beni Buluş” dediğimiz dönemin de başlangıcı olur. İnsanlar önce ilk aşkı yaşar ve deneyimler ardından kendilerini bulmaya çalışırlar. Eğer kendini bulmaya yöneldiysen “Beni Buluş” basamağındasındır. Bu dönem komplekslerimizden uzaklaştığımız, kendimizi bulduğumuz bir dönemdir. Bu dönemde yaşanan içsel hesaplaşmalar öncelikle kendimizi sevmemiz gerektiğini, kendimizi sevdikten sonra, ancak gerçek anlamda aşkı yaşayabileceğimizi ve karşımızdaki insanı olduğu gibi kabul edebileceğimizi keşfettiğimiz süreçtir. “Seni Buluş” ise kendini bulduktan sonra başkasını da sevebilme eylemidir. Artık kendini sevebiliyorsan karşındaki için var olmayı öğreneceksin. ‘Ben ve Sen’i buluş gerçekleştiyse eğer, artık “Bizi Buluş” aşamasına gelmişiz demektir. Aynı ışığa uçan pervaneler gibi olacağız. Kıskançlık, çekememezlik barındırmayan ruhlar olarak, ayrıcalıklı bir aşkla bakacağımız bir inanış olacak. Sonsuzluğun merkezinde olandan yani mutlak aşktan bahsediyorum. ‘Bizi Buluş’ evresinden sonra, artık evrensel aşk duygusuna ulaşıyorsunuz ve başka bir canlıyı sevebilmenin getirdiği bu olguyla süreç sizi “O’nu Buluş” a getiriyor. Ben artık Işık Çağı’na geçeceğimize inanıyorum. Bu yüzden insanlara umut ve aşk aşılayan bir proje gerçekleştirmem gerektiğini düşündüm.
ANTALYA OQLUB IN LOVE Filmi için cast seçmeleri 17 Temmuz 2011 saat: 10.00-17.00
AKM-Aspendos Salonu'nda yapılacaktır. Başvuru Branşları: Oyuncu-Dans Sanatçısı-Müzisyen-Solist-Model-Show Grupları
04 Haziran 2011
TAHSİN CEYLAN
Deniz tutkunları, ömür boyu yaşar mavinin sakinliğini… Mavi tutkusu da denizdeki devinimi görselleştiren bir tablodur onlar için…
Sualtı fotoğrafçılığı denince Türkiye’de ilk akla gelen isimlerden biri olan Tahsin Ceylan da mavi tutkunu bir deniz sevdalısı…
Onun sevdası bizimkiler gibi değil, bizim sevdamız da onun ki kadar coşkulu olamaz hiçbir zaman…
Denizlerin derinliklerinde, 200 metreden itibaren ışık yoktur ve karanlık başlar. Bununla birlikte derinliği Everest'in yüksekliğinden bile fazla olabilen okyanusların diplerine varıldığında rengarenk bir dünya ile karşılaşılır. Mavi tutkusu öyle bir sevdadır ki denizden uzakta olduğunda göğe bakıp denizi gören kişi Tahsin Ceylan…
Mavi bir ıssızlığın ortasında korkmak yerine yücelen sevgisiyle kucaklıyor denizi, maviyi, özgürlüğü…
“Poyraz” ismini verdiği kamerasıyla, suyun metrelerce altındaki ihtişamlı yaşama “merhaba” diyor sevgiyle…
“Fotoğrafçılığın sadece ekipmandan ibaret olmadığına inanırım. İyi bir ekipman birçok şeydir ama, her şey demek değildir. Çekeceğiniz fotoğrafın, yüreğinizde oluşturduğunuz görüntünün objektife yansıması olması gerektiğine inanıyorum. Kameranın arkasında duran yürek, her zaman finali belirler. Ve bu, benim hayatımda hep böyle olmuştur. Ruhum her zaman mavi sularda yıkanır" diyen Tahsin Ceylan’ı anlatmak için inanın bu satırlar yeterli değil…
Yüreğindeki tüm güzellikleri gözlerine yansıyan bir duayen, yaşama sevincini, direncini, umutlarını çevresine de yaymaya çalışan, ışığıyla bizleri de aydınlatan “Kaptan Cousteaumuz” Tahsin Ceylan…
Uzun aylardır bu söyleşi için Tahsin Hoca’mın yolunu gözlüyordum. Geçtiğimiz hafta dalış için Kemer’e geldiğini öğrendiğimde düştüm yollara… Rotamız Kemer Yat Limanı, sohbetimize ev sahipliği yapan da “North Star” teknesi…
-İsmi de fotoğraflarınız kadar anlamlı olan son serginizin adı niçin “Denizin Ruhu”?
Türkiye ve Dünya denizlerinden çektiğim görüntülerden oluşan sualtı fotoğraf sergim Ankara Esenboğa Havalimanında açıldı. TAV’ın sponsorluğunda hazırladığım sergi toplam 72 eserden oluşuyor ve büyük bölümünü Türkiye denizlerinin sualtı fauna, flora ve kültürel varlıkları teşkil ediyor. Ankara başta olmak üzere, İstanbul, Antalya- Gazipaşa, İzmir ve TAV’ın işletmesini yaptığı yurtdışı havalimanlarında da 45 günlük periyotlarda sergilenecek. Doğanın fırçası, en güzel ebrularını deniz suyunda boyar. Kıyı yakınında turkuvazken, akarsuların denize karıştığı yerlerde sararır, bulanır. Kış güneşiyle aydınlanan kutuplarda, cam yeşiliyle buz mavisi arasında gider gelir. Derinlere indikçe maviden laciverte değişir. Sonsuzmuş gibi görünen okyanus çukurlarında, sadece siyahtır. Okyanusların mavisiyle kuşatılmıştır kıtalardaki renkler. Tıpkı bir prizma gibi, okyanuslar da güneş ışığını çözümler ve renklerine ayırır. Kırmızının sıcaklığı ilk bir kaç metre derinlikte yok olurken, yüksek enerjili mavi derinlerdeki yolculuğuna devam eder. Dünyaya uzaydan bakanlar için burası, mavi bir gezegendir. Mavi yerkürenin hakim rengidir. Oysa, doğanın tüm bu yaratıcı çabası bir bardak suda kaybolur. Su şeffaflaşırken, sanki ruhunu kaybeder. Mavi, denizin ruhudur... Bu yüzden de sergimin adı “Denizin Ruhu”
-Sanatsal değeri olan fotoğraflar çekmek mi yoksa nesli tükenmekte olan canlıların fotoğraflarını çekmek mi size daha çok keyif veriyor?
Nesli tükenmekte olan bir canlının fotoğrafını çekmek benim için çok daha anlamlı ve keyifli diyebilirim. Sualtı fotoğrafçılığı hayatımda, beni en çok heyecanlandıran görüntülerin başında, Kaş'ta görüntülediğim ve "Princess" adını verdiğim denizatı gelir. Böylesine büyüleyici bir fotoğrafı, bir kez daha çekebileceğime asla ihtimal vermiyorum. Bir kez yaşa, bin kez hatırla dedikleri bence bu. Denizatları Akdeniz bölgesinde nesli tehlike altında olan canlılardan biri. 2002 yılında Kaş’da çektiğim bu denizatının erkek mi dişi mi olduğunu bilmediğim halde, ben fotoğrafa bakarak ismini prenses koymuştum. Yıllar sonra çektiğim o fotoğraftaki canlının gerçekten de dişi bir denizatı olduğunu öğrendim. “Princess” isimli o fotoğraf ulusal ve uluslar arası yarışmalarda bir çok ödül aldı. Ama en önemlisi 2005 yılında Amerika’da yapılan dünya denizatları yarışmasında büyük ödülü alarak 2432 fotoğraf arasından“dünyanın en iyi 10 denizatı fotoğrafı” ndan biri seçildi. Akdeniz fokları da yine nesli tükenmekte olan ve WWF tarafından koruma altına alınan canlılardan biri. 1997 yılında çektiğim Akdeniz Foku fotoğrafımı daha sonradan WWF afiş olarak kullandı. Bu çalışmalar benim için kelimelerle anlatamayacağım kadar anlamlı ve duygu yüklü…
- Akdeniz’deki balık popülasyonunda hızlı bir azalmadan bahsediliyor, sizin gözlemleriniz neler?
