SSK Hastanesi Başhekimliği, Türkiye Futbol Federasyonu yöneticiliği, Milletvekilliği ve son olarak da Kültür ve Turizm Bakan Yardımcılığı görevini üstlenen Abdurrahman Arıcı, turizmi 12 aya yayabilmek için yeni hedefler belirlediklerini söyledi
Turizmin başkenti olan Antalya’da özellikle iş dünyasının sorunlarının ivedilikle çözümüne yönelik başta Kültür ve Turizm Bakanlığı olmak üzere diğer tüm bakanlıklar arasında köprü olacağını belirten Arıcı, Antalya'ya ilk gelişleri olan 1974 senesinde, eşi ile birlikte kalacak otel bulamadıklarını ama geçen 37 yıllık süre içerisinde Antalya'nın turizmde dünya şehri olduğunun altını çizdi.
Sürdürülebilir turizmin temelini temiz çevre ile denizin oluşturduğunu belirten Arıcı, Mavi Bayrak sahibi sahillerimizin sayısını arttırmak için Antalya bölgesinde altyapı çalışmalarına yatırım yapacaklarını belirtti. Kış turizmini hareketlendirmek için yatırım yapmak gerektiğine dikkat çeken Abdurrahman Arıcı, "Turizm çeşitliliğini arttırmak için deniz, kum ve güneş turizmi yanı sıra yeni alternatif turizm alanları oluşturmalıyız. Alternatif turizm kapsamında Toroslara yeni turizm tesisleri kazandırmalıyız. Kazandırdığımız tesislerle deniz, kum ve güneş turizmi için bölgeye gelen turistler Torosları da görmeli. Yılın 12 ayı turizm yapmak içinde golf, kongre, spor ve sağlık turizmini yaygınlaştırmak zorundayız. Niçin Antalya'ya kışın bin takım yerine bin 500 takım getirmeyelim. Niye dünyaca ünlü futbol takımlarını Antalya'da ağırlamayalım. Bölgede turizmde marka olmak istiyorsak bunu yapmak zorundayız. Bölgede yılın 12 ayı turizm yaparsak kışın 30 bin turizm sektörü çalışanı açıkta kalmaz " dedi.
Yeni göreviyle en çok Antalyalıları sevindiren Kültür ve Turizm Bakan Yardımcısı Dr. Abdurrahman Arıcı ile 2012 yılının öncelikli projelerini, Antalya’nın yatırım ihtiyaçlarını, alternatif kültür ve turizm önerilerini konuştuğumuz keyifli bir sohbetimiz oldu.
-Diğer ülkelerle olan turizm rekabetimizi baz alırsak, bölgenin yatırım faaliyetleri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Ülkemizin dünya turizm sektöründe rekabet gücünü artırmak için çalışmalarımız devam etmektedir. Bu çalışmalar çerçevesinde turizm bölgeleri oluşturulmasına destek verilmekte, turizm alanları projeleri geliştirilmekte ve buralarda eğlence merkezleri, golf sahaları gibi üst yapı ve turizme yönelik altyapı yatırımları teşvik edilmektedir. Turizmin geliştirilmesi için gerçekleştirilen yatırımlar hizmet kalitesi faktörü ile desteklendiğinde hedefe ulaşılabilecektir. Tatilini geçirdikten sonra evine mutlu dönen turist her türlü tanıtım faaliyetinden daha etkilidir. Yatırım ve iş hacmini geliştiren, gelir yaratan, yeni istihdam alanları açan, sosyal ve kültürel hayatı geliştiren turizm sektörü, dünya ekonomisinin yüzde 10,7'sini oluşturarak dünyada istihdamın yüzde 7,8'ini oluşturan büyüklüğe ulaştı. Türkiye'ye gelen turist sayısı 10 yıl öncesine göre 3 kat arttı.
-Geçtiğimiz yılın turizm verilerine göre beklenen artışlar yakalanabildi mi?
Geçtiğimiz yıl 28,6 milyon turist ülkemizi ziyaret etmiştir. Ülkemiz turist sayısı bakımından 7. Sıradadır. Turizm gelirleri bakımından da 2000 yılında 7,6 milyar dolar iken 2010'da yaklaşık 3 kat artışla 20,8 milyar dolara yükseldi, ülkemiz bu alanda dünyada 9. sırada yer almaktadır. Bunda en büyük pay elbette ki turizmcilerindir. 2011 yılının ilk 9 ayında geçen seneye göre yüzde 10,76'lık artış yaşanarak ülkemizi 25 milyon 625 bin 298 kişi ziyaret etmiştir. Turizm geliri 2011 yılının ilk 9 ayında geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 14,5 artış yaparak, 17 milyar 811 milyon liraya yükselmiştir.
-Bölgedeki turizm çeşitliliğini arttırmaya yönelik ne gibi çalışmalar yapılmalıdır?
2002'den bu yana ülkemize gelen turist sayısında 3 kat artış oldu. Turist sayısı 8 yıl içinde 9 milyondan 30 milyon sınırına ulaştı. Antalya'ya gelen turist sayısı 11 milyona yaklaştı. 2023 vizyonu çerçevesinde ülkemize gelen turist sayısının 50 milyon, turizm gelirlerinin 50 milyar dolar olmasını bekliyoruz. Ülkemizi dünya turizminde bir numara yapmak için gayret gösteriyoruz. Deniz, kum ve güneş turizminin yanı sıra kültür, tarih, arkeoloji, inanç, spor, sağlık, doğa sporları, golf, kongre ve eko turizminin yaygınlaşmasına özel önem veriyoruz. Antalya'ya gelen turistlerin Torosların doğal güzelliklerini de görmeleri için Akseki, Gündoğmuş, İbradı Ormana, Manavgat, Alanya, Gazipaşa, Serik, Korkuteli, Kaş Gömbe ve Elmalı için çalışmalar yapıyoruz. Kırsal kalkınmanın yolu, köy, yayla, doğa sporları, çiftlik evi ve eko turizmden geçiyor. Torosların tarihi ve doğal güzelliklerini turizme kazandırmaya kararlıyız. Ayrıca bölgedeki kongre, sağlık, spor, doğa sporları, bisiklet ve golf turizmini etkin hale getirmek için çalışmalar yapıyoruz. Antalya'ya gelen turistlerin Düden, Lara, Kurşunlu, Manavgat şelalelerinin yanı sıra Gündoğmuş Uçansu, Ormana beldesi, Ürünlü köyü sınırları içinde bulunan Altınbeşik Mağarası ve Eynif Ovası'nı da görmelerini istiyoruz.
-Golf, sağlık, spor turizmi gibi alanların geliştirilmesinde ne gibi çalışmalar yapılmalıdır?
Golf turizminde Belek bölgesi doyuma ulaştı. Bundan sonrasında Manavgat'a ve Alanya’ya da yeni golf alanları kazandırmanın vaktinin geldiğini düşünüyorum. Bölgede golf sahaları, spor alanları olabilecek yerlerimiz var. Buraları bakanlık komisyonundan geçirdikten sonra bakanlar kurulundan da geçirerek, turizm alanı ilan edip iş adamlarımızın oraya yönlendirilmesini sağlayacağız. Bunun yanında spor ve sağlık turizmi de turizm ekonomisi içinde büyük önem taşımaktadır. Bölgeye şuan bin 200’e yakın futbol takımı geliyor. Alanya bölgesinde futbol ve antrenman sahalarımız yok. Yer belirlemelerinin hemen otelin yanında olmasına gerek yok, 15-20 dakikalık uzaklıkta da olabilir. Örneğin, Barcelona’yı neden Antalya’mızda misafir etmeyelim? Barcelona’nın sponsoru olan Türk Hava Yolları ile birlikte Antalya’daki turizmcilerle beraber bizde devreye gireriz. Barselona takımının Antalya’ya gelmesi demek diğer büyük takımlarında gelmesi demektir. Bunları hayata geçirebilirsek çok iyi olur. TFF’ da yardımcı olur ve inşallah bunları hayata geçirebiliriz. Sağlık turizmine geldiğimizde de, dünya turizm gelirleri içinde 25 milyar dolar sağlık turizminden pay alınıyorsa bu payın büyük kısmı da Ortadoğu ülkelerinden gitmektedir. Bu konuda geçmişte bir takım çalışmalar yapılmış ama devamı getirilememiş bunu da komşu ülkelerimizin yapısal değişiklikleri ve karışıklıklar etkilemiş olabilir. Yoğun olarak Adana ve Gaziantep’te sağlık turizmi ile ilgili ortak çalışmalar var. Ama bu yeterli değil. Antalya’da da 30’a yakın özel hastane var. Sağlık ve Turizm Bakanlığı’nın koordineli çalışmalarıyla sağlık turizminde de ülkemizin hak ettiği payı alabileceğine inanıyorum. Öncelikle Antalya, İstanbul ve Güneydoğu Anadolu bölgesindeki sağlık tesisleri ve hastane sahipleri ile görüşerek bu planlarımızı hayata geçireceğiz.
-Kültür ve Turizm Bakanlığı kaynaklarıyla Antalya’ya hangi projeleri planlıyorsunuz?
Kültür ve Turizm Bakanlığı olarak yaşanılabilir bir şehir yaratmalıyız. Dikkat ederseniz bütün şehirlerimiz Mavi Bayraklı ve bunun korunması da gerekiyor. Çünkü çok çabuk bozulabilir. Her geçen gün turist sayısı artıyor. Rakamlar 10 milyonun üzerine çıktı. O yüzden alt yapıya çok önem veriyoruz. Arıtma tesislerimizin çok iyi olması gerektiğinden yatırımların büyük bir kısmı bakanlık olarak alt yapı hizmetlerine aktarılmıştır. İş adamları bin, iki in yataklı otelleri kendileri yapıyor biz de onlara gerekli zemini hazırlamak zorundayız. Bunu yanında havalimanına gelenlerin en kısa sürede gidecekleri yerlere ulaştırılması gerekiyor. Bu konuda da master plan çalışmaları yapılıyor. Biliyorsunuz ki, Alanya karayoluna da bizim zamanımızda başlandı ve bitirildi. Bu yol şimdi Gazipaşa’ya kadar uzatılacak. Gazipaşa-Anamur arasındaki mesafe 15 firmaya ihale yapıldı. Önümüzdeki dönemlerde hızlı tren çalışmalarımız var. Hem İç Anadolu, Konya hem de Burdur, Isparta üzerinden Afyon’a bağlanma planımız var ve çalışmalar devam ediyor. Tüm bu çalışmalar milletvekili arkadaşlarımızın destekleriyle devam ediyor. Bunlar Turizm ve Kültür Bakanlığı’nı da ilgilendiriyor çünkü misafirlerimizi burada ağırlayıp diğer şehirlere taşıyarak kalış sürelerini de uzatabiliriz. Turizm ve Kültür Bakanlığı olarak Ulaştırma Bakanlığı ile birlikte bu çalışmaların içindeyiz.
- Turizm sektörünün yaşadığı bazı üzücü olayların, ÖTV’nin yüksek olmasından kaynaklandığını düşünen turizmciler var. Siz bu konuyu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sektör temsilcileriyle henüz bir araya gelmedim. Öncelikle bakanlıktaki arkadaşlardan brifing alıyorum. Ama sahte içkinin piyasaya sürülmesinin hiçbir bahanesi olamaz ve hiçbir şekilde tasvir edilecek yanı da yoktur. İnsan hayatı çok önemlidir. Bu görüşü değerlendirmek sadece Turizm Bakanlığı’nın değil aynı zamanda Maliye Bakanlığı’nın da görevidir. Zaman zaman Sayın Başbakan belirli çalışmalar yapmaktadır. Örneğin KDV oranlarının düşürülmesi bile turizm sektörüne nefes aldıran çalışmalardır. Bu konuyla ilgili de sektör temsilcileri ile bir araya geliriz. Bakanlıktaki ve Maliye Bakanlığı’ndaki arkadaşlarla çalışmalar yaparız. Ama hiçbir zaman ÖTV’nin yüksek olması bize o yolu açamaz.