Çok doğru. Akdeniz’deki balık popülasyonu hızla azalıyor. Doğal evrim dediğimiz düzende, azalan ve yok olan balık popülasyonunun yerini “egzotik göç” dediğimiz Kızıldeniz kökenli canlılar almaya başladı. Akdeniz kökenli canlılar önlem almadığımız sürece günbegün yerini bu canlılara bırakarak yok oluyor. Özellikle deniz kirliliği de deniz canlılarının türlerinin azalmasında önemli bir faktör… Kirlilikten kastımız suyun üzerinde görülen ya da görülmediği için temiz olduğu düşünülen evsel atıklar değil. Asıl tehlikeli olan ve önlem gerektiren kirliliğe “okyanusların asitlenmesi” diyoruz. Birleşmiş Milletlerin 2011 yılı raporunda bu çok belirgindir ve Akdeniz bu konuda ön sıralardadır. Asit oranı arttıkça kabuklu canlılar (istakoz,yengeç gibi) bu asitlenmeden ilk etkilenen canlılardır. Onların kabukları bu asitlenmeye dayanıklı olmadığı içinde özellikle erişkin olamadan ölüm oranlarının arttığı tespit edilmiş.
Tahsin Ceylan: “ Kemer’in bütün kanalizasyonu Paris Batığı’na akıyor”
Deniz kirliliği dediğinizde paylaşmak istediğim bir başka olay da Kemer’de, dün akşam yaşadıklarımız. Kemer Yat Limanının 1,5 mil açığında bulunan Paris batığı aynı zamanda Türkiye’deki “En İyi 10 Dalış Noktası”ndan biri olarak seçildi. Birinci Dünya Savaşı sırasında batan geminin nakliye amaçlı kullanıldığı düşünülüyor. 1896 yılında inşa edildiği tahmin edilen gemi, üç güverte ve iki ambara sahip. Kıç taraftaki ambarda cephane bulunmakta. Yüzbaşı Mustafa Ertuğrul ve arkadaşları tarafından kıyıdan top atışıyla batırılan Paris savaş gemisi, suyun altında biblo gibi duran çok ender batıklardan birisidir. Yıllarca biz bu batığın görüntülerini çektik. Slayt çektiğim yıllarda üzerinde top vardı. Başka cephaneler vardı. Yıllar içinde bunlar çalındı. İşin daha da garibi geçtiğimiz yıllarda Kemer Belediyesi ilçenin arıtma ihalesini açıyor. Aslında 800 metre ileriden gidilmesi gerekirken kanalizasyon boruları, Paris batığının tam yanından geçiriliyor. Bu borunun yaklaşık bir yıl önce tam batığın yanındaki bölümü patlıyor. Belediyeye söylediğimizde, bize “ihaleyi alan müteahhit kötü malzeme kullanmış o yüzden olmuştur” dediler. Uzun aylardan sonra dün akşam yine Paris batığına bir dalış gerçekleştirdik ve ne yazık ki yaklaşık bir yıldır bütün bu ilçenin kanalizasyonunun Paris Batığının üzerine gelmiş olduğunu fark ettik. Biz dün akşam kokudan o kadar rahatsız olduk ki beş dakikadan fazla kalamadık ve yüzeye çıktık. Turizme bu kadar önem veren bir ilçe olan Kemer’deki yetkililerin bu olaya olan duyarsızlığını kınıyorum.
Ceylan: “Lüfer balığı, henüz lüfer olamadan tükeniyor, bitiyor”
-Sizce “Sürdürülebilir Yaşam” kavramı konusunda ne kadar bilinçliyiz?
İnsanoğlunun doymak bilmez bir iştahı var. Vahşi kapitalizm dediğimiz sistemi, bizler denizlerde yaşayan canlılara baktığımızda çok daha net hissedebiliyoruz. İnsanoğlu denizleri Tanrıların kendilerine bahşettiği tarlalar olarak görüyorlar. Mesela bazı balıkçılar bir foktan önce denizdeki balığın kendi hakkı olduğunu düşünüyor ve balıkçı diyor ki “fok benim balığımı yedi” Bu cümle aslında tüm yaşananların özeti gibi. “Sürdürülebilir Yaşam” kavramını Türk insanı henüz tanımıyor. İnsanlar tüketebilecekleri doğal besin kaynaklarını mutlaka nüfuslarıyla doğru orantılı bir şekilde planlamak zorundalar. Bu planlamalar içinde öncelikle ciddi AR-GE çalışmaları yapılmasını sağlamalılar. Türkiye’de nesli tehlike altında olan tür sayısı sürekli artıyor. Bunun nedenlerinin başında da koruma önlemleri almadan sadece tüketime yönelik alışkanlığımızdan vazgeçememiş olmamız yatıyor.
-Peki, bizler bu bıyıklı ve şirin Akdenizliyi "Akdeniz Foku'nu" ne kadar tanıyoruz ve yaşam hakkına ne kadar saygılıyız?
Akdeniz foku, yeryüzünde yaşamakta olan en nadir canlı türleri arasında. Yaşam alanında korunmasıyla ilgili olarak Dünya Doğayı Koruma Vakfı (WWF) öncülüğünde, dünya ülkelerinin birçoğunda özel koruyucu kanunlar çıkartıldı ve nesli ileri derecede tehlike altında… Akdeniz Foku’nun bugün bilinen yaşam alanları Türkiye ve Yunanistan kıyıları, Maderia Adaları, Moritanya ve Batı Sahra kıyılarıdır. En yoğun gözlendiği alan ise Türkiye ve Yunanistan kıyıları olup, bu alanlarda 300-400 bireyin yaşadığı tahmin ediliyor. Ülkemizde de sadece 50 civarında bireyin yaşadığı ifade ediliyor. Yeryüzündeki tüm popülasyonun da, 500-550 civarında olduğu sanılmakta...
Akdeniz Foku bir deniz memelisidir. Besinini denizden temin eder ve denizde çiftleşir; ancak doğurmak, dinlenmek, uyumak, yavrularını büyütmek ve güneşlenmek için karaya gereksinim duyar. Bu nedenle kıyısal alanda yayılım gösterirler. Nesillerinin tehdit altında olmalarının en önemli nedeni de, kıyı şeritlerinin insanoğlunun istilasına sürekli maruz kalmasıdır. Artan insan baskısı sonucu günümüzde foklar daha çok, insanların ulaşamadıkları mağaraları yaşam alanı olarak seçmekteler. Ancak Akdeniz Foku’nun kullanabileceği ve içerisinde yavrulayabileceği mağara sayısının sınırlı olması, bu türün üremesini de sınırladı. Ekolojik olarak hızla fakirleştiğimizi de düşünürsek denizlerde azalan besin, fokların da kolay besin teminini zorlaştırmakta... Yeterli besin bulamaması da, yine bir diğer tehdit unsuru foklar için. Ve hepimiz için mutlak bir gerçek var ki, o da “Akdeniz Foku’nu korumak, Akdeniz’i korumaktır”
-“Caretta Caretta” dediğimiz deniz kaplumbağaları da sanırım foklarla benzer bir kaderi paylaşıyor değil mi?
Gerekli koruma önlemlerinin çoğu bizim birinci bölge dediğimiz, önem taşıyan bölgelerde uygulanmıyor. Bu bölgelerde deniz kaplumbağalarını ve onların yumurtalarını bıraktıkları sahilleri korumak amacıyla daha birçok önlem alınabilir. Yasal olmayan kum çıkarma işlemi yumurtlama alanı olan kumsallarda durdurulmalı. Küçük ve yetişkin kaplumbağalar üzerindeki suni ışık kaynaklarının düzen bozucu etkileri üzerine daha fazla araştırma yapılmalı. Kumsalları kullanan yerli halk ve turistler için eğitim programları düzenlenmeli ve kumsal kullanımı için daha sert kurallar uygulanmalı. Ek olarak zararın fazla olduğu bölgelerde yuva koruma prosedürleri uygulanmalı. Balık avlanmasının neden olduğu deniz kaplumbağası ölümleri araştırılmalı ve gerekli önlemler alınmalı. Asıl odak noktası önem sırasına göre ilk sıradaki yuva alanlarına yönelmeli ancak diğer alanlar da koruma altına alınmalı. “Chelonia Mydas” daha kritik bir durumda olduğundan, bu türe özel koruma önlemleri alınmalı…
-Ülkemizdeki deniz canlılarıyla ilgili son veriler düşünüldüğünde ne durumdayız?
Ülkemizi çevreleyen denizlerde 5.000 civarında omurgasız, 450 civarında balık ve 400 civarında alg’in yaşadığı ifade edilmekte. Son yıllarda deniz balıkları faunasına yapılan ilavelerle birlikte 450’e yakın balık türünün Türkiye kıyılarında dağılım gösterdiği ve bu türlerin yaklaşık %61’i Atlantik-Akdeniz, %18’i Akdeniz endemik, %14’i Kozmopolit ve %7’si Kızıldeniz kökenli olarak belirlenmiş. Karadeniz balık faunasının da %75’i Akdeniz kökenlidir. Bu balıkların bir kısmı devamlı Karadeniz’de kalmakta, bir kısmı ise beslenme ve üreme amacıyla Akdeniz ile Karadeniz arasında göç etmektedir. Göç eden türlere örnek olarak Kılıç Balığı, Lüfer, Uskumru ve Palamut verilebilir. Son 50 yıldır Karadeniz’de meydana gelen ciddi ekolojik değişimler, pollusyon baskısı ve aşırı avcılık nedeniyle, pek çok balık türünün stokları belirgin şekilde azalmış durumda. 1950’li yıllarda sıklıkla rastlanan kılıçbalıkları, artık Karadeniz ekosisteminin en kırılgan balıkları arasında yer alıyor. Balıkların yanı sıra, sıcaklık ve tuzluluğun en uygun koşullarda bulunması nedeni ile midye ve salyangozlar gibi yumuşakçalara da sadece Karadeniz’de yoğun olarak rastlanıyor.
-Çevre projelerinde etkin rolü olan Mavi Tutku ekibindesiniz aynı zamanda. Geçtiğimiz dönemde ne gibi projeler gerçekleşti?
Geçtiğimiz yıl önemli projeleri hayata geçirdik. Öncelikle “Halikarnas Balıkçısı” Cevat Şakir Kabaağaçlı'nın “denizin en deniz olduğu yer” diye tanımladığı Gökova, yoğun çabalarımız sonucunda özel çevre koruma bölgesi ilan edildi. Azmak çayının hayat verdiği sularda yürütülen " Türkiye'nin deniz ve kıyı koruma alanları sisteminin güçlendirilmesi" çalışması ülkemizde ilk defa yapılıyor. Bu sürecin başından beri içindeydik. EKAD (Ekolojik Araştırmalar Derneği) ve Mavi Tutku ekibi olarak görüntüleme çalışmalarda bulunduk.Özellikle nesli tehlike altında olan Lahos,Orfoz ve diğer türlerin koruma altına alınması amacıyla balıkçılığa kapatılan deniz koruma alanlarında pelajik alanlar ve bentik alandaki makro canlıların fauna ve florasının tespitine yönelik yapılan çalışmalar kapsamında görüntüleme çalışmaları da yaptık. Bunun yanında Aralık 2010 ayında biri Mersin Bozyazı’da diğeri Kaş’ta bulunan ve yaşamsal tehlike sınırında olan iki yavru Akdeniz Foku SAD ve AFAG ekipleri tarafından yaklaşık 4 ay Foça’daki Akdeniz Foku rehabilitasyon merkezinde tedavi edilmelerinin devamında 2 Nisan günü Mersin Bozyazı’da doğaya bırakıldılar. Şimdi de özgürlüklerine kavuşacakları günü bekleyen iki yunusumuz var. Uzun süre Kaş’daki yunus havuzunda esaret altında tutulan ve daha sonra Fethiye’deki havuza nakledilen ve SAD-DEMAG(Sualtı Araştırmaları Derneği-Deniz Memelileri Araştırma Grubu) ve Born Free Foundation (BFF) ortak çalışmalarıyla 6 yıllık esaretlerine son verilecek olan iki Afalina yunusu Tom ve Misha… “Maviye Dönüş” projesi kapsamında Gökova’da (SAD Deniz Canlıları Rehabilitasyon Merkezi) uzman ekiplerce doğaya uyum rehabilitasyonları yapılıyor. Altı ay ile bir yıl arasında sürecek olan rehabilitasyon sürecinde yunusların doğal ortamda yaşamaya ve kendi çabalarıyla avlanma yetilerine kavuşabilmeleri durumunda geri kalan yaşamlarını mavi derinliklerde özgürce yaşamaları sağlanmaya çalışılıyor.
-Hayatınızı adadığınız “deniz ve mavi” kelimeleri size ne hissettiriyor?
Deniz ve mavi benim için paylaşmaktır.Tıpkı yaşamak gibidir paylaşmak. Bununla ilgili şöyle bir ifade içime işlemiş. Özellikle nesli tükenen canlıları en azından fotoğraflarla gelecek kuşaklara taşıyalım diye, kendimce bir nedenim var. Bu sulak gezegene bir vefa borcumuz var ve ben de bunu tanıyarak, tanıtarak gelecek kuşaklara aktarmaya çalışıyorum. Sevgini paylaş, kendini paylaş, bilgini paylaş diyoruz. Bu konuda şükranla andığımız Jacques-Yves Cousteau’nun yaşamıma etki eden bir ifadesi var. Bu söylemini bir kez daha hatırlayalım istiyorum. “Zevk satın alabileceğiniz bir şeydir. Ama neşeyi satın alamazsınız... Eğer kendiniz için bir şey alırsanız bundan keyif duyarsınız, size zevk verir. Ancak neşelendirmeyebilir. Bu bencilce bir tatmindir. Neşe paylaşmaktan gelir. Yaşamaktan neşe ve mutluluk çıkarmak için birkaç yol vardır. Birincisi elinizde olanı paylaşmaktır, ki bu sevginin göstergesidir. Bir diğer yol sevginin kendisidir. Bu sadece elindekini değil, kendini paylaşmaktır. Başka biri de evren ile ilgili bilginizi çoğaltmaktan geçer. Bilgi insanı büyütür ona yeni bakış açıları kazandırır ve ona sahip olan kişilere neşe ve mutluluk kaynağı olur. Başkalarını düşünmek için kendinizi unuttuğunuz her an neşeli ve huzurlu bir hayat tarzına ulaşırsınız...”
Tahsin Ceylan Kimdir?
Sualtı Sporlarına 1986 yılında Cankurtarma ve İlkyardım Eğitimleri ile başlayan Tahsin Ceylan, 1959 yılında Diyarbakır'ın Dicle ilçesinde doğdu. 1994 yılında Sualtı Fotoğrafçılığına, 1997 yılında ise sualtı video çekimlerine başlayan Tahsin Ceylan, şimdiye kadar Kızıldeniz, Atlantik Okyanusu, Pasifik Okyanusu ve Türkiye Karasularında, görüntüleme amaçlı sayısız dalış yapmıştır. Çalışmalarının ağırlık bölümünü Türkiye denizlerindeki sualtı yaşamını görüntülemek oluşturmaktadır. Tahsin Ceylan'ın 1995 yılında katılmaya başladığı ulusal ve uluslararası sualtı fotoğraf yarışmalarında çeşitli dallarda toplam 74, 1999 yılında katılmaya başladığı sualtı video çekimi yarışmalarında ise, toplam 18 ödülü bulunmaktadır. Bugüne kadar. "Mavi Derinliklerin Gizemi" adıyla dört, "Sualtından Türkiye" adıyla üç ve "Denizin Ruhu" adlı kişisel sualtı fotoğraf sergileri açmıştır.
30 Mayıs 2011
TUNCA TOSKAY
Son aylardaki tek gündemimiz seçimler… Peki, ama kaset skandalıyla gündeme gelen MHP’nin seçim çalışmaları nasıl gidiyor? Bir milletvekili gözüyle Antalya’yı nasıl görüyor? Antalya’daki son durum nedir? ‘Türkiye’nin ekonomisi öldü’ söylemiyle ne demek istedi? Tüm bu soruları MHP Antalya milletvekili Tunca Toskay ile konuştuk.