- Antalya’nın yeni stadına kavuşmasıyla ilgili çalışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bununla ilgili bir toplantıya ben de katılmıştım ama ikinci toplantıya katılamadım. Biliyorsunuz ki, geçmiş dönemde Menderes Türel tarafından başlatılmış bir proje vardır. Fakat bu proje yeni gelen belediye tarafından rafa kaldırıldı. O dönem TFF Başkanı Mahmut Özgenel ve yönetimi tarafından ilgi gösterdiğimiz Dokuma ve eski Pil Fabrikası alanı var. Bunların değerlendirilmesi gerekiyor. Ve şunu çok iyi biliyorum, Sayın Başbakanımızın Antalya’da bu stadı kazandırmak için menfi bir görüşü yok. Biz Mevlüt Çavuşoğlu ile ziyaretimizde bu konuları Sayın Erdoğan ile konuştuğumuz zaman olumlu görüşlerini bizzat belirtti. Menderes Türel zaten şu anda milletvekili ve konuyla bire bir ilgileniyor. Öncelikle yer seçiminin tamamlanması lazım. Bizler bu stadın hayata geçirilmesi için mücadele ederiz. Çünkü 2016 Expo Fuarı’na bir de Dünya ve Avrupa Şampiyonası’na başvurduk. Bu stad hem bir prestij kaynağı olmalıdır hem de stadı olmayan bir şehirde doğal olarak maç oynatamayız. Başbakanımızın en büyük özelliği yapabileceği projelerin altına imza atmasıdır. Sadece yapabileceği şeyin sözünü verir ve yaptırır. Biz de memnun değiliz Mardan stadında oynanmasına çünkü seyirci gelmiyor yolda tıkanıklık oluyor. Eski stadımızda yapısal bozukluklar var. O yüzden acilen Antalya’ya yakışır bir stadın olması gerekiyor. Birde ben İspanya’ ya gittiğimde gözlemledim, stadın şehrin içinde, şehirle barışık olması gerekiyor sadece 15 günden 15 güne faydalanılacak bir stad olmamalı. O şehrin kültürüne ekonomisine sosyal yaşamına etki edecek bir yapı olması lazım. Örnek verecek olursak Barselona, Real Madrid, Malaga stadı şehir merkezlerinde, stajların altlarında müzeler, restoranlar, AVM’ ler ve kültür merkezleri gibi hep faydalı alanlar var. O yüzden benim görüşüm şehrin dışında stadın olması mümkün değil…
-Turizm Yasası’nın tamamlanması sektöre hizmet edenler tarafından uzun bir süredir bekleniyor. Şu an son durum nedir?
Parlamento da bulunduğum dönemde Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın yapısal değişimi ile ilgili bir tasarı TBBM komisyonundan geçti. Meclis kararıyla yasalaşması için bekliyor. Bazı değişiklikler yaparak tekrar meclise getirmeyi düşünüyoruz. Bundan önce turizm yatırımları ile ilgili yasa vardı, bunlar kısmen geçti bundan sonraki çalışmaları müsteşarlık ve bakanlığımız yapıyor. Turizm yasası ile ilgili tüm çalışmaları bakanlığımız komisyonunda görüştükten sonra tekrar gündeme getireceğiz.
25 Aralık 2011
İSRAFİL KURTCEPHE
Antalya’nın en önemli markalarından birisi olan Akdeniz Üniversitesi, hem eğitimde, hem de bilimsel çalışmalarda örnek olmaya devam ediyor. Rektör Prof. Dr. İsrafil Kurtcephe ile üniversitedeki gelişmeleri, yapılanları ve yapılacak olanları konuştuk.
Son dönemde büyük işler başardıklarını vurgulayan Rektör Prof. Dr. Kurtcephe, özellikle organ nakli ve uzay bilimleri konusunda dünyanın en önemli merkezlerinden birisi haline geldiklerini söyledi. Uzay bilimleri konusunda bir çok uluslar arası projede yer aldıklarını, Avrupa Birliği, Birleşmiş Milletler ile önemli projeler yürüttüklerini dile getiren Rektör Prof. Dr. İsrafil Kurtcephe, Güney Kore ile de gözlemevi anlaşması yaptıklarını, bu ülkeden 5’er milyon Euro değerinde iki adet teleskop geleceğini bildirdi.
Geçmişte haksız eleştiriler aldığı organ nakli konusunda dünya tıp literatürüne giren başarılar elde ettiklerini de vurgulayan Prof. Dr. İsrafil Kurtcephe, “Türkiye’nin ilk uzuv naklini yaptık. Aydınlı bir gence iki kol taktık. Şimdi kollarını kullanabiliyor. Dünyada ilk kez bir kadına rahim nakli yaptık. Bu başarı bizi sağlık dünyasının zirvesine taşıdı” dedi.
Akdeniz Üniversitesi’nin öğrenci sayısının son 3 yıl içinde, 17 bin 600’den 43 bin 500’e yükseldiğini, Akdeniz Üniversitesi kampusunun hızlı bir gelişme ile dünya üniversitelerine örnek bir hale geldiğini vurgulayan Prof. Dr. Kurtcephe, “Biz artık bir dünya üniversitesiyiz” dedi.
-Akdeniz Üniversitesi’ndeki çalışmalarda dünyadaki teknolojik gelişmeleri yeterince takip edebiliyor musunuz?
Her üniversite her birimiyle takdir edilmelidir. Akdeniz Üniversitesi olarak, her birimimizle takdir edilebilmek için elimizden geleni yapıyoruz. Teknolojik gelişmeleri izliyoruz ve bunlara uyum sağlamaya çalışıyoruz.
-Son dönemde hangi branş ön plana çıkıyor?
Akdeniz Üniversitesi’nin kuruluşundan beri lokomotif branşı tıptır. Bu günümüzde de böyle. Ancak son dönemde uzay bilimi atılıma geçti. Uzayın imkan ve fırsatlarından faydalanmayan Türkiye sadece sıradan devlet olur. Eğer çağdaş uygarlıklar seviyesine çıkıp bir dünya devleti olmak istiyorsak mutlaka uzayın imkan ve fırsatlarından faydalanmak zorundayız. Bu nasıl olacak uydu göndereceksiniz, uzay mekiği göndereceksiniz. Bu çalışmalar bir ülke için o kadar önemli ki; nereyi ekeceksiniz, ne kadar ürün biçeceksiniz uydular bunu size gösteriyor. Biz şeker fabrikaları genel müdürleri ile görüşme yapıyoruz. Bize bir proje sundular, rekolte tahminini siz yapın diyorlar. Ve 2 milyon lira da para öneriyorlar. Bunu yapabilecek uzmanlarımız var. Yine Avrupa Birliği’nden bir iş aldık. Uzaydaki uydularının destek hizmet işini bize verdiler. Uyduyu biz takip ediyoruz, analizini biz yapıyoruz. Birleşmiş Milletlerin şu an yapımı devam eden uyduları var. Onların yörünge hesaplama işini de bize verdiler. Aynı şekil de Birleşmiş Milletler Şubat ayında bizi davet etti, Viyana’da bir törenle bir anlaşma imzaladık. Birleşmiş Milletlerin dünyadaki ortağı ikinci üniversite biz olduk. Bu müthiş bir saygınlık. Güney Kore ile gözlemevi anlaşmasını imzalayacağız. 2 tane teleskop veriyorlar, her biri 5 şer milyon Euro değerinde. Saklıkent’e kuracağız. Yine Avrupa Birliği ülkelerinin çeşitli şirketlerden oluşan Belçika merkezli bir konsorsiyum var, Avrupa Uzay Konsorsiyumu. Aralık ayı içersin de onlarla da bir anlaşma imzalayacağız. Bizim tekno kentimizde ortak bir şirket kuracağız. Dünyadaki uydu ihalelerine beraber katılacağız. İşte bu gelişmeler, üniversitemizin uzay bilimlerinde atağa kalkmasını sağladı.
-Alanya ilçesi ile üniversitenin son dönemlerdeki sıcak ilişkileri dikkat çekiyor. Alanya ile hangi alanlarda çalışıyorsunuz?
Alanya Ticaret Odası Başkanı Kerim Aydoğan, etrafına pozitif bir enerji yayıyor. Kerim Beyde hiç hayır yok, önerdiğiniz bir şeye mutlaka alternatif bir çözüm ile yaklaşıyor. Konaklı Belediye Başkanı Abdullah Bey ile bana geldiler. Ellerinde bir proje var, diyorlar ki bunu eğitim fakültesi yapalım. Burada teknik fakülte olsun istiyorlar. Ben teknik insan değilim. Ama baktığımda gördüm ki bir eğitim fakültesi olarak düşünülüp çizilmiş bir proje değil. Bu proje güzel bir kongre merkezi olabilir. Bizim bu kongre projemiz böyle gündeme geldi. Turizmde ölü sezon dediğimiz 4 aylık dönem, bu tesis sayesinde hareketlenecek.
-Alanya’da devlet üniversitesi kurulması ile ilgili projenin fikri nasıl oluştu?
Orada bu aşkı, bu sevdayı, eğitime verilen bu desteği gördükten sonra, Alanya’da mutlaka bir devlet üniversitesi kurulması gerektiğini anladım. Yeni kurulan üniversitelerimizin çoğundan daha fazla orada öğrencilerimiz var. Bu düşüncemi geçenlerde yapılan temel atma töreninde Başbakan Yardımcımız Bülent Arınç’a sundum. O da hararetle destek verdi. 2012 yılı içersinde Alanya’da devlet üniversitesi kurulur diye düşünüyorum. Ben şimdi şöyle bakıyorum; her yere üniversite kurabilirsiniz, ama kuracağınız yeri iyi seçmeniz lazım. KKTC’de kaç tane üniversite var? Antalya’nın tamamı kadar değil KKTC. Bu kadar güzellik var, şu havayı nerde bulabilir öğrenci? Kültürel alt yapı da değişiyor, eskisi gibi değil. Öğrenciler kütüphaneler bulabiliyor, iş bulabiliyor. Çoğunluğu yazın eve bile gitmiyor. Yaz tatilinde Antalya’da kalıp çalışıyorlar.
- Üniversite kampüsündeki değişikler ve düzenlemeler kapsamında bu yıl neler yapıldı?
Resmi ziyaret için Japonya’dan bir üniversitenin rektörü ve idari heyeti geldi. Bir gün sabah erken kalkmışlar, sabah 06.00’da kampusu gezmişler. Sonra buluştuk. Konuk rektör izlenimlerini anlattı, çok gururlandık. Sayın rektör dedi ki; ‘Ben ABD’de okudum. Oradaki kampusa hayrandım. Ancak sizin kampusunuzu görünce fikrim değişti. Bu kadar güzel bir kampusa hayal etmemiştim.’ Biz bu tür övgüyü her gelenden almaya başladık. Sadece Türkiye’nin değil. Dünyanın en güzel üniversite kampuslarından birine sahibiz. Bizim yeni yaptığımız Hukuk Fakültesi binası herkesin dilin de şimdi. Diğer yapısal değişimlerimiz de hızla devam ediyor.
-Göreve geldiğinizde hedefleriniz arasında öğrenci sayısını arttırmak da bulunuyordu. Bu süreçte başarılı olundu mu?
Herkes şimdi bunu konuşuyor. Gerçekte hızlı büyüdük. Bu hızlı büyümenin büyük sorunlar getireceğini de öngörerek hareket ettik. Son 3 yıl içinde, 17 bin 600 öğrenciden 43 bin 500 öğrenciye ulaştık. Bu artışın karşılığı ekibimizi ve fiziki koşullarımızı da geliştirdik.
-Tıp Fakültesi’nin teknolojiye ayak uydurabilmesi için gerekli olan eksikler tamamlanabildi mi? Tıp Fakültesi hastanemizde de önemli değişimler yaşandı. Eski teknolojinin yenilenmesi için harcadığımız para 25 milyonu geçti. Şimdi yeni bir ihaleye çıkacağız. Sadece öğrencilerimizin eğitim maketlerine 500 bin lira veriyoruz. Teknoloji o kadar çok gelişiyor ki, öğrenci o maketi alacak, insan gibi iç organların tamamını inceleyebilecek. Bütün bunlar bizi uluslararası rekabet pazarında güçlü kılıyor. Diğer taraftan bunları yaparken, hastanemiz alt yapı bakımından yeni tesislere kavuşturuldu. Psikiyatri Hastanesi inşaatını yüzde 17 seviyesinde aldık, 1 yılda bitirdik. Bir kemoterapi ünitesi kurduk. Şimdi diğer sağlık kuruluşları bizim projemizi örnek alıp uyguluyorlar.
-Tıp Fakültesi’nin yetersiz gelen kapasitesi yoğunluklara neden oluyor. Bu konuyla ilgili öncelikli çalışmalarınızı nelerdir?
Bizim hastanemizin sadece A bloğu vardır. Yıllarca B bloğu yapılmadı. Sorulduğunda da; Devlet Planlama Teşkilatı gerek görmüyor, para vermiyor dediler. İlk bütçe görüşmesine gittiğimde bu konuyu açtım. Bana dediler ki; ‘Sizin 755 yatağınız var, bu yatak yeter.’ Ben yılmadım, her dönem isteğimi tekrarladım. Ancak üçüncü görüşmede ikna edebildim. Ve hastanenin bütçesini aldık. Eylül sonunda temeli attık. 25 Eylül’den bugüne 5’inci katın betonu atıldı. 375 günde bitirilmesi planlanıyor. Yeni binada; 306 yatak, 18 yoğun bakım yatağı olacak. Odaların yüzde 60’ı birer kişilik, yüzde 40’ı ikişer kişilik olacak. Bu bina aynı zamanda bizim marka değerimizi de arttıracak. Bu bina hizmetle girince, 2012 yılının ortalarında eski binayı ele alacağız ve modern bir hastaneye dönüştüreceğiz. Bu işleri bitirdikten sonra, başlangıçta Organ Nakli Hastanesi diye planlanan, ama maalesef bu amaçla kullanılamayan B blok ise gerçek işlevine kavuşturulacak. Organ Nakli Hastanesi’ne dönüştürülecek. Bir de G bloğumuz var, yarım kalan… Geçmişte sorunlar yaşayan, Sayıştay’ın incelemesi sonrası ihale yasasına aykırı işler yapıldığı tespit edilen ve inşaatı yarım kalan binamız var. Firmayla anlaştık ve ihaleyi feshettik. Onu da 1,5 yılda bitireceğiz. Türkiye’nin en gelişmiş laboratuarı olacak.
-Tıp Fakültesi’nin bu yılki organ nakli başarıları tıp literatürlerine girdi. Daha önce uygulanmamış nakilleri tercih etme nedeniz planlı bir hedefin sonuncu muydu?
Prof. Dr. Alper Demirbaş ve ekibinin ayrılmasından dolayı beni çok eleştirmişlerdi. Kimseye derdimi anlatamadım. Türkiye’nin ünlü yazarları bile köşelerinde; 25 yıllık Akdeniz Üniversitesi Organ Nakli Merkezini heba ettiğimi yazdılar. O günlerde yeni görevlendirdiğim arkadaşlarımı çağırdım. Kendilerine hedef koymalarını istedim. Sayısal başarının yanına, tıbbi başarıları ve yenilikleri de eklemelerini istedim. Benim fikrim uzuv nakliydi. Vücut içinde bir sürü organ nakli yapıyoruz, ama dışarıda bir sürü uzvunu kaybetmiş olan insanlar var. İşte bir terör belasıyla ülkemiz boğuşuyor. Kimi elini, kimi kolunu, kimi bacağını kaybediyor. Benim kafamdaki düşünce buydu. Arkadaşları topladım yeni hedefimiz uzuv nakli olacak. ‘Hocam kanun yok’ dediler. Kanunu çıkarmak TBMM’nin görevi, bunu kulisini yapmak benim işimdir. Sağlık Bakanımızla bu konuyu birkaç defa konuşmanın sonunda kanun tasarısı hazırlamak üzere komisyon kuruldu. Yaklaşık 7 ay boyunca bu komisyon çalışmaları yapıldı.
-İlk nakil yapıldığında beklediğiniz kanun çıkmış mıydı?
Komisyon yasa tasarısı ile ilgili son çalışmayı bizim ev sahipliğimizde, Adrasan’daki tesislerimizde yapacaktı. Fakat o sırada bir verici çıktı. Bir sabah Ömer Özkan Hoca beni arıyor. Bir trafik kazasında ölen gencin ailesi tüm uzuvlarını bağışlamış. Bu tarihi bir fırsattı. Bir risk analizi yaptım. Şimdi başarırsak bizi baş tacı ederler, ama kazara başarısız olursak beni görevden alabilirler, özgürlüğümü kaybedebilirim, hapis yatabilirim, unvanlarımdan olabilirim. Ayrıca çok pahalı bir tedavi süreci yaşanacak. 1 yıla aşkın bir süre ilaç kullanılacak. Masraflar da 1 milyon lirayı aşacak. Şimdi yasa yok, yönetmenlik yok. Bu nedenle Sosyal Güvenlik Kurumu bu harcamaları ödemeyecek. Ömer Hoca ile bu riskleri göz önüne aldık, risk almadan asla büyük başarılara imza atılamayacağını biliyorduk. Nakil çalışmasına başladık, sonra ben haber vermek için Sağlık Bakanımıza ulaşmaya çalıştım. Bakan bey İrlanda’daymış. Durumu kendisine anlattım. Özel izin çıkarıldı. Ve hikaye başarıyla sonuçlandı. Olay bizi sağlık dünyasının zirvesine taşıdı. Bu çocuğumuz iki elini kullanıyor. Geçen hafta gelmiş buraya, incir getirmiş elleriyle. Ona 25 Eylül’de doğum günü düzenledik. Pastayı kendi eli ile kesti. Çift kol nakli yapınca yasa çıktı. Şimdi isteyen yapabilir.
-Hastanenizde bu kadar özel operasyonların yapılmasının Akdeniz Üniversitesi markasına katkısı oldu mu?
Biz çift kol naklinin ardından rahim nakli gerçekleştirdik. Bu iş için bizden önce 3 ülkede rahim nakli üzerinde çalışılıyordu. ABD, İngiltere ve İsveç. Özellikle İsveçlilerin bu konunun çok üzerinde duruyorlardı. Hedefleri de 2012 yılı içinde nakli yapmaktı. Biz nakli yapınca o İsveçli ekip Türkiye ye geldi. Geçen ay burada basın toplantısı düzenledik. Bize övgü yağdırdılar. Birlikte çalışma istediklerini söylediler. Şu an çalışıyoruz. Bir Hollanda televizyonu belgesel için yapım izni istedi. Bilim çevreleri bizi organ naklinde dünyanın lideri ilan etti. Çünkü kimsenin yapmadığı bir işi yaptık.
-Akdeniz Üniversitesi’ndeki çalışmalarda dünyadaki teknolojik gelişmeleri yeterince takip edebiliyor musunuz?
Her üniversite her birimiyle takdir edilmelidir. Akdeniz Üniversitesi olarak, her birimimizle takdir edilebilmek için elimizden geleni yapıyoruz. Teknolojik gelişmeleri izliyoruz ve bunlara uyum sağlamaya çalışıyoruz.
-Son dönemde hangi branş ön plana çıkıyor?
Akdeniz Üniversitesi’nin kuruluşundan beri lokomotif branşı tıptır. Bu günümüzde de böyle. Ancak son dönemde uzay bilimi atılıma geçti. Uzayın imkan ve fırsatlarından faydalanmayan Türkiye sadece sıradan devlet olur. Eğer çağdaş uygarlıklar seviyesine çıkıp bir dünya devleti olmak istiyorsak mutlaka uzayın imkan ve fırsatlarından faydalanmak zorundayız. Bu nasıl olacak uydu göndereceksiniz, uzay mekiği göndereceksiniz. Bu çalışmalar bir ülke için o kadar önemli ki; nereyi ekeceksiniz, ne kadar ürün biçeceksiniz uydular bunu size gösteriyor. Biz şeker fabrikaları genel müdürleri ile görüşme yapıyoruz. Bize bir proje sundular, rekolte tahminini siz yapın diyorlar. Ve 2 milyon lira da para öneriyorlar. Bunu yapabilecek uzmanlarımız var. Yine Avrupa Birliği’nden bir iş aldık. Uzaydaki uydularının destek hizmet işini bize verdiler. Uyduyu biz takip ediyoruz, analizini biz yapıyoruz. Birleşmiş Milletlerin şu an yapımı devam eden uyduları var. Onların yörünge hesaplama işini de bize verdiler. Aynı şekil de Birleşmiş Milletler Şubat ayında bizi davet etti, Viyana’da bir törenle bir anlaşma imzaladık. Birleşmiş Milletlerin dünyadaki ortağı ikinci üniversite biz olduk. Bu müthiş bir saygınlık. Güney Kore ile gözlemevi anlaşmasını imzalayacağız. 2 tane teleskop veriyorlar, her biri 5 şer milyon Euro değerinde. Saklıkent’e kuracağız. Yine Avrupa Birliği ülkelerinin çeşitli şirketlerden oluşan Belçika merkezli bir konsorsiyum var, Avrupa Uzay Konsorsiyumu. Aralık ayı içersin de onlarla da bir anlaşma imzalayacağız. Bizim tekno kentimizde ortak bir şirket kuracağız. Dünyadaki uydu ihalelerine beraber katılacağız. İşte bu gelişmeler, üniversitemizin uzay bilimlerinde atağa kalkmasını sağladı.
-Alanya ilçesi ile üniversitenin son dönemlerdeki sıcak ilişkileri dikkat çekiyor. Alanya ile hangi alanlarda çalışıyorsunuz?
Alanya Ticaret Odası Başkanı Kerim Aydoğan, etrafına pozitif bir enerji yayıyor. Kerim Beyde hiç hayır yok, önerdiğiniz bir şeye mutlaka alternatif bir çözüm ile yaklaşıyor. Konaklı Belediye Başkanı Abdullah Bey ile bana geldiler. Ellerinde bir proje var, diyorlar ki bunu eğitim fakültesi yapalım. Burada teknik fakülte olsun istiyorlar. Ben teknik insan değilim. Ama baktığımda gördüm ki bir eğitim fakültesi olarak düşünülüp çizilmiş bir proje değil. Bu proje güzel bir kongre merkezi olabilir. Bizim bu kongre projemiz böyle gündeme geldi. Turizmde ölü sezon dediğimiz 4 aylık dönem, bu tesis sayesinde hareketlenecek.
-Alanya’da devlet üniversitesi kurulması ile ilgili projenin fikri nasıl oluştu?
Orada bu aşkı, bu sevdayı, eğitime verilen bu desteği gördükten sonra, Alanya’da mutlaka bir devlet üniversitesi kurulması gerektiğini anladım. Yeni kurulan üniversitelerimizin çoğundan daha fazla orada öğrencilerimiz var. Bu düşüncemi geçenlerde yapılan temel atma töreninde Başbakan Yardımcımız Bülent Arınç’a sundum. O da hararetle destek verdi. 2012 yılı içersinde Alanya’da devlet üniversitesi kurulur diye düşünüyorum. Ben şimdi şöyle bakıyorum; her yere üniversite kurabilirsiniz, ama kuracağınız yeri iyi seçmeniz lazım. KKTC’de kaç tane üniversite var? Antalya’nın tamamı kadar değil KKTC. Bu kadar güzellik var, şu havayı nerde bulabilir öğrenci? Kültürel alt yapı da değişiyor, eskisi gibi değil. Öğrenciler kütüphaneler bulabiliyor, iş bulabiliyor. Çoğunluğu yazın eve bile gitmiyor. Yaz tatilinde Antalya’da kalıp çalışıyorlar.