MHP Antalya Milletvekili Tunca Toskay, iktidarın bütün devlet imkânlarını seçim kampanyasında pervasızca kullandığını, seçimler yaklaştıkça AKP ve Başbakan'ın büyük bir panik ve gerginlik içinde gittikçe hırçınlaştığını belirtti. Başarı için her şeyi mubah gören bir tutum sergilendiğinin altını çizen Toskay, hem Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı hem de AKP’yi sert bir dille eleştirdi.
Kaset olaylarıyla gündemde olmaktan son derece üzgün olduklarını belirten Toskay, “Türkiye ekonomisi öldü. Kimse bunun aksini iddia edemez. Ama gündem gerçek sorunlarla tartışmaya açılmıyor” dedi. 39 yıldır Milliyetçi Hareket Partisi’nde olduğunu ve siyasi görüşün yanında, partisiyle arasında bir gönül bağı da olduğunu söyleyen Toskay, kaset olaylarıyla ilgili merak edilen tüm sorularımızı içtenlikle yanıtladı. "Seçimlerde MHP’nin şu andaki siyasi ortamda, siyasi tarihinin en başarılı sonucunu alacağını düşünüyorum” diyen Toskay, en çok merak edilen konulardan bir olan Türk-Kürt sorunuyla ilgili yaşananları da değerlendirdi.
Siyasetteki tecrübesi ve duruşuyla örnek alınan değerli siyasetçi Toskay, seçim arifesindeki tüm yoğunluğuna rağmen, samimiyetle sorularımız yanıtladı ve Türk Siyasi tarihine not düşülecek önemli mesajlar verdi.
Ortaya atılan bu kaset görüntülerinin sadece muhalefete ait olması sizce de tesadüf mü?
Toplumda yaşayan insanların güven duygusu sarsıldı. Hiç alakası olmayan telefon görüşmelerinin montajlanarak bambaşka bir hale getirilmesi fikri bile son derece yanlış. Halkımız kendi telefon görüşmelerinin bile bir gün internette yayınlanmayacağının güvenini hissetmek istiyor. Arkadaşlarınızla plajda, otelde, bir ortamda eğlenirken oradaki görüntülerinizin çok değişik şekilde yorumlanarak internette yayınlanmayacağından emin olamazsınız. Düşünebiliyor musunuz, bütün toplum böyle bir fobi içindeyse, o zaman hangi demokrasiden bahsedebiliriz? Avrupa Birliği’ne yaklaşan demokratik standartlarımız edebiyatını bıraksınlar, önce bizim en temel anayasal hakkımızı korusunlar. Bu kasetlere prim verilmesi sonrasında yerel seçimlerde herkes birbirinin arkasından neler yapar, bunu düşünmek bile son derece acı ama mevcut durum böyle devam ederse ihtimal dâhilinde gibi görülüyor. Hükümetin çok kararlı bir şekilde bu olayın üstüne gidip, yapanı bulup, cezasını vermesi lazım… Sayın Başbakan, CHP’deki kaset olayında ilk iki gün son derece doğru bir tavır içindeydi ama sonrasında bunu istismar etti. Şimdide aynı söylemleri yaptığı bütün mitinglerde MHP’deki kaset olayı ile ilgili yapıyor. Bu yöntemlerle siyasette başarılı olunamaz, olunsa bile ondan hayır gelmez.
Siyasi açıdan değerlendirdiğinizde, kaset skandalıyla ilgili görüntülerin kişilerin siyasi kariyeri bitirmesi doğru mu?
Nereden bakarsanız bakın üzücü bir olay. Ancak bizler siyasetçi olarak meseleye şöyle bakarız. Bu olay hangi hukuki çerçevede değerlendirilmelidir? Siyasetçiler ve ülkeyi yönetenlerin de meseleye bu açıdan bakmaları gerekir. Öte yandan bu hadiseyi yaşayan arkadaşlarımızın kendileri bir sosyal bedel ödeyecekler. Bunda şüphe yok. Böyle bir olay ortaya çıktığı zaman Türkiye’yi yönetenler ve hukuk sistemi ne yapmalıdır? Avrupa İnsan Hakları Beyannamesi’nin 8. maddesi ve buna dayanarak yazılmış olan anayasanın 20. maddesi özel hayatının mahremiyetinin ihlal edilemeyeceğini bir anayasa hükmü olarak koyuyor. Bunu siz ihlal edemezsiniz diyor. TCK’da bu konuda, özel hayatınız mahremiyetiniz size aittir. Bunu hiç kimsenin deşifre etmemesi gerekir diyor. Hatta kimseye söylemese bile üçüncü şahısların bilmemesi gerekiyor. Eğer birisi sizin mahremiyetinize girip, bilgi edinirse, herhangi birisine söyleyip söylememesine bakılmaksızın bu durum suç teşkil ediyor. Eğer bu bilgileri sesli ve görüntülü olarak tespit etmişse ceza çok daha artıyor. 1 yıldan 3 yıla kadar çıkabiliyor. Bu tespit ettiğiniz sesli ve görüntülü belgeleri medyaya vermeniz durumunda ise ceza daha da yükseliyor. Yaşananları göz önüne aldığımızda, hükümete düşen görev hukuk sistemini çalıştırıp bu işi bir an önce çözmek olabilir. Bu olayın çok profesyonelce olduğu söyleniyor. Çok sistemli hazırlandığı konuşuluyor. Ankara’da bu kadar insan varken sadece MHP’nin üst düzey bürokratlarına odaklanılmış, başka kimsenin evine gidilmemiş. Yalnız MHP’lileri takip etmiş her kimse. Bu yüzden de sistemli ve kurgulanmış bir komployla karşı karşıya olduğumuz hissiyatındayız.
Bunun gibi özel hayat ihlalleri sizce gelecekte de kullanılabilir mi?
Bizlerin yaşanan bu olayları savunmak gibi bir durumu yok. Ama Türk hukuk sistemine göre suç teşkil eden bir fiil var. Bu fiilin kimler tarafından yapıldığını bulup yargıya teslim etmek görevi de iktidara ve Türk yargısına ait. Eğer bu yöntemler Türk siyasi hayatında bu kadar kolay ve takip edilmeyecek şekilde uygulanmaya başlanırsa önümüzdeki dönemde Türk siyaseti ne hale gelir siz tasarrur edin. Böyle bir araç böyle bir yöntem çok tehlikeli bir yöntem ve siyasi kazanç sağlamak için kullanılmaması gerekir.
Yaşananlardan sonra halkın sempatisini kazanan bir MHP gündemde... Siz de bu görüşe katılıyor musunuz?
Uygar hiçbir toplumda böyle bir yönteme izin vermez ama ben sevinerek iki hususu belirtmek istiyorum. Türk halkı buna gereken cevabı verecek. Ben halkın içinde olan biriyim ve halkla beraber siyaset yapıyorum. Geçtiğimiz hafta Burdur, Isparta mitinglerine de katıldım. Antalya mitingine de katıldım. Tüm samimiyetimle belirtmek istiyorum ki, bir vatandaşımız da çıkıp bana “Sayın hocam, sayın milletvekilim bu nedir? Böyle şey olur mu?” tarzında bir tek soru bize yöneltmedi. Aksine bunu kınayan ve buna sert tepki koyan vatandaş sayısı çok fazla. Demokratik sistemin iyi çalışması için bizim vatandaşlarımızın gerçekten sağlıklı değerlendirmeler yapıp, sağlıklı karar vermeleri gerekiyor. Siyasetçiler olarak bizim de, başta iktidar olmakla birlikte diğer siyasetçilerin de halkımıza sağlıklı değerlendirmeler yapacakları ortamları sağlamamız gerekiyor. Mesela, ülkeyi sanal gündemlerle meşgul etmemiz gerekiyor.
Halkımız oy verirken bu skandalları düşünür mü sizce? Yoksa geçim derdi daha ön plana mı çıkar?
Türkiye’nin gerçek sorunlarını konuşalım. İşçinin ve memurun ücretlerini konuşalım. Sosyal güvenliğini konuşalım. Antalya’daki çiftçinin ürününün para edip etmediğini konuşalım. Ben biraz evvel festival çarşısındaydım. Oradaki esnafın niçin siftah yapıp yapmadığını konuşalım. Yapamıyorsa sebebinin ne olduğunu araştıralım ve hepimiz bununla ilgili çözüm önerilerimiz koyalım. Esnaf kimin çözümünün gerçekçi olduğuna karar verir ona göre oy kullanır. Ama biz şimdi sabahtan akşama kadar Başbakan’ın meydan meydan gezip “bir gün öyle, bir gün böyle” bu kaset olayını ele almasını dinliyoruz. Bu hoş bir şey değil. Sayın Başbakan’ın kaset olayı üzerinden MHP’ye hücum etmesi hiç centilmence değil, uygar bir politika da değil. Sanki bütün günahkârlar muhalefette siyaset yapıyor, bütün melekler de AKP’de siyaset yapıyor gibi bir tablo çıkıyor ortaya. Tabi bu işin latifesi ama bu yaşananlar gerçekten çok üzücü ve bu bile bu işin hem planlı hem de az çok dayandığı yerleri göstermesi bakımından enteresan…
Seçim sürecinde yaşanan her türlü çirkinlik, ilk defa oy kullanacak olan gençleri sizce nasıl etkiler?
Bu yıl ilk defa oy kullanacak olan gençlerimizin moralini bozan, ileriye dönük umutla bakmalarını engelleyen bir olay bu. Bu olayın dışında gençlerin moralini bozan başka olaylar da var. Mesela üniversite sınavının durumu, KPSS’nin durumu, ALES’in durumu ama bunların hepsi ben geliyorum diye diye geldi. İlk önce Polis Koleji sınavlarıyla başladı. Medya bunu ele aldı iktidardan tek bir reaksiyon yoktu. Peki, neden acaba, polis kolejinin sınavından başlayıp ALES’e kadar devam eden bu zincir şimdi yaşanıyor? Önceki yıllarda ne siyaset de ne de eğitim camiasında böyle zincirleme skandallar yaşanmadı? Sayın Başbakan cumhuriyet tarihinin rekorlarını kırdığını her fırsatta söylüyor ya; gerçekten latife bir yana bir gencimizi düşünün ki daha lise birinci sınıfta bu sınavın stresini yaşamaya başlıyor. Bütün aile yıllarca çocuğunun üstüne titrer, dişinden tırnağından arttırarak dershaneye gönderir sonra bir sınav skandalıyla bütün hayaller yıkılır, emekler boşa gider. Bu konu çok büyük bir konu… Sadece sınavın iptal edilmesi ya da şifrelenmesi meselesi değil bu. Bu gençlerin devlete güveni kalmıyor, topluma güveni kalmıyor, hukuka güveni kalmıyor. Kendisini yönetenlere hiç güveni kalmıyor. Çocukların hayallerinin yıkılması çok daha önemli bana göre. Bunun ne kadar büyük bir problem olduğunu gidin onların ailelerine sorun. Hala çocuklarını rehabilite etmeye, psikolojilerini düzeltmeye çalışan aileler var.
Basına yansıyan bu görüntülerin bilinçli olarak mı hazırlandığını düşünüyorsunuz?
Sayın Başbakan, her konuşmasında herkesten farklı olduğunu söylüyor. Rekorlar onun döneminde kırılıyor. Hiç yapılmamış şeyler onun döneminde yapılıyor. Sanki 1923 yılında kurulmuş bir cumhuriyete sahip değiliz de bu devlet veya bu millet 2002’den bu taraf var. Böyle bir zihniyetle Türkiye’yi yönetemezsiniz. Türk milleti de buna izin vermez. Vatandaşımızı bu konuda son derece bilinçli görüyorum. Bu yaşananlar seçim güvenliğini de tehlikeye atan hadiselerdir. Başka bir iktidar gelirse ve bu yaşananların AKP’nin başına gelmesi durumunda ortaya neler çıkar düşünebiliyor musunuz? Bana 336 tane milletvekilimiz melek diyebilirler mi? Bu kadar belediye başkanımız da melek. Onları da takip ediyorlar ve hiçbir şey bulamıyorlar mı? Bunu kime söyleseniz inandıramazsınız. Ankara’da biz 40 kişiyiz. Herkes birbirini bilir. Bir tabir vardır; “Biz birbirimiz biliriz”
MHP’nin Antalya mitingi medyada da günlerce konuşuldu. Bu coşkuyu bekliyor muydunuz?
MHP’nin mitinglerinin bir özelliği var. Biz parayla adam getirmeyiz ve getiremeyiz de öyle bir gücümüz yok. Biz kimseye yevmiye falan veremeyiz mitinge katıl diye. Lise öğrencilerine cep harçlığı verip mitinge çağıramayız. Kamu görevlilerini mitinge katılmazsan şöyle olur, böyle olur diye tehdit edemeyiz. Çünkü iktidar da değiliz. 3 bin tane polis getirmemiz de mümkün değil. Kalabalık görülsün bir taraftan da güvenliği sağlasın diye. Yabancı plakalı araçları bizim miting alanımızda göremezsiniz. Bizim mitinglerimiz böyle olur. İnsanlar coşarak, “Ses ver Türkiye” derler. Tüm bu yaşananlardan sonra Antalya mitingindeki coşku hepimize moral oldu. Dilerim bu coşku seçim sandıklarına da yansıyacak.
Heyecanın genel anlamda biraz düştüğünü gözlemliyorum. Sizce vatandaş seçimlerle ilgili ne düşünüyor?
Siyasi arena da sokaktan yansıyan tepkilerde, ben en çok hanımları beğeniyorum. Açıkça söylemek gerekirse, hanımlar erkekler gibi sözü kıvırmıyorlar. Net konuşuyorlar. Esnafa soruyorsunuz, adamın halinden belli omuzları düşmüş ama yine de çaktırmıyor. “nasılsınız?” diyorsunuz “Allaha şükür” diyor, boynunu büküyor. Hanımlara sorduğunuzda düşüncelerini pat diye söylüyorlar. Kızıyla birlikte manifaturacılık yapan bir hanımefendinin dükkânına girdim; “nasılsınız hanımefendi, işleriniz nasıl?” dedim, gözümün içine bakarak “Allaha şükür çok kötü” dedi. Demek ki, bu kadar zor durumda olan esnafımızın bile “Allaha şükür” demesine bir tepkisi var. Esnaf hanımın, “Allaha şükür çok kötü” sözü uzun süre hafızamdan silinmedi. Yine bir başka hanım önümü kesti, şu şu sebeplerden hayatımda MHP’ye oy vermedim, hiç de vermeyeceğimi düşünüyordum ama “eşime rağmen gidip, inadına bu seçimde MHP’ye oy vermeyi düşünüyorum” dedi. Bunlar çok gerçek tepkiler ve insanlar artık bugününün değil geleceğinin peşinde.
MHP’nin seçim sürecinde kendisini yeteri kadar ifade edebildiği düşünüyor musunuz?
Ülke gündemi iki seçimdir, meşgul edilerek konuşulması gereken konular engelleniyor. 2007 seçimlerinde de Cumhurbaşkanlığı seçimleri yüzünden gerçek gündemi konuşamadan seçime giren bir MHP vardı. AKP’liler ellerinde mendillerle, bize Cumhurbaşkanı seçtirmiyorlar diye yollara düşüp ağlaya ağlaya seçimi kazandılar. Bu seçimde de kaset olayları yüzünden gerçek sorunları konuşamadan seçime giriyoruz. Sayın Başbakanımız, Ortadoğu’nun büyük lideri bir tarafta kasetler var. Lübnan’a gidiyor işleri hallediyor, Suriye’ye gidip Beşar Esad’a ne yapması gerektiğini söylüyor. Mübarek’e “direnme çekil” diyor ve Büyük Ortadoğu Projesi’nin eş başkanı olduğunuz zaman, ABD Ortadoğu’da ne yapmak istiyorsa size onu yaptırır. ABD’nin Ortadoğu’da Müslüman bir enstrümana ihtiyacı var. Sayın Başbakan’da bunu kabul etmiş görünüyor. Beşar Esad’a şimdi ne diyor “ya reform yap, ya çekil”. Nerede kaldı dostluğun? Demek ki, bir ayda adamı satabiliyorsun. Bu da bir yapı ve karakter meselesi…
Dış politika’yı ve bölücü terör olayını yeteri kadar masaya yatırabildik mi seçim öncesinde?