- Üniversite kampüsündeki değişikler ve düzenlemeler kapsamında bu yıl neler yapıldı?
Resmi ziyaret için Japonya’dan bir üniversitenin rektörü ve idari heyeti geldi. Bir gün sabah erken kalkmışlar, sabah 06.00’da kampusu gezmişler. Sonra buluştuk. Konuk rektör izlenimlerini anlattı, çok gururlandık. Sayın rektör dedi ki; ‘Ben ABD’de okudum. Oradaki kampusa hayrandım. Ancak sizin kampusunuzu görünce fikrim değişti. Bu kadar güzel bir kampusa hayal etmemiştim.’ Biz bu tür övgüyü her gelenden almaya başladık. Sadece Türkiye’nin değil. Dünyanın en güzel üniversite kampuslarından birine sahibiz. Bizim yeni yaptığımız Hukuk Fakültesi binası herkesin dilin de şimdi. Diğer yapısal değişimlerimiz de hızla devam ediyor.
-Göreve geldiğinizde hedefleriniz arasında öğrenci sayısını arttırmak da bulunuyordu. Bu süreçte başarılı olundu mu?
Herkes şimdi bunu konuşuyor. Gerçekte hızlı büyüdük. Bu hızlı büyümenin büyük sorunlar getireceğini de öngörerek hareket ettik. Son 3 yıl içinde, 17 bin 600 öğrenciden 43 bin 500 öğrenciye ulaştık. Bu artışın karşılığı ekibimizi ve fiziki koşullarımızı da geliştirdik.
-Tıp Fakültesi’nin teknolojiye ayak uydurabilmesi için gerekli olan eksikler tamamlanabildi mi? Tıp Fakültesi hastanemizde de önemli değişimler yaşandı. Eski teknolojinin yenilenmesi için harcadığımız para 25 milyonu geçti. Şimdi yeni bir ihaleye çıkacağız. Sadece öğrencilerimizin eğitim maketlerine 500 bin lira veriyoruz. Teknoloji o kadar çok gelişiyor ki, öğrenci o maketi alacak, insan gibi iç organların tamamını inceleyebilecek. Bütün bunlar bizi uluslararası rekabet pazarında güçlü kılıyor. Diğer taraftan bunları yaparken, hastanemiz alt yapı bakımından yeni tesislere kavuşturuldu. Psikiyatri Hastanesi inşaatını yüzde 17 seviyesinde aldık, 1 yılda bitirdik. Bir kemoterapi ünitesi kurduk. Şimdi diğer sağlık kuruluşları bizim projemizi örnek alıp uyguluyorlar.
-Tıp Fakültesi’nin yetersiz gelen kapasitesi yoğunluklara neden oluyor. Bu konuyla ilgili öncelikli çalışmalarınızı nelerdir?
Bizim hastanemizin sadece A bloğu vardır. Yıllarca B bloğu yapılmadı. Sorulduğunda da; Devlet Planlama Teşkilatı gerek görmüyor, para vermiyor dediler. İlk bütçe görüşmesine gittiğimde bu konuyu açtım. Bana dediler ki; ‘Sizin 755 yatağınız var, bu yatak yeter.’ Ben yılmadım, her dönem isteğimi tekrarladım. Ancak üçüncü görüşmede ikna edebildim. Ve hastanenin bütçesini aldık. Eylül sonunda temeli attık. 25 Eylül’den bugüne 5’inci katın betonu atıldı. 375 günde bitirilmesi planlanıyor. Yeni binada; 306 yatak, 18 yoğun bakım yatağı olacak. Odaların yüzde 60’ı birer kişilik, yüzde 40’ı ikişer kişilik olacak. Bu bina aynı zamanda bizim marka değerimizi de arttıracak. Bu bina hizmetle girince, 2012 yılının ortalarında eski binayı ele alacağız ve modern bir hastaneye dönüştüreceğiz. Bu işleri bitirdikten sonra, başlangıçta Organ Nakli Hastanesi diye planlanan, ama maalesef bu amaçla kullanılamayan B blok ise gerçek işlevine kavuşturulacak. Organ Nakli Hastanesi’ne dönüştürülecek. Bir de G bloğumuz var, yarım kalan… Geçmişte sorunlar yaşayan, Sayıştay’ın incelemesi sonrası ihale yasasına aykırı işler yapıldığı tespit edilen ve inşaatı yarım kalan binamız var. Firmayla anlaştık ve ihaleyi feshettik. Onu da 1,5 yılda bitireceğiz. Türkiye’nin en gelişmiş laboratuarı olacak.
-Tıp Fakültesi’nin bu yılki organ nakli başarıları tıp literatürlerine girdi. Daha önce uygulanmamış nakilleri tercih etme nedeniz planlı bir hedefin sonuncu muydu?
Prof. Dr. Alper Demirbaş ve ekibinin ayrılmasından dolayı beni çok eleştirmişlerdi. Kimseye derdimi anlatamadım. Türkiye’nin ünlü yazarları bile köşelerinde; 25 yıllık Akdeniz Üniversitesi Organ Nakli Merkezini heba ettiğimi yazdılar. O günlerde yeni görevlendirdiğim arkadaşlarımı çağırdım. Kendilerine hedef koymalarını istedim. Sayısal başarının yanına, tıbbi başarıları ve yenilikleri de eklemelerini istedim. Benim fikrim uzuv nakliydi. Vücut içinde bir sürü organ nakli yapıyoruz, ama dışarıda bir sürü uzvunu kaybetmiş olan insanlar var. İşte bir terör belasıyla ülkemiz boğuşuyor. Kimi elini, kimi kolunu, kimi bacağını kaybediyor. Benim kafamdaki düşünce buydu. Arkadaşları topladım yeni hedefimiz uzuv nakli olacak. ‘Hocam kanun yok’ dediler. Kanunu çıkarmak TBMM’nin görevi, bunu kulisini yapmak benim işimdir. Sağlık Bakanımızla bu konuyu birkaç defa konuşmanın sonunda kanun tasarısı hazırlamak üzere komisyon kuruldu. Yaklaşık 7 ay boyunca bu komisyon çalışmaları yapıldı.
-İlk nakil yapıldığında beklediğiniz kanun çıkmış mıydı?
Komisyon yasa tasarısı ile ilgili son çalışmayı bizim ev sahipliğimizde, Adrasan’daki tesislerimizde yapacaktı. Fakat o sırada bir verici çıktı. Bir sabah Ömer Özkan Hoca beni arıyor. Bir trafik kazasında ölen gencin ailesi tüm uzuvlarını bağışlamış. Bu tarihi bir fırsattı. Bir risk analizi yaptım. Şimdi başarırsak bizi baş tacı ederler, ama kazara başarısız olursak beni görevden alabilirler, özgürlüğümü kaybedebilirim, hapis yatabilirim, unvanlarımdan olabilirim. Ayrıca çok pahalı bir tedavi süreci yaşanacak. 1 yıla aşkın bir süre ilaç kullanılacak. Masraflar da 1 milyon lirayı aşacak. Şimdi yasa yok, yönetmenlik yok. Bu nedenle Sosyal Güvenlik Kurumu bu harcamaları ödemeyecek. Ömer Hoca ile bu riskleri göz önüne aldık, risk almadan asla büyük başarılara imza atılamayacağını biliyorduk. Nakil çalışmasına başladık, sonra ben haber vermek için Sağlık Bakanımıza ulaşmaya çalıştım. Bakan bey İrlanda’daymış. Durumu kendisine anlattım. Özel izin çıkarıldı. Ve hikaye başarıyla sonuçlandı. Olay bizi sağlık dünyasının zirvesine taşıdı. Bu çocuğumuz iki elini kullanıyor. Geçen hafta gelmiş buraya, incir getirmiş elleriyle. Ona 25 Eylül’de doğum günü düzenledik. Pastayı kendi eli ile kesti. Çift kol nakli yapınca yasa çıktı. Şimdi isteyen yapabilir.
-Hastanenizde bu kadar özel operasyonların yapılmasının Akdeniz Üniversitesi markasına katkısı oldu mu?
Biz çift kol naklinin ardından rahim nakli gerçekleştirdik. Bu iş için bizden önce 3 ülkede rahim nakli üzerinde çalışılıyordu. ABD, İngiltere ve İsveç. Özellikle İsveçlilerin bu konunun çok üzerinde duruyorlardı. Hedefleri de 2012 yılı içinde nakli yapmaktı. Biz nakli yapınca o İsveçli ekip Türkiye ye geldi. Geçen ay burada basın toplantısı düzenledik. Bize övgü yağdırdılar. Birlikte çalışma istediklerini söylediler. Şu an çalışıyoruz. Bir Hollanda televizyonu belgesel için yapım izni istedi. Bilim çevreleri bizi organ naklinde dünyanın lideri ilan etti. Çünkü kimsenin yapmadığı bir işi yaptık.
TURGUT TOPLUSOY
Kadın giyimin zirvesindeki marka Roman’ın patronu Turgut Tolusoy’a konuk olduk. İstanbul Çekmeköy’deki fabrikasında konuştuğumuz Toplusoy, Roman’ın hikayesinden özel hayatının detaylarına kadar bir çok konuda sorularımızı cevapladı. Başarıyı kalite ile yakaladıklarını dile getiren Toplusoy, “50’den fazla mağaza açarsam, Türkiye ‘çok gelişmiş’ demektir” saptamasını yaptı.
1980 yılında, tekstil sektöründe yarattığı Roman markasıyla kadın giyim sektörünün zirvesine çıkan Roman Giyim Yönetim Kurulu Başkanı Turgut Toplusoy, 90’lı yılların sonlarında tekstil sektöründeki ilerleyişine kardeşine ve eşini de ortak etti. Kadın giyimin yanında, inşaat ve gayrimenkul sektörüne yönelen Toplusoy, bu alanda da başarılı projelere imza attı. 1992 yılından itibaren Çekmeköy’ün geleceği ile ilgili planlamalarına başladığını belirten Toplusoy, dedelerinden kalan 400 yıllık tapulu arsalar üzerine yarattığı yaşam alanlarıyla Çekmeköy’ün çehresini değiştirdi.
Kaliteden ödün vermeyen yaşam tarzını kadın giyiminin estetiği ve zerafetiyle birleştiren Toplusoy, koleksiyonundaki ürünlerin her biriyle, ipliğinden dikişine kadar ayrı ayrı ilgileniyor.
Sektördeki tecrübesini, ileri görüşlülüğü ve istikrarıyla pekiştiren başarılı tekstilci Toplusoy, sektörün yıllar içinde atlattığı ciddi kriz ortamlarından dolayı hak ettiği yerde olmadığını, buna rağmen tekstil sektörünün geleceğini çok parlak gördüğünün de altını çizdi.
Kaliteden ödün vermeyen yaşam tarzı, titiz ve ayrıntıcı yapısıyla mesleki tecrübelerini harmalayan başarılı iş adamı “Roman” markasının bugünlere taşıyan isim.
Başarıyı kalite ile yakaladıklarını dile getiren Toplusoy ile Roman’ın hikayesinden özel hayatının detaylarına kadar uzanan keyifli bir söyleşimiz oldu.
- Son yıllarda mağaza sayınızdaki hızlı artış göze çarpıyor. Toplam kaç mağaza hedefliyorsunuz? Şu anda 42 mağazamız var 50 taneden fazla Türkiye de mağaza açarsam o zaman Türkiye çok gelişmiş demektir. Yani örneğin Van’da mağazam yok, Elazığ’da mağazam yok, Diyarbakır’da da yok. Diyarbakır’dan çok müşterim geliyor alışveriş yapıyor ama mağazam yok. Ben şehrin gelişmişliğine göre mağaza açıyorum. Çünkü gelişmiş koleksiyonlar üretiyorum. Şehrin geneli Roman ürünü giyiyorsa mağaza açıyorum. İstanbul’da 20 den fazla mağaza var.