Türk-Kürt ayrımı, çok kötü akıl almaz derecede Türkiye’ye zarar verecek bir dış güç operasyonudur. Orada anketler yapılıyor. Güneydoğudaki ve doğudaki anketlerde bizim vatandaşımız terör örgütüyle devletin arasına sıkışıp kalmış olmasına rağmen yüzde 90’ı “benim bağımsız bir Kürdistan gibi bir problemim yok, ben milletime, vatanıma, toprağıma bağlıyım. Benim başka problemlerim var. Devlet bu problemlerin çözülmesine katkıda bulunsun” diyor. Bu da son derece demokratik ve haklı bir istek… Türkiye Cumhuriyet’i devleti olarak bizim görevimiz onu yapmak. Ama küçük bir azınlık oturmuş, bu söylediğimiz masum insanları da baskıya alarak ayrı bir devlet kuracağım diye tutturmuş. Bizim Başbakan’ımız da terör örgütüyle resmen Türkiye Cumhuriyeti devletini müzakere ettiriyor. Ortada “ya benim taleplerimi kabul edersiniz ya da 15 Haziran’da Türkiye’yi kana bularım” tehditlerini savuran bir örgüt var. Bunu kim diyor? Alıp, bir adaya hapsettiğin bir terör örgütünün başı söylüyor. Başbakan’ın yanındaki bürokratlarda adamı yumuşatmak için gayret sarf ediyorlar. Ben böyle bir onursuzluğu Türk vatandaşı olarak kabul etmek istemiyorum.
MHP’de asla böyle bir onursuzluğu kabul etmez. Biz terörle güvenlik güçleri aracılığıyla sadece mücadele ederiz. Terörle müzakere olmaz. Doğu’daki güvenlik güçlerinin devletin arkalarında olup olmadığıyla ilgili şüpheleri var. Bu durumda bu endişeyi taşıyan güvenlik güçleri istenilen mücadeleyi veremiyorsa, sebebinin ne olduğuna bakılmalı. Terör örgütünün ekonomik, siyasi ve lojistik kaynaklarını keserseniz, sizinle mücadele etmeleri söz konusu olamaz. Koskoca 2002 yılındaki şehit sayımız 6. Şimdi bu terör olayları niçin yine yükselişe geçti? Bu adamlar Türkiye’nin her tarafında nasıl her istedikleri eylemi yapabiliyorlar?
Benim esnafım Hakkâri’de güvenlik sebebiyle dükkânını açamıyorsa, bunun sorumlusu Sayın Başbakan’dır. Esnafın güvenliği sağlamak devletin görevidir. Bunu sağlayamayan bir başbakanın o koltukta oturmaması gerekir.
Seçim öncesinde asıl konuşulması gereken ülke sorunumuz ne olmalıdır?
Türkiye’de yoksulluk sınırı 13 milyonu geçti. Türkiye ekonomisi kimin için iyi? İstanbul’daki büyük holdingler için çok iyi, yabancı sermayeli ve yabancı sermaye ortaklı kuruluşlar için çok iyi, bankacılık sektörü için çok iyi, Başbakan’ın etrafındaki yandaşları için harika…
Şimdi dönelim gerçeklere; memurun durumu iyi değil, işçi olarak çalışanların durumu iyi değil, emeklinin durumu iyi değil, ülkenin en talihli çiftçisi Antalya’dadır ama çiftçi bunalmış vaziyette… Bankalara borçlar yığılmış, üretilen hiçbir şey para etmiyor daha evvel alınan kredi borçlarını ödeyemez hale gelen bir üretici var. Peki, bu ekonominin neresi iyi?
Ülkenin işsizlik rakamları kayıtlı olan 3 milyonken ümidini kesmiş ve iş aramayanlarla birlikte 6 milyona yaklaştı. Başbakan’da diyor ki, “İstanbul borsası ne kadar iyi”. Ben de soruyorum Kumluca’daki çiftçiye “sizin İstanbul İMKB’de hisse senediniz var mı?” diye… Suratıma şaşkın şaşkın bakıyorlar. “Ne hisse senedi, borçtan gözümüzü açamıyoruz” diyorlar. Halkımız artık sadece canının peşimde.
Yabancı basının Türkiye ekonomisini öven haberlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yabancı kredi kuruluşları Türkiye’nin notunu yükseltiyor diyen bir Başbakanımız var. Doğru yükseltiyor ama neden? Türkiye’de 110 milyar dolar civarında bir sıcak para var. Para giriyor, yüksek faizden yararlanıyor. Dünya’nın hiçbir yerinde elde edemeyeceği geliri elde ediyor. Karşılığında da istediği tek şey, döviz fiyatlarında oynama olmaması çünkü Türk Lirasına çevirdiği para çıkarırken zarar etmesin istiyor. Bunun yanında da olası bir terslikte Merkez Bankası’nın döviz rezervleri yüksek olsun ki döviz talebi arttığı zaman banka bu talebi karşılayabilsin. Merkez Bankası rezervlerim 95 milyar dolar ve Türk Lirası benim onurumdur diyen Başbakanımızın bu cümlesini iktisatçı olarak tercüme edersek, demek istediği şu; “Siz sıcak para olarak gelin, burada parayı bozdurun, Türk Lirası’nın değeri düşmeyecek. Yani dövizin fiyatı yükselmeyecek. Hiç merak etmeyin. Eğer kritik duruma düşerseniz ben Merkez Bankası’nın rezervinde 95 milyar dolar para tutuyorum” diyor. Oysa, Türkiye ekonomisi öldü! Kimse de bunun aksini iddia edemez.
Tunca Toskay Kimdir?
Tunca Toskay, 8 Ocak 1939'da İstanbul'da doğdu. Baba adı Vahit, anne adı Bedriye'dir. İktisatçı ve Öğretim Üyesi; İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'ni bitirdi. Aynı fakültede doktorasını tamamladı. Hür Berlin Üniversitesi'nde araştırma yaptı. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'nde öğretim üyesi olarak ders verdi. 1969'da doçent, 1979'da profesör oldu. Uluslararası Turizm Uzmanlar Birliği'ne üye olarak kabul edildi. İstanbul Yıldız Devlet Mimarlık ve Mühendislik Akademisi ve Eskişehir İktisadi İlimler Akademisi'nde ders verdi. Radyo Televizyon Yüksek Kurulu'na seçildi. TRT Genel Müdürlüğü, Asya Pasifik Yayın Birliği Başkan Yardımcılığı, Başbakan Başmüşavirliği ve Başbakanlık Özel Çevre Koruma Bölgeleri Koruma Kurumu Başkanlığı görevlerinde bulundu. Türkiye ekonomisi, turizm ve çeşitli konularda kitap, makale, araştırma ve tebliğleri bulunmaktadır. 19. Dönem İstanbul, 21. Dönem Antalya Milletvekili. 57. Hükümet'te Devlet Bakanlığı yaptı. Almanca ve İngilizce bilen Toskay, evli ve 1 çocuk babasıdır.
11 Şubat 2011
OĞUZ TEMEL
Sevgililer Günü’nde ona ne kadar özel olduğunu nasıl anlatacağınızı mı düşünüyorsunuz? Bu haftaki sohbetimizin konusu “sevgi” olunca sizlere çok sevdiğim bir hikayeyi anlatarak ‘merhaba’ demek istiyorum.
Mahkeme salonunda, seksenlerindeki yaşlı çiftin durumu içler acısıydı. Adam inatçı bakışlarla suskun, nine'nin ağlamaktan iyice çukurlaşmış gözleri ve keskin çizgileriyle bıkkın bakışları süzüyordu etrafını... Ve hakimin tokmak sesiyle sustu uğultu ve tok sesiyle, sözü yaşlı kadına verdi, hakim...
"Anlat teyze neden boşanmak istiyorsun?"
Yaşlı kadın derin bir nefes çektikten sonra başörtüsüyle ağzını aralayıp, kısılmış sesiyle konuşmaya başladı...
"Bu herif yetti gari, 50 yıldır bezdirdi hayattan..."
Sonra uzunca bir sessizlik hakim oldu mahkeme salonunda... Sessizlik bu tür haberleri her gün manşet yapan gazetecilerden birinin flaşıyla bozuldu, kimbilir nasıl bir manşet atacaklardı, yaşanmış 50 yılın ardından...