-Antalya’da iki mağazanız var. Antalya’daki mağaza sayınızı neden düşürdünüz?
Antalya’da üç mağazamız vardı. Şu anda iki tanesini kapattık, Terracity açıldığı için oraya geçtik, bir diğeri de Deepo AVM’de. Antalya’da yer bulabilirsek Migros’da da açacağız. Alanya’da da mağazamız var, çok güzel işliyor, çok memnunuz. Alanya’dan bizim vizyonumuzda bir tek biz varız. Alanya’da otelde çalışanlar ve turistler satışımızı arttırıyor.
-Antalya’daki mağazalarınızdan memnun musunuz? Beklentinizi karşılıyorlar mı?
Terracity maalesef beklediğimiz gibi değil, bir boşluk var. Laura ve Shemall’deyken daha iyi iş yapıyorduk. Terracity’den fazla memnun değiliz. Ama insanlar oraya da alışacaklar ve daha iyi işlerin olacağına inanıyorum. Biz Laura’ya ilk açtığımızda inanılmaz iş yaptık. Sonra Shemall açıldı yanına, işleri durdurdu. Oraya da bir tane açtık fena değildi. Hemen arkasından Terracity açıldı. Bunlar yanlış yatırımlar. Bir bölgeye ardı ardına üç tane alışveriş merkezi açılıyor. Biri ötekini vuruyor, yeni açılan diğer ikisini vuruyor. İnşallah yerel yöneticiler bu -olaya bir dur derler de bizde ne yaptığımızı bilmiş oluruz.
- Yer değiştirdiğiniz lokasyonlarda mağaza taşımanın kritelerini neye göre belirliyorsunuz?
Firmalarımız zorlamıyor desem yalan olur ama güçlü bir mali yapınız varsa, şirketiniz güçlü ise bu tip şeyler sizi rahatsız etmiyor. Rahatsızlığı bir yere kadar oluyor. Şartlara göre ayak uyduruyoruz. Yani ben bir yerde mağaza kapatmanın bana zarar vereceğine inandığım için beğenmediğim AVM ‘lerdeki mağazaları kapatıyorum. Aynı mağazayı bir başka yerde açıyorum. Herkes mağazasını kapatıyor diye hareket etmiyorum. Eğer işlerim iyiyse kapatmıyorum. Bahçeşehir’de herkes mağazasını kapattı. Kapanan bir AVM’de tek başıma duruyorum inanılmaz iş yapıyorum çünkü Roman’ın belli bir müşterisi var. Roman aşkı ile Roman’a geliyorlar. Oturmuş bir alışkanlıkları var ve Roman koleksiyonu giymeden yapamazlar müşterilerimiz için kapatmıyorum mağazamı.
- Showroomun mimarisinde ince detaylar ve modern tasarımlar göze çarpıyor. Bu binanın yapımı da size mi ait?
Biz buraya altı yıl önce taşındık.1,5 senelik bir zaman içerisinde bu binayı yaptık. Bu binanın yapılışında tabi ki mimari bir ekip vardı ama bunun dekorasyonu, yerleşim planları ve malzeme seçimi tamamen bana aittir. Ne istediğinizi bildiğiniz sürece, mimarlarımız zorlanmadan yapıyor. Mimarların fikrini değil benim fikrimi önde tutup o doğrultuda çalıştırıyorum. O yüzden gördüğümüz bina ortaya çıktı. Bu arada ince detaylar dediniz. Mesela ahşaplarda kullandığımız bu tik ağacı kaplamalarını, tik suyuyla beraber tel fırça ile yaptırdım ki doğal gözüksün. Yerlerdeki parlaklığa ve yansımaya Bursa bejinin en iyi kalitesini en güzel döşeterek ulaştık. Birebir malzemelerle ilgilendim. Modern sanata ilgim yüzünden duvarları çağdaş sanatçıların tabloları ile süsledik ve güzel bir kombinasyon ortaya çıktı. Burası şu an Avrupa’nın en iyi showroomlarından biri diyebilirim.
-Detaycı ve mükemmeliyetçi bir yapınız olduğunu söyleyebilir miyiz?
Benim yapım titiz. Hijyen ve temizlik hastasıyım. Her şeyin kalitelisine meraklıyım. Yaşam kalitesi olan bir insanın yaşadığı yerinde kaliteli olmak zorunda olduğunu düşünüyorum. Kalite olgusu “ben kaliteli yaşıyorum” demekle olmuyor. O yüzden evim olsun, iş yerim olsun, teknem olsun hepsinde kalite ön plandadır. 2002 model bir teknem var ama sanki bu sene denize girmiş gibi. Deniz suyunu teknede bulamasınız. “Böyle bir şey olur mu” demeyin teknemde su damlası olsun hemen yıkanır, cilalanır, ona göre malzemelerle bakılır. Benim titizliğimden kaynaklanan hassasiyetimi bütün çalışanlarım bilir ve onlarda titiz davranır.
- Yaşanan krizlere rağmen yıllardır yükselen başarı grafiğinizin sırrı nedir?
Biz önce kumaşa dokunuruz çünkü kumaşın dokusu bizim için önemlidir. Doğal elyafsa, yünse, gerçek pamuksa, ipekse üretimlerimizde bu tip kumaşları tercih ediyoruz. Agora, yün kaşmir gibi kumaşlar bizi ilgilendiriyor. Hanımlar o kumaşa kendisi dokunduğu zaman da mutlu oluyor. Arkadaşı dokunduğu zamanda mutlu oluyor ve nerden aldın diye sordurabiliyoruz. Bu yüzden bize bağlı müşterilerimiz var. Bizim için “nereden aldın” sorusunu sordurabilmek çok önemli. Biz 1998 krizinde de yola devam dedik, bugünkü krizde de yola devam ediyoruz. En son indirime giren firmalardan biriyiz. Firmalar sezon başından beri indirimli mal satıyorlar. Ne kadar doğru ne kadar yanlış tartışılır. Biz doğru zamanda doğru fiyatla müşterimizin karşısına çıkıyoruz. Hiçbir zaman yalan söylemiyoruz. Söylememek de lazım, bu bir meziyet değil aslında ama günümüzde meziyet haline geldi. Biz hiçbir zaman müşterimize yanlış yapmıyoruz. Ödediği fiyatın fazlasını aldığına inanıyoruz. Yani 2 bin dolarlık bir mal koyuyoruz ama 800 liraya satıyoruz. 8 bin Euro’luk kürkü biz 3 bin liraya satıyoruz. Başka firmalarda öyle bizde böyle... 31 senelik şirket olarak ayakta kaldığımıza göre doğru yoldayız demektir. Kontrol mekanizması bizde çok ileri düzeydedir. Kimse kalitesiz hammadde almaz, kalitesiz ürünü çalışmaz. Hiçbir şekilde yanlış yapmalarına izin vermiyorum, her daim işimin başındayım.
-Alışveriş merkezlerindeki yabancı markalar, Türk markalarından daha önce ciddi indirimler yapmaya başlıyor. Bu rekabet şartlarındaki çark nasıl dönüyor?
Yurtdışındaki markaları ayırmak lazım. Yurt dışında ucuz üretim yaptırıp, yurt dışına ucuz ürün satan mağazalar çoğunluktadır. 2 tane İspanyol markası, birer tane de İsviçre, Belçika, Hollanda ve Alman markası var. Bunlar Çinin herhangi bir bölgesinde ya da Türkiye’de belli yerlerdeki fabrikalarda çok uygun fiyatta ürün yapıyorlar. Mağaza sayıları çok ve metre kareleri büyük 2bin- 3bin tane mağazaları var. Uygun fiyatta ürünleri, Avrupa’da satamadıkları veya sattıkları bazı ürünleri buraya getiriyorlar. Burada rekabet ediyorlar. Pazardan pay alabilmek için ucuz satıyorlar ama haksız rekabet yapıyorlar. Bir de pahalı markalar var ama Türk kadınının belli bir kesimi onlara ulaşabiliyor. Onları da biliyorsunuz zaten. Bir otomobil parası bir ceket fiyatına eşit. 10 bin Euro bir palto, 10 bin Euro bir elbise, 5 bin Euro bir ayakkabı… Biz o lüks markaların kullandığı kumaşı uygun fiyata satan Türk markasıyız. Türk markası olmaktan da gurur duyuyoruz. Yavaş yavaş dünyada bilinir hale geldik. İstanbul’daki AVM’ lerde yabancı turistler bile onlardan değil bizlerden ürün alıyorlar. O yüzden bizim hem uygun hem kaliteli olduğumuzu bilenlerle, dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen yabancılar bizden ürün alıyorlar. Zaman içerisinde Avrupa’daki ve Amerika’daki kriz bittiği zaman bizde yurtdışına mağazalarımızı açacağız. Bugüne kadar neden açmadık? Dövizde yüzde 11 faizle döviz kredisi alıyoruz. Türk tekstilinin büyümesi de 2003 yılından sonra oldu. Dünya’daki kriz şu an ciddi boyutlara ulaştı. Hem finans sektörü hem iş alemi çökmek üzere. Avrupa’ya gittiğimiz zaman İtalya’da Roma meydanında oturduğum zaman güzel giyimli insanlar seyrederdim. Şimdi maalesef Avrupa’da fakirleşiyor. Güzel giyinen insanları artık görmüyorum. Şimdi de Türkiye’de güzel giyinen insanlar görüyorum. Türkiye’nin 5- 10 sene içerisinde kendi markalarını dünyaya çıkartıp, oralarda çok büyük işler yapacak, ben buna inanıyorum.
-İhracatınızdan memnun musunuz? Türkiye’nin diğer ülkelerle yaşadığı ilişkiler çalıştığınız ülkeleri etkiliyor mu?
Bütün ülkelere ihracat yapıyoruz. İhracattan da memnunuz. Toplam üretimimizin yüzde 15’ ni ihracat yapıyoruz. Türkiye’nin gündemi elbette çok etkili oluyor. Londra’da bir butiğe mal veriyordum. Şu anda çocuk gelmiyor mal almaya, demek ki işleri çok kötü yani Avrupa’daki kriz onları da etkiliyor. Zaten dünyada ve tekstilde üretim fazlalığı var ama tüketim az o yüzden de bir kaos yaşanıyor. Tescilli modelde yapıyoruz yani çok satacağım ve devam edeceğim ürünleri tescil yaptırıyorum ki korsanlar ürünlerimi yapmasınlar. Ben burada 4 tane stilist çalıştırıyorum. Emek veriyoruz, o modelleri yaratıyorlar. Kumaş seçiminden, modeline kadar titizlikle seçiyoruz. Niye korsan gidip onun kalıbını çıkarıp yapsın, bu konu çok rahatsız edici oluyor başkasının üzerinde görünmesin diye tescil yaptırıyoruz.
-Roman markasının yanında inşaat işleriniz de devam ediyor. 2012 ile ilgili yeni bir projeniz var mı?
Yeni bir projem var Allah nasip ederse bugün de onun üzerinde çalışıyordum. Bosch firmasıyla anlaşmak üzereyiz. 17 bin metrekare bir inşaat yapıp, kiraya vermek üzereyim. 3 bin kişinin çalışacağı projenin detaylarıyla uğraşıyorum. Bir de Roman için bu binanın aynısından yaptıracağım. Sadece kaliteli dikim yapabilmek için kullandığım 30 atölyemi aynı yere toplayarak daha yeni dikiş tekniklerini denemeyi ve çalışan sayısını 100 kişi daha arttırmayı düşünüyorum.
- Son yıllarda mağaza sayınızdaki hızlı artış göze çarpıyor. Toplam kaç mağaza hedefliyorsunuz? Şu anda 42 mağazamız var 50 taneden fazla Türkiye de mağaza açarsam o zaman Türkiye çok gelişmiş demektir. Yani örneğin Van’da mağazam yok, Elazığ’da mağazam yok, Diyarbakır’da da yok. Diyarbakır’dan çok müşterim geliyor alışveriş yapıyor ama mağazam yok. Ben şehrin gelişmişliğine göre mağaza açıyorum. Çünkü gelişmiş koleksiyonlar üretiyorum. Şehrin geneli Roman ürünü giyiyorsa mağaza açıyorum. İstanbul’da 20 den fazla mağaza var.