Çok sayıda gazeteci izliyordu davayı, kadın neler diyecekti.Herkes onu
dinliyordu.. Yaşlı kadının gözleri doldu... Ve devam etti...
"Bizim bir sedef çiçeği vardı, çok sevdiğim... O bilmez...50 yıl önceydi.O çiçeği bana verdiği çiçeklerin arasından kopardığım bir yaprağı tohumlamıştım, öyle büyüttüm. Yavrumuz olmadı, onları yavrum bildim. Bir süre sonra çiçek kurumaya başladı. O zaman adak adadım... Her gece güneş açmadan önce bir tas suyla sulayacağım onu diye. İyi gelirmiş dedilerdi. 50 yıl oldu, bu herif bir gece kalkıp bir kere de bu çiçeği ben sulayayım demedi. Ta ki geçen geceye kadar… O gece takatim kesilmiş..uyuyakalmışım. Ben böyle bir adamla 50 yıl geçirdim. Hayatımı, umudumu her şeyimi verdim. Ondan hiçbir şey göremedim. Bir kerecik olsun, benim bildiğim görevlerden birisini yapmasını bekledim. Onsuz daha iyiyim, yemin ederim."
Hakim, yaşlı adama dönerek ;
"Diyeceğin bir şey var mı baba" dedi.
Yaşlı adam bastonla zor yürüdüğü kürsüye, o ana kadar suçlanmış olmanın utangaçlığını hissettiren yüz ifadesiyle hakime yöneldi.
"Askerliğimi, reisicumhur köşkünde bahçevan olarak yaptım, o bahçenin görkemli görünümüyle büyümesi için emeklerimi verdim... Fadimemi de orada tanıdım. Sedefleri de... Ona en güzel çiçeklerden buketler verdim. O çiçeklerle doludur bahçesi...Kokusuna taptığım perişan eder yüreğimi...İlk evlendiğimiz günlerin birinde boyun ağrısından onu hekime götürdüm...
Hekim çok uzun süre uyanmadan yatarsa boynundaki kireç sertleşir, kötüleşir dedi. Her gece uykusunu bölüp, uyansın, gezinsin dedi... Hekimi pek dinlemedi, bizim hatun... lafım geçmedi... O günlerde tesadüf bu çiçek kurudu. Ben ona gece sularsan geçer dedim..Adak dilettim...Her gece onu uyandırdım. Ve onu seyrettim... O sevdiğim kadının yavrusu bildiği çiçekleri sularken seyrettim. Her gece o çiçek ben oldum. Sanki… Ona bu yüzden tapabilirdim..." dedi adam o yaştaki bir adamdan beklenmeyecek ifadelerle...
"Her gece O yattıktan sonra uyandım... Saksıdaki suyu boşalttım... Sedef gece sulanmayı sevmez, hakim bey… Geçen gece de... Yaşlılık… Ben de uyanamadım. Uyandıramadım... Çiçek susuz kalırdı amma, kadınımın boynu yine azabilirdi... Suçlandım. Sesimi çıkartamadım..." O an Mahkeme salonunda her şey sustu... Ertesi sabah gazeteler "Sedef Susuz Kaldı" diye yalnızca neticeyi haber yaptılar...
Aslında her şey sevgi değil midir? Zaten SEVGİLİLER GÜNÜ’nün ortaya çıkışı da çok acıklı bir aşk öyküsüdür. Hikaye, sevgiyi savaşa yeğleyen bir imparatorun , sevgilileri cezalandırmasıyla başlıyor .Sevgililer günü, adını St. Valentine adlı bir Hıristiyan papazdan alır. Efsaneye göre, Aziz Valentine, 3. yüzyılda Roma’da görev yapmakta olan bir papazmış. Dönemin Roma İmparatoru II. Claudius, bekar erkeklerin evli ve çocuklu olanlara oranla daha iyi olduklarına inanırmış. İmparatorluğunu geliştirmek ve daha iyi bir orduya sahi olmak isteyen imparator, genç erkeklere bekar kalmalarını emretmiş. Ancak rahip, genç erkekler için gizlice evlilik törenleri düzenlemeye devam etmiş. Gizli evlilik törenleri II. Claudius’un kulağına gidince, imparator rahibi hapse göndermiş. Hapiste bulunduğu süre içinde rahip ile gardiyan dost olmuşlar ve rahip gardiyanın kör kızını iyileştirmiş. Valentine, infaz edilmeden bir gece önce gardiyanın kızına bir not yazmış ve notu “from your Valentine” yani “senin Valentine’in” diyerek noktalamış. Bu notun sevgililer gününde aşıkların birbirine hediye verme ve sevgi mesajları yazma geleneğinin başlangıcı olduğuna inanılır…
Sevgililer günü, hayatımızdaki özel kişiye duyduğumuz sevgiyi ifade etmemiz gerektiğini bize hatırlatan bir gündür. Sevginizi, sevdiğinize bir hediye ya da sevgi mesajı göndererek yapabilirsiniz.
Biz de bu yıl son yılların popüler hediyesi olan pırlantalı mücevherlerin peşine düştük. Elmas pırlantanın ham yani işlenmemiş maden halidir. Elmasın tarihi, yaşı, simgeselliği ve göz kamaştıran ışıltısı, pırlantayı mücevherlerin en değerlisi ve anlamlısı haline getirmiştir. Her pırlanta eşsizdir ve hiçbir pırlanta bir diğerinin aynısı değildir. Zamanın başlangıcından beri var olan, doğanın hediyesi olan pırlantayı satın almak çok özel bir alışveriştir.
Hiçbir alet elması kesemiyor, en sıcak ateş bile üzerinde en ufak bir iz dahi bırakamıyordu. Bu yüzden birçok insan, elmasın doğaüstü özelliklere sahip olduğuna inandı. Yunanlar için tanrıların gözyaşları, Romalılar için göre yıldızlardan kopan parçalardı. Hintliler de elmasa hastalık, hırsızlık ve kötülükleri uzakta tutan bir şans tılsımı olarak bakıyordu. Başka kültürlerde bu taşların iyileştirme ve bilgelik güçlerine sahip olduğuna inanılırdı. Elmas etrafında dönen efsaneler, onu çok istenen bir taş haline getirdi. Eski krallar savaşlarda elmas takarlardı; kraliçeler ve cariyeler güç ve ihtiras simgesi olarak elmasa sahip olmak isterlerdi.
Eşsiz, değerli ve yok edilemez olan bu taş, yüzyıllarca aşkı simgelemek için kullanılmıştır. Aşk ve bağlılığın simgesi olarak pırlanta yüzük hediye etme geleneği günümüzde dünyanın tüm kültürlerine yayılmıştır. Hiçbir mücevher, duyguları ve yaşamın önemli anlarını bir pırlanta kadar mükemmel yakalayamaz ve simgeleyemez. Pırlanta armağan etmek ya da almak yaşamın özel anlarının değerini arttırır. Pırlantanın hikayesi insanoğlunun büyülenme hikayesidir. Yüzyıllardır pırlantanın saçtığı ışık insan gözünü cezbetmiştir. Değerli taşların kraliçesi olan pırlanta bu şöhretini eşi bulunmaz özelliklerine borçludur. Bu özellikler ender bulunması, tarihi, ihtişamı, aşkı ve en başta da olağanüstü güzelliğidir.
Evlilik yıldönümü, doğum günü, sevgililer günü, anneler günü, yılbaşı, kişisel bir amaca ulaşılmasındaki kutlama ya da sadece kendini ödüllendirme isteği… Nasıl olursa olsun, özel bir gün pırlanta ile kutlanınca unutulmaz hale gelir. Ne de olsa, pırlanta sonsuzluktan bir parçadır.
Değerli taş uzmanı Oğuz Kuyumculuğun sahibi Oğuz Temel’le birlikte değerli taşların büyüleyici dünyasında bir yolculuğa çıktık. Saat, pırlanta ve altın çeşitlerinden oluşan 5 bin parça ürünün bulunduğu mağazaya girdiğinizde ister istemez o ihtişama kapılıyorsunuz. Mücevher satışında kampanyalı ürünler kavramını bizlerle tanıştıran Oğuz Temel, bu yıl “Sevgiler Günü” için hazırladığı kampanyasıyla gerçekten şaşırtıyor. Oğuz Kuyumculuk, 14 Şubat’a kadar mağazadan yapacağınız her saat alışverişine aldığınız saatin değeri kadar mücevheri hediye ediyor. Glashütte, TagHeuer, Maurice Lacroix, Breitling, Tissot, Gucci gibi dünyanın önde gelen saat markalarından oluşan bu koleksiyonda fiyatlar 300 lira ile 30 bin lira arasında değişiyor. İşte size sevgililer gününe özel “sevgi” ve “aşk” kokan keyifli bir sohbet… Tartışmasız, sevmek ve sevilmek dünyanın en güzel duygusudur. ‘Sevgililer gününüz kutlu olsun ...’