-Antalya’da iki mağazanız var. Antalya’daki mağaza sayınızı neden düşürdünüz?
Antalya’da üç mağazamız vardı. Şu anda iki tanesini kapattık, Terracity açıldığı için oraya geçtik, bir diğeri de Deepo AVM’de. Antalya’da yer bulabilirsek Migros’da da açacağız. Alanya’da da mağazamız var, çok güzel işliyor, çok memnunuz. Alanya’dan bizim vizyonumuzda bir tek biz varız. Alanya’da otelde çalışanlar ve turistler satışımızı arttırıyor.
-Antalya’daki mağazalarınızdan memnun musunuz? Beklentinizi karşılıyorlar mı?
Terracity maalesef beklediğimiz gibi değil, bir boşluk var. Laura ve Shemall’deyken daha iyi iş yapıyorduk. Terracity’den fazla memnun değiliz. Ama insanlar oraya da alışacaklar ve daha iyi işlerin olacağına inanıyorum. Biz Laura’ya ilk açtığımızda inanılmaz iş yaptık. Sonra Shemall açıldı yanına, işleri durdurdu. Oraya da bir tane açtık fena değildi. Hemen arkasından Terracity açıldı. Bunlar yanlış yatırımlar. Bir bölgeye ardı ardına üç tane alışveriş merkezi açılıyor. Biri ötekini vuruyor, yeni açılan diğer ikisini vuruyor. İnşallah yerel yöneticiler bu -olaya bir dur derler de bizde ne yaptığımızı bilmiş oluruz.
- Yer değiştirdiğiniz lokasyonlarda mağaza taşımanın kritelerini neye göre belirliyorsunuz?
Firmalarımız zorlamıyor desem yalan olur ama güçlü bir mali yapınız varsa, şirketiniz güçlü ise bu tip şeyler sizi rahatsız etmiyor. Rahatsızlığı bir yere kadar oluyor. Şartlara göre ayak uyduruyoruz. Yani ben bir yerde mağaza kapatmanın bana zarar vereceğine inandığım için beğenmediğim AVM ‘lerdeki mağazaları kapatıyorum. Aynı mağazayı bir başka yerde açıyorum. Herkes mağazasını kapatıyor diye hareket etmiyorum. Eğer işlerim iyiyse kapatmıyorum. Bahçeşehir’de herkes mağazasını kapattı. Kapanan bir AVM’de tek başıma duruyorum inanılmaz iş yapıyorum çünkü Roman’ın belli bir müşterisi var. Roman aşkı ile Roman’a geliyorlar. Oturmuş bir alışkanlıkları var ve Roman koleksiyonu giymeden yapamazlar müşterilerimiz için kapatmıyorum mağazamı.
- Showroomun mimarisinde ince detaylar ve modern tasarımlar göze çarpıyor. Bu binanın yapımı da size mi ait?
Biz buraya altı yıl önce taşındık.1,5 senelik bir zaman içerisinde bu binayı yaptık. Bu binanın yapılışında tabi ki mimari bir ekip vardı ama bunun dekorasyonu, yerleşim planları ve malzeme seçimi tamamen bana aittir. Ne istediğinizi bildiğiniz sürece, mimarlarımız zorlanmadan yapıyor. Mimarların fikrini değil benim fikrimi önde tutup o doğrultuda çalıştırıyorum. O yüzden gördüğümüz bina ortaya çıktı. Bu arada ince detaylar dediniz. Mesela ahşaplarda kullandığımız bu tik ağacı kaplamalarını, tik suyuyla beraber tel fırça ile yaptırdım ki doğal gözüksün. Yerlerdeki parlaklığa ve yansımaya Bursa bejinin en iyi kalitesini en güzel döşeterek ulaştık. Birebir malzemelerle ilgilendim. Modern sanata ilgim yüzünden duvarları çağdaş sanatçıların tabloları ile süsledik ve güzel bir kombinasyon ortaya çıktı. Burası şu an Avrupa’nın en iyi showroomlarından biri diyebilirim.
-Detaycı ve mükemmeliyetçi bir yapınız olduğunu söyleyebilir miyiz?
Benim yapım titiz. Hijyen ve temizlik hastasıyım. Her şeyin kalitelisine meraklıyım. Yaşam kalitesi olan bir insanın yaşadığı yerinde kaliteli olmak zorunda olduğunu düşünüyorum. Kalite olgusu “ben kaliteli yaşıyorum” demekle olmuyor. O yüzden evim olsun, iş yerim olsun, teknem olsun hepsinde kalite ön plandadır. 2002 model bir teknem var ama sanki bu sene denize girmiş gibi. Deniz suyunu teknede bulamasınız. “Böyle bir şey olur mu” demeyin teknemde su damlası olsun hemen yıkanır, cilalanır, ona göre malzemelerle bakılır. Benim titizliğimden kaynaklanan hassasiyetimi bütün çalışanlarım bilir ve onlarda titiz davranır.
- Yaşanan krizlere rağmen yıllardır yükselen başarı grafiğinizin sırrı nedir?
Biz önce kumaşa dokunuruz çünkü kumaşın dokusu bizim için önemlidir. Doğal elyafsa, yünse, gerçek pamuksa, ipekse üretimlerimizde bu tip kumaşları tercih ediyoruz. Agora, yün kaşmir gibi kumaşlar bizi ilgilendiriyor. Hanımlar o kumaşa kendisi dokunduğu zaman da mutlu oluyor. Arkadaşı dokunduğu zamanda mutlu oluyor ve nerden aldın diye sordurabiliyoruz. Bu yüzden bize bağlı müşterilerimiz var. Bizim için “nereden aldın” sorusunu sordurabilmek çok önemli. Biz 1998 krizinde de yola devam dedik, bugünkü krizde de yola devam ediyoruz. En son indirime giren firmalardan biriyiz. Firmalar sezon başından beri indirimli mal satıyorlar. Ne kadar doğru ne kadar yanlış tartışılır. Biz doğru zamanda doğru fiyatla müşterimizin karşısına çıkıyoruz. Hiçbir zaman yalan söylemiyoruz. Söylememek de lazım, bu bir meziyet değil aslında ama günümüzde meziyet haline geldi. Biz hiçbir zaman müşterimize yanlış yapmıyoruz. Ödediği fiyatın fazlasını aldığına inanıyoruz. Yani 2 bin dolarlık bir mal koyuyoruz ama 800 liraya satıyoruz. 8 bin Euro’luk kürkü biz 3 bin liraya satıyoruz. Başka firmalarda öyle bizde böyle... 31 senelik şirket olarak ayakta kaldığımıza göre doğru yoldayız demektir. Kontrol mekanizması bizde çok ileri düzeydedir. Kimse kalitesiz hammadde almaz, kalitesiz ürünü çalışmaz. Hiçbir şekilde yanlış yapmalarına izin vermiyorum, her daim işimin başındayım.
-Alışveriş merkezlerindeki yabancı markalar, Türk markalarından daha önce ciddi indirimler yapmaya başlıyor. Bu rekabet şartlarındaki çark nasıl dönüyor?
Yurtdışındaki markaları ayırmak lazım. Yurt dışında ucuz üretim yaptırıp, yurt dışına ucuz ürün satan mağazalar çoğunluktadır. 2 tane İspanyol markası, birer tane de İsviçre, Belçika, Hollanda ve Alman markası var. Bunlar Çinin herhangi bir bölgesinde ya da Türkiye’de belli yerlerdeki fabrikalarda çok uygun fiyatta ürün yapıyorlar. Mağaza sayıları çok ve metre kareleri büyük 2bin- 3bin tane mağazaları var. Uygun fiyatta ürünleri, Avrupa’da satamadıkları veya sattıkları bazı ürünleri buraya getiriyorlar. Burada rekabet ediyorlar. Pazardan pay alabilmek için ucuz satıyorlar ama haksız rekabet yapıyorlar. Bir de pahalı markalar var ama Türk kadınının belli bir kesimi onlara ulaşabiliyor. Onları da biliyorsunuz zaten. Bir otomobil parası bir ceket fiyatına eşit. 10 bin Euro bir palto, 10 bin Euro bir elbise, 5 bin Euro bir ayakkabı… Biz o lüks markaların kullandığı kumaşı uygun fiyata satan Türk markasıyız. Türk markası olmaktan da gurur duyuyoruz. Yavaş yavaş dünyada bilinir hale geldik. İstanbul’daki AVM’ lerde yabancı turistler bile onlardan değil bizlerden ürün alıyorlar. O yüzden bizim hem uygun hem kaliteli olduğumuzu bilenlerle, dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen yabancılar bizden ürün alıyorlar. Zaman içerisinde Avrupa’daki ve Amerika’daki kriz bittiği zaman bizde yurtdışına mağazalarımızı açacağız. Bugüne kadar neden açmadık? Dövizde yüzde 11 faizle döviz kredisi alıyoruz. Türk tekstilinin büyümesi de 2003 yılından sonra oldu. Dünya’daki kriz şu an ciddi boyutlara ulaştı. Hem finans sektörü hem iş alemi çökmek üzere. Avrupa’ya gittiğimiz zaman İtalya’da Roma meydanında oturduğum zaman güzel giyimli insanlar seyrederdim. Şimdi maalesef Avrupa’da fakirleşiyor. Güzel giyinen insanları artık görmüyorum. Şimdi de Türkiye’de güzel giyinen insanlar görüyorum. Türkiye’nin 5- 10 sene içerisinde kendi markalarını dünyaya çıkartıp, oralarda çok büyük işler yapacak, ben buna inanıyorum.
-İhracatınızdan memnun musunuz? Türkiye’nin diğer ülkelerle yaşadığı ilişkiler çalıştığınız ülkeleri etkiliyor mu?
Bütün ülkelere ihracat yapıyoruz. İhracattan da memnunuz. Toplam üretimimizin yüzde 15’ ni ihracat yapıyoruz. Türkiye’nin gündemi elbette çok etkili oluyor. Londra’da bir butiğe mal veriyordum. Şu anda çocuk gelmiyor mal almaya, demek ki işleri çok kötü yani Avrupa’daki kriz onları da etkiliyor. Zaten dünyada ve tekstilde üretim fazlalığı var ama tüketim az o yüzden de bir kaos yaşanıyor. Tescilli modelde yapıyoruz yani çok satacağım ve devam edeceğim ürünleri tescil yaptırıyorum ki korsanlar ürünlerimi yapmasınlar. Ben burada 4 tane stilist çalıştırıyorum. Emek veriyoruz, o modelleri yaratıyorlar. Kumaş seçiminden, modeline kadar titizlikle seçiyoruz. Niye korsan gidip onun kalıbını çıkarıp yapsın, bu konu çok rahatsız edici oluyor başkasının üzerinde görünmesin diye tescil yaptırıyoruz.
-Roman markasının yanında inşaat işleriniz de devam ediyor. 2012 ile ilgili yeni bir projeniz var mı?
Yeni bir projem var Allah nasip ederse bugün de onun üzerinde çalışıyordum. Bosch firmasıyla anlaşmak üzereyiz. 17 bin metrekare bir inşaat yapıp, kiraya vermek üzereyim. 3 bin kişinin çalışacağı projenin detaylarıyla uğraşıyorum. Bir de Roman için bu binanın aynısından yaptıracağım. Sadece kaliteli dikim yapabilmek için kullandığım 30 atölyemi aynı yere toplayarak daha yeni dikiş tekniklerini denemeyi ve çalışan sayısını 100 kişi daha arttırmayı düşünüyorum.