-Kaç yıldır kuyumculuk sektöründe hizmet veriyorsunuz?
Kuyumculuk sektöründe hizmet vermeye başlayalı 20 seneden fazla oldu. Önceleri turizm sektöründe kuyumculuk ile başladık. Manavgat, Side, İstanbul merkezli mağazalarımız vardı. Dört yıl önce şehir merkezine de bir yerimiz olsun istedik ve bu mağazayı açtık.
-Mağazanın konumu için Antalya’nın kalbi denebilir. Bu bölgede yerli mi yabancı mı müşteriye yoğunluğunuz fazla?
Bizim müşterilerimizin yarısı turistlerden oluşuyor. Özellikle şu ülkeden diyemem ama kış aylarında Avrupalı turistler daha fazla oluyor. Bu çarşı çok kozmopolit bir çarşı… Burada her milletten birini görebilirsiniz. Şimdi Lara Beyaz Dünya karşısında da ikinci bir şube açmaya karar verdik. Antalyalılar Dönerciler Çarşısı trafiğinden dolayı buraya gelip gitmek müşteriler açısından zor olabiliyor. Ama sertifikalı ürün satışımızın olması ve ürün çeşitliliğimiz en önemli tercih edilme nedenimiz.
-Son dönemde artan altın fiyatları piyasaları ve altın yatırımcısını nasıl etkiledi?
Altın fiyatlarının yükselmesi bizim her zaman dezavantajımızdır. Kuyumcular altın fiyatlarının yükselmesini istemez. Fiyatın yükselmesi nedeniyle altın satışlarında elbette bir azalma oldu. Kar etmek isteyen vatandaşlar ellerindeki altını satmak amacıyla bize getiriyor. Geleneklerimizde altın son derece özel bir konumdadır. Özellikle düğünlerin vazgeçilmez takısı olan altın, hem maddi hem de manevi değeri itibarıyla bizlerin hayatında hep olmuştur, olmaya da devam edecektir. Altın özellikle son kriz döneminde tercih edilir bir yatırım aracıydı. Altının yok olmayan bir emtia olması özellikle yatırımcısına güven veriyor. Altın fiyatlarında son üç yılda olan fiyat artışı yüzde 300 gibi denebilir. Bundan sonra uzun dönemde bu kadar yükselir mi bunu kimse bilemez ama yakın dönemde böyle bir yükseliş beklenmiyor.
-“Mücevherde Kampanya” kavramı çok sık rastlanır bir şey değildir. Bu fikir nasıl ortaya çıktı?
Ekonomik kriz dendiğinde bundan direk etkilenen sektörlerden biriyiz. Çünkü bizim yaptığımız iş her zaman lüks olmuştur. Özel günlerin takibini elden bırakmıyoruz. Bu tür günlerde herkes farklı hediyeler seçmek, piyasada sıradışı ürünler görmek ister. Sevdiğiniz insanların yüzünü zevkli armağanlarla güldürmek istersiniz. İşte biz bu beklentiyi karşılamak adına özel günler için özenle yeni koleksiyonlar hazırlıyoruz, kampanyalar yapıyoruz. Bu yılda çok sıra dışı bir kampanyaya imza attık. 14 Şubat’a kadar mağazadan yapacağınız her saat alışverişine aldığınız saatin değeri kadar mücevheri hediye ediyor. Glashütte, TagHeuer, Maurice Lacroix, Breitling, Tissot, Gucci gibi dünyanın önde gelen saat markalarından oluşan bu koleksiyonda fiyatlar 300 lira ile 30 bin lira arasında değişiyor.
-Televizyon dizilerinde kullanılan takılar talebi etkiliyor mu?
Dizilerde başrol oyuncularının kullandığı takılar yoğun ilgi görüyor ve farklı markalar tarafından üretilip satışa sunuluyor. Bu aralar Muhteşem Yüzyıl’ın yüzüğü talep görüyor. Dizilerin beğenilen takıları çok büyük bir moda yaratıyor. Aynı ürünün birçok versiyonunu piyasada rahatlıkla bulabiliyorsunuz. Yüzüklerde müşterilerimize bol çeşit sunuyoruz. Fakat en yoğun ilgiyi her zaman olduğu gibi tek taşlar görüyor.
-Pırlantanın dayanılmaz cazibesine kapılmamak mümkün değilken, sattığınız en yüksek karaltı ürün kaç karattı?
Almanya ve Hollanda gibi ülkelerden gelen turistlere 10 karatlık yüzükler sattım ama Antalya’daki en yüksek satış en yüksek 4-5 karattır. Biz özellikle Antalya’da pırlanta üzerine çok tanıtım yaptık, bunun geri dönüşünü de alıyoruz. Daha önceden insanlar pırlantanın çok pahalı olduğunu düşündüklerinden sormaktan bile çekiniyorlardı. Pırlanta satışlarını yüzde 5’lerden yüzde 40’lara çıkardık. Daha önce bizden aldığı bir ürünü birebir değiştirebilme imkanı veriyoruz. İki sene içinde birebir değiştirme yapıyoruz ve müşterinin hiçbir zararı olmuyor.
-Pırlantanın değeri neye göre belirlenir?
Bir pırlantanın değeri doğada ne kadar nadir bulunduğuna, fiyatı ise dört özelliğine bağlıdır. Çıplak gözle bakıldığında aynı görünse de hiçbir pırlanta diğerinin aynısı değildir. Aynı karat ağırlığındaki iki pırlantanın fiyatının neden farklı olduğu 4C bilgilerine bağlıdır.
Pırlanta özellikleri standart olarak 4C Özelliği olarak belirlenmiştir. Bu özellikler şunlardır:
Renk (Colour), berraklık (clarity), karat (carat), kesimdir (cut). Pırlantaların çoğu renksiz gibi gözükür. Fakat aralarında mutlaka belli belirsiz ton farkları vardır. Genel olarak bir pırlanta ne kadar renksiz ise o kadar değerlidir. Renksiz pırlanta yok denecek kadar azdır. Ayrıca çok belirgin renge sahip pırlanta da az bulunur. Diğer yandan "Fancy Diamond" (Fantezi Pırlanta) adı verilen pembe, kırmızı, sarı ve mavi gibi belirgin renklerde nadide pırlantalar bulunmaktadır.
-Peki siz birine mücevher hediye edecek olsanız, hangi ürünü hediye alırdınız?
Tek taş hediye ederdim. Tek taş senelerden beri süre gelmiş manalı bir takıdır. Tek taş özeldir ve anlamı çok büyüktür. Tek taş yüzükle evlilik teklif ediliyor olmasının bir âdet hâline gelmesi, tek taş pırlantaya yüklenen anlamdan kaynaklanır daha çok. Karşınızdaki kişiye evlilik teklifi ederken, dünyada bir eşi daha bulunmayan bir taş veriyor olmak “Sen de benim için eşsizsin” anlamı taşır. Bir de hediyenin kaçıncı hediye olduğu önemlidir. Üç taş; geçmiş, bugün ve geleceği sembolize eder ve genellikle yıl dönümlerinde verilir. Yılllara göre beş ve yedi taş ve ömür boyu birlikte olmayı sembolize eden tamturlarda yıldönümleri için uygun seçimlerdir
Oğuz Temel kimdir?
1970 yılında Yozgat’da doğdu. 1989 yılında Antalya’ya yerleşen Oğuz Temel, turizm sektöründe toptan ve perakende kuyum üzerine uzun yıllar çalıştıktan sonra 4 yıl önce Atatürk Caddesi’nde açtığı Oğuz Kuyumculuk mağazasında 5 bin çeşit ürünle yerli ve yabancı müşterilerine hizmet veriyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)