29 Ağustos 2011
ÖZER ÜLKEN
CHP Antalya İl Başkanı Özer Ülken son dönemlerde Antalya’nın en çok konuşulan isimleri arasında… İstifa eden il yönetiminin ardından “il yönetimi düşecek, düştü, düşmek üzere, düşmedi” senaryolarının bolca konuşulduğu siyasi arenada “il yönetimi” düştü. Yazılı karar tebliğ edildi. Özer Ülken sessizliğini ve net duruşunu her zaman korudu. Tüm kararlılığıyla görevine devam etti, hakkında konuşanlarla polemiğe girmedi.
Antalyalılar, “CHP’de neler oluyor?” sorusuna cevap ararken yeni karar bildirildi ve Özer Ülkenle yola devam kararı alındı.
CHP İl Başkanı Ülken sessizliğini ilk defa bozdu ve son aylarda yaşanan gelişmeleri değerlendirdi.
Seçildiği günden beri görevinin başında olduğunun sık sık altını çizen Başkan, “Görevimi terk etmem, o damar yok bizde. O farklı bir şey. Biz siyaset yapıyoruz. Ne için yapıyoruz? Ben milletvekili olmak için siyaset yapmıyorum” dedi.
Bu haftaki sohbetimizde tüm samimiyeti ve içtenliğiyle sorularımızı yanıtlayan Başkan, İl Örgütü’nde yaşananları, Genel Merkezin duruşunu ve yaşadığı zor ayları değerlendirdi.
Özer Ülken’in gözlerindeki ışığın ve CHP aşkının farkına varmamak mümkün değil… İnandığı değerler uğruna ömrünü adayanlardan biri… Soğukkanlı, mantıklı bir o kadar da duygulu bir Başkan… Zaman zaman uzaklara dalan gözlerinden yılların yorgunluğu okunsa da tüm inancıyla mücadeleye devam edeceğini hissettirdi bizlere…
Kendisine bir kez daha “Hayırlı Olsun” diyorum ve sözü CHP İl Başkanı Özer Ülken’e bırakıyorum.
- Uzun bir bekleyişin ardından karar açılandı. Bu bekleme sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aslında ben şundan gayet memnunum. Bu süreçte genel merkezimiz Antalya ile daha yakın, Antalya ile daha ilgili olduğu için Antalya’daki parti dokusunu daha iyi tanıma fırsatı buldu. Bu çok önemlidir. Olması gereken şuydu aslında… Bir yönetim kurulu üyesinin gelip normal olarak şöyle davranması gerekirdi. Derdi ki; “Ben böyle bir yapının içerisinde, milletime, halkıma hizmet edemediğimi düşünüyorum. Faydalı olamadığımı düşünüyorum” İstifa dilekçesini getirir elimize verirdi. Bu olmadı bu süreçte. Yani bütün arkadaşlarımın vatanını, milletini, halkını, Antalya’nın çıkarlarını düşünerek istifa etmediklerini biliyorum. Hele son iki üç istifada bunlar farklı niyetlerle, farklı amaçlarla, farklı düşüncelerle, kendi özgür iradeleriyle değil dışarıdan kaynaklanan bazı nedenlerle istifa ettirildiler. Bunun altını çiziyorum.
-Örgüt içinde size karşı belli periyotlarda tekrarlanan bir muhalefet söz konusu… Seçim öncesinde birkaç kez daha yönetimi düşürmek için girişimler olmuştu. Bu konuyu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Soruların dışında olan gayet sıradan bir insan gözlemiyle çok doğru tespitler… Antalya 18 yıllık bir genel başkanının seçim bölgesi. Bazen düşünüyorum da, genel başkan gitmeseydi bunlar olur muydu? Olmazdı. Bana karşı muhalefet o zamanda vardı ama bu çapta değildi. Biz o zaman yönetimdeki arkadaşlarımızla hep birlikteydik. Şimdi ben bakıyorum da, istifa edenlerin bir kaçına, benden daha fazla ‘Deniz Baykalcılar’. Ben ‘Deniz Baykalcı’ değilim. ‘Cı’lık yok bizde. Ben ‘Kemal Kılıçdaroğlu’cu da değilim. Ben örgütüm. Ben neferim. Burada olmamın tek nedeni budur. Ben burada bu yüzden direniyorum. Örgüte olan inancımdan. Bilsem ki benden iyi birisi var, emperyalizme karşı daha iyi direnecek, bu mevkiyi temsil edecek başka bir arkadaşım var, hayatıyla işiyle her şeyi göze alarak davranacak biri, bir dakika durmam burada. Şimdi sorduğunuz soruya gelelim. Antalya’nın dışına baktığınız zamanda tüm Türkiye’de CHP örgütleri paramparça çalkalanıyor aslında. Çalkalandı bu süreçte. İstanbul’daki İl Başkanı değişti. Ankara’daki İl Başkanı değişti. 253 tane ilçe başkanı görevden alındı. Örgütü koruyabilmenin bedeli bu… Yani bu kadar fedakârlıkla ancak örgütü bu şekilde koruyabildik diye düşünüyorum. Tersi olsaydı ne olurdu? Oradakiler gibi olurdu. Şimdi gidin İstanbul’a 13 tane ilçe başkanı görevden alınmış. Bakırköy’de görevden alınan adam gümbür gümbür kongreyle seçilmiş adam. Seçime 20 gün kaldı. Şimdi git Bursa’ya. O Bursa başkanı da 2 adaylı kongrede gümbür gümbür seçilmiş adam. Seçime 20 gün kala görevden alıyorsun örgütü dağıtıyorsun. Bunlara sadece Antalya penceresinden bakmayın. Varsa bir başarı ki ben başarı kelimesini kullanmam. Bu örgütü iyisiyle kötüsüyle bu zırıltılarıyla koruduk kolladık. Bugün toplantıları dört dörtlük yapıyoruz. İl genel meclisi toplantılarını dört dörtlük yapıyoruz. Bu dedikoduların içinde yaptığımız işler görünmüyor. Neler yapıyoruz bu ara biliyor musunuz? Hani referandumdan 156’yla çıktık ya, 20 bin lira parayla çıktık. Şöyle bir düşünün. Bu örgütün 5 tane çalışanı var. Elektriği yanıyor, suyu akıyor. İnsanlar koşuyor, koşturuyor bunları nasıl hallediyorlar? Nasıl kalkıyorlar bu işlerin altından? Bu kolay bir iş değil.
-CHP’liler arasında genel bir memnuniyetsizlik de söz konusu… Genel Başkan severler bile ikiye ayrılmış durumda. İl örgütü, Genel Merkez, mevcut durum her şeyiyle hedef gösteriliyor. Herkesin dilinde aynı soru var. “CHP de neler oluyor?” Bu konuyu siz nasıl gözlemliyorsunuz?
Bu konuya daha geniş bakmak lazım... Güllük caddemizi, CHP binasını, Ankara’yı İstanbul’u bir çıkaralım. Dünya’da bir şeyler oluyor. Yani Dünya’daki o büyük fotoğrafla birlikte bir de parti genel merkezine bakmak lazım. Partilere bakmak lazım… Türkiye’nin dizayn edilme yol haritasına bir bakmak lazım. 2003’te hazırlanan İsviçre Siyasi Bilimler Akademisi’nin bir raporu var. Raporda 3 tespit var. Profesörlerin dünya ile ilgili yaptıkları değerlendirme de Türkiye ile ilgili tespitlerini okudum ben. Daha yayında yok ortalıkta yok bir tek ona yakın Wikileaks belgeleri var. Cumhuriyet Halk Partisi’nde bir Genel Başkan’ın gideceği 2003’te söyleniyor. Kılıçdaroğlu’nun Genel Başkan olması gerektiği söyleniyor. Akademisyenler senaryoyu yazmış. Bu senaryoda hangi generallerin içeri alınacağı, bir önemli davanın açılması gerektiği söyleniyor. Ergenekon denmiyor ama bir dava deniyor. Tayyip Erdoğan’ın önünü açmak için mutlak surette basının kontrolünün ele alınması gerektiğinin, yeni bir yayın anlayışının yayın hayatına sokulması gerektiği gibi bilgiler yer alıyordu. Hani her olumsuzlukta siyasetçiler yorum yaparken “emperyalizm yaptı” der çıkarlar, işin içinden. 12 Eylül’de sorgularda da bize diyorlardı, ‘yurtdışından kimden haber alıyorsunuz’ diye sorarlardı. Biz bilmezdik bir şey. Yurtdışı önemli. Şimdi fotoğrafa böyle baktığımızda Türkiye’nin en zayıf kanadı etnik köken. Afganistan’da da oydu. Irak’ta o. Şimdi Suriye’de gırtlağına çökülüyor Sünnilerin. Zayıf kanala nereden giriyor? Buralardan giriyor. Türkiye coğrafyasında bu kültürde bu yapılanmada bu zenginlikte kalmak istiyoruz bizler… Cumhuriyet Halk Partisi’ne bu gibi virüsler girerse vah haline derim. Ama bu sokulmaya çalışılıyor. Bunun için uğraş veriliyor. Yani kendi içimizdeki spesifik uğraşmalar, dedikoduların dışında, bunları etkileyen bunları besleyen farkında olmadan bu işlerin içerisine katkıda bulunan etkenlerde var.
-Kürtlüğü ve Aleviliği mi kastediyorsunuz?
Etnik köken ve cemaat kültürü… Şimdi cemaatlerde de var bu. A cemati var. B cemaati var din temelinde. Cumhuriyet Halk Partisi programı bize ne diyor? Program bizim belgemiz… Bu belgede Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı diyor. ‘Ne mutlu türküm diyene’ baz alınmıyor. Cumhuriyet felsefesini koruyan bir programı var, Cumhuriyet Halk Partisi’nin, işte bundan taviz verilmemelidir. Konuya Antalya’dan çıktık, geniş bakıyoruz ama bunlar birbiriyle ilgilidir. Çünkü ben yaşadıklarımı biliyorum örgütler yaşadıklarını biliyorlar. Yani sonuç itibariyle Antalya’da A örgüt gitmiş, İstanbul’da B örgüt gitmiş, sonuç itibariyle bu büyük güçlerin, büyük operasyonun bir parçası değil mi sorusunu aklımıza getiriyor. Sizin aklınıza getirmiyor mu? Yani öyle olaylar oluyor ki mesela, ben bunu Genel Başkan’ımızla da konuştum. Bir MYK üyesinin Atatürk’ün Tekke ve Zaviyeler Kanunuyla ilgili konuşması uygun değildir. Cumhuriyet Halk Partisi bunlara alışık değildir. Alışmayı geçtim, alışılabilir ama dersin ki ben programımı değiştiriyorum. Bu programa uyanlar devam eder. Kabul etmeyenler bu kendi kabuğuna çekilir veya istifa eder. Ama sen şimdi bu program var iken bir kurultay toplanmamışken, kurultay kararıyla yeni bir olay ortaya çıkmamışken, bunları parti içersinde gene konuş, gel danışma kurulunda konuş, ya da MYK’nın içinde çık konuş, parti meclisinde çık konuş. Ama basına ‘Atatürk’ün Tekke ve Zaviyeleri tartışılmalıdır’ diyemez bir Cumhuriyet Halk Partisi MYK üyesi. Böyle bir şey yok. Şimdi bu ciddiyetsiz, disiplinsiz anlayış, oralarda öyle olursa buralarda nasıl olur? Yani buralarda bunun dik alası olur.
- Antalya’da CHP’li Belediye Başkanlarının arasında da bir soğukluk olduğu hissediliyor. Herkes aynı amaca hizmet etmesine rağmen birlik ve beraberlik neden sağlanamadı?
Bizi seçen delegelerin en büyük beklentilerinden biri de bu senin söylediğindir. İttifaklar yoktu. Sağduyulu düşünen, partiyi kucaklamaya, tabi en büyük iddiamızda bizim şuydu: belediyeler ile arsındaki uyumu sağlayacağız iddiamızdı bizim. Tüm toplantılarda söylediğim şeydir bu benim. “Sakın birine bir santim diğerine iki santim uzak durmayın. Sakın birinin arabasına binip öbürünü atlamayın. Ben biliyorum ki üçü de bizi, kendilerinden bir yere koymak için çok uğraşacaklardır.Dikkat edin” dedim. Neler yaptık neler? Ben bunları kitap diye yazsam 10 tane kitap olur. 12 ay uğraştım. Süleyman Evcilmen’le birlikte hentbol maçı izledim. Muhittin’in sirkte yanında durdum. Hocam’la Antalyaspor maçlarına gittim. Neler neler yaptık. Buradaki grup toplantılarında yeri geldi Muhittin’i azarladım. Yeri geldi Süleyman Evcilmen’e çok sert bir üslüpla ‘hocayı koruyalım’ dedim. Bak size bir şey söyleyeyim. Bir babanın bir ailenin dünya’da en sevdiği varlık nedir? Çocukları elbette... Evimde ortanca kızımın nişanını yaptım. Nişanına milletvekillerini çağırmadım. Genel Başkan’a haber vermedim. Apartmandaki komşularımıza haber vermedik. Üçünü, Süleyman, Muhittin ve hocayı çağırdım. Ve kızımın da yüzüğünü hocaya taktırdım. Ve bana evde ne dediler biliyor musun? Sen bu kızımızın en değerli varlığının böyle bir gününü bile bu işe alet ettin dediler, ailem bile beni eleştirdi. Ama nişanda üçünü bir araya getirdim. Bundan daha fazla ne yapabilirim?
-Bu kadar zamandan sonra Antalya’daki CHP’li Belediye Başkanlarının arasında birlik ve beraberlik olmaz mı demek istiyorsunuz?
İsimleri Cumhuriyet Halk Partili belediye başkanları ama o düşünsel, kurumsal birliktelik yok. Bu benim şahsi yorumum tabi ki. Süleyman Evcilmen, geçmişine bakıyorsun, kendisi oda başkanlığı yapmış, bir örgütlü, kurumsal bir yapıda mücadele etmiş hayatının bir sürecinde. Sevilen, üçüncü dönemi olan, hataları vesairesini geç %70 oy çıkaran bir başkan Muratpaşa’da. Bunun üzerine laf söylenemez. Muhittin Böcek, Kurtuluş siyasetinin içinden, gençliğin içerisinde olmuş. ANAP’ın gümbür gümbür olduğu dönemde merkez ilçe başkanlığı yapmış. Liste hazırlamış, delege ayarlamış. Bu işlerden geliyor. Şimdi ikisinin böyle bir ortak özelliği var kendi mecralarında. Ama Mustafa Akaydın bu dokulardan gelmiyor. Sağında Türk bayrağı, solunda üniversite rektörlüğü, kapıda muhafızlar, devlet oturuyor. Rektörlük anlayışından geliyor. İnsanlar ne istiyor ondan? Hocam benim tayinim diyor, öteki öğrenci temsilciği yapacağım diyor vs…. Muhataplar belli. Şimdi siyasette ne var? Buraya tinerci geliyor benim karşıma oturuyor. Beyefendi geliyor benim karşıma oturuyor. İşsiz geliyor oturuyor. Ve bunların hepsinin “sen Cumhuriyet Halk Partilisin, partimi temsil ediyorsun” deyip, kolumdan tutma hakkı var. Siyaset yapıyorsam, bende bunlara katlanmak zorundayım. Şimdi hocayla bu uymuyor. Yani o rektörlükten gelen, yani böyle düşünüyorum. Profesör, bilim adamı, binlerce insan yetiştirmiş, uzman ama siyaset insan diyalogu, bambaşka. Yeri gelecek, küfredecek, seslenmeyeceksin. Bilmem neyine hakaret edecek, seslenmeyeceksin. 53 yaşındayım ben elimi uzattığım zaman, sıkmayan bir insan olmadı daha. Ama elini sıkmayacak, bir şey demeyeceksin. Bu benim için olduğu kadar hoca içinde geçerli. Genel Başkan için de geçerli. Siyaset yapıyorsan bunun bir bedeli var, hukuku, ahlakı var. İllaki bunları bir araya getirmek istedik. Antalya halkının beklentisini bırakın bir kenara, Cumhuriyet Halk Partisi üyelerinin, delegelerinin, CHP Genel Merkezi’nin en büyük beklentisi olan bu konuydu aslında. Yok kardeşim. Hiç uğraşmayacağız bu konuyla. Araları iyi değil diye diye bir yere geldik, hala gidiyoruz işte. İyi olması da mümkün değil. Herkes görevini yapacak, herkes istediğini yapacak, kimse örgüte karışmayacak. Örgüte el uzatmayacak. Örgüt içerisinde kendi isteklerine göre örgütün dokusuyla oynamayacak. Kim oynuyorsa örgütü karşısında bulacak. Benim görevim örgütü korumak. Yani bir belediye başkanına göre, hocayı kastetmiyorum, hangisi olursa olsun. Örgütü dizayn ettirmem Ben burada İl Başkanı’yım. Bu partinin işçisiyle, köylüsüyle, gazetecisiyle, seveni, destek olanı, sempatizanı, özdeki bu dokuya müdahale ettirmemek benim görevim. Hiçbir il yöneticisinin bir çıkarı yok. Bir yerde bir işi yok. Ne diyor insanlar? Birileri bir yerlerden nemalanacak üstelik siyaset yapacak. Yok böyle bir şey! Sen belediyede çalışırsın, işçi olabilirsin, konuşursun siyaset ama sen örgütün dizayn edilmesi noktasında ağzını açtın mı ben orada yokum. Seni men ederim ondan. Seçildiğin örgütün seçilmişliğiyle, geldiğin, elde ettiğin imkânlarla destek vereceksin. Veriyorsan geleceksin buraya, vermeyeceksen gelme buraya.
-Son bahardaki kongrede yeniden aday olacak mısınız?
Ben hiçbir zaman kongreyi kazanırım, kaybederim hesabıyla bu işlere girmedim. Şimdi Özer Ülken bir kişi değil. Özer Ülken bir düşünceyi temsil ediyor. Tabi o büyük düşüncenin Antalya ölçeğinde de bir takım dinamiklerinin ortak bir noktasındaki adaydır Özer Ülken. O yapılanmada arkadaşlarım bu şartlar altında tekrar senin aday olman gerekiyor da diyebilirler. Hayır, içimizden şu arkadaşla yola çıkalım da diyebilirler. Bu bir düşünsel birliktir. Kaçmam görevden gerekirse tekrar aday olurum.
-Bu kadar entrika, oyun ve türlü sıkıntılar içerisinde “kendinizden emin” duruşunuzu hep korudunuz. Kendinizi yarı yolda bırakılmış ya da yol arkadaşlarınızın ihanetine uğramış hissettiniz mi?
İçimde zerrece böyle bir his yok. Biz çok daha zor örgütlülüklerden geldik. Yani bu örgütlük bize çok zor gelmiyor. ‘Demir şaşmaz’ cümlesini bilirsiniz, böyle bir inancımız vardır. Kendi vicdanında sen bu konuda, istersen 5 bin kişiyi karşına al, istersen 100 bin kişiyi karşına al, sana orada düşen görev odur. Senin onu yapman gerekir. Biz böyle yapılanmaların içinden geldik. Hep çoğunlukların karşısında çekirdek olduk, güçlü olduk. Bizim kongrelerimizde, benim konuşmalarımdan bir tanesinde şöyle bir bölüm vardır; biraz da uçtur, bu soruna yardımcı olsun. Aslına bakarsanız belli bir heyecanla söylenmiş bir sözdür. Derim ki, “5 sene sonra Amerikan tankları sokakta gezerken, gezerse Cumhuriyet Halk Partililer ya da adı kim olursa olsun, ‘ne yapmayı düşünüyorlar?’ Hiç böyle bir ufuk, hiç böyle bir düşünselliğiniz oluyor mu hiç arada?” Toros dağlarından Amerikalılara ilk kurşunu sıkacak olanlar bu hesapları yapıyorlar mı? Bu işler farklı işler. Biz bunları düşünürüz. O derinliklerdeyizdir. Onun için gerisi bize vızıltı geliyor. Çünkü bizler o temelden, o öğretiden geliyoruz. Bilmem anlatabildim mi? Çok zor bir şey. Nedenini bildiğin zaman, hemen çözümleyebiliyorsun. Ben istifa eden arkadaşların tek tek nedenini biliyorum. Alındılar, kötü oldular onu söylemiyorum. Kendimi onların yerine koyduğum zaman kendi düşüncelerini, zenginliklerini biliyorum ben onların. Ekonomik şartlarını biliyorum. Ailelerini biliyorum. Dayanamaz herkes buna. Mesela bir arkadaşımın bir serzenişi var. Geçen gün bir arkadaşımıza söylemiş o anlatıyor. Benim için “Adam 10’da geliyor demiş. İstifa edenlerden biri bunu söyleyen... Gecenin ikisine kadar koştur koştur, boyuna arıyor beni şuraya gideceğiz buraya gideceğiz. Adamın tuzu kuru demiş. Benim çoluğum çocuğum var. Ben buna dayanabilir miyim Ertuğrul amca demiş. Bizim Ertuğrul Tüzkan’a. O da; “ya oğlum, böyle bir adam bulmuşsunuz daha ne? Seni sıkıştırıyordur, gelemiyorsundur, gidemiyorsundur, işin vardır, haklısın. Sabah 8 gece 2 böyle bir adam bulmuş parti öpün başınıza koyun böyle bir adam gelmedi partiye hiç” demiş. Bunu ne için anlatıyorum. İl kongresinde bizi boğdular. Ömer Melli’nin elinde burada 53 tane il yönetimi müracaatı vardı. Yönetim kurulu üyesi olmak için. Yönetim kurulu üyeliğini bırak, kongre salonunda ben o büyük listenin karşısında dik durabilecek zor insan buldum. Şimdi hiç bunları düşünmüyor insanlar. Gidebilirler. Sağ olsunlar, teşekkür ederiz. Gitti arkadaşlarımız.
-Özellikle son bir senede yaşadıklarınıza baktığınızda kırgınlıklarınız var mı?
Kırgınlığım olmaz. Ben duygusal düşünmem ama şu var tabi, bugüne kadar ben bir insan hakkında 3 saat sonra ne yapabileceği, 5 sene sonra bu durumlar söz konusu olduğunda ne yapabileceği konusunda hemen hemen hiç yanılmadım diyebilirim. Yani düşünürüm. Bu arkadaşla bir gün yol ayrımında şöyle bir noktaya gelebiliriz. O andaki durumu ne olur. Bunları düşünmek lazım… Yani pişmanlığım o anlamda olmadı ama hakikaten böyleyim diyerek, kendine bahaneler uydurup, siyaset konuşan insanlardan da tiksiniyorsun tabi. Bana gel de ki, başkanım benim durumum bu böyle olması gerekiyor. Bu başka bir şeydir. Ama ben biliyorum sen de bu durumu biliyorsun. Bunlar mazeretler uydurdular mesela; gençlik kolları çalkantılı olmuş, kadın kolları çalkantılı olmuş laf mı bunlar? Biz beraberdi burada, birbirimizi biliyorduk. Sekiz sefer gittim gençlik kolları için adam yok diyor. Sen buradaydın bununla çalışacaksın diyor. Neden? Önder Sav burayı çökertmek için uğraşıyor. Konyaaltı’nı görevden alacağız diyoruz. Ben senden bunu istiyorum. “Alamıyoruz, biz örgüt müyüz, sen orada alırsın. Ben buradan MYK’dan geçirtmem kıvrılır oturursun” diyor. Önder Sav “Nasıl duracaksın bakalım orada bana karşı” diyor. 9 ay sonra diyor ki “Konyaaltı’nı görevden alamadık.” Şu vardı; ya burayı terk edip gidecektik ya da katlanacaktık. Hala binanın çaycısını konuşuyorlarsa ben daha ne diyebilirim ki? Şu binada masa, sandalye, televizyonun yanında gençlik ve kadın kollarını da değiştirdik. Kime rağmen? Genel merkeze rağmen. Bu bile yeter biliyor musunuz? Ya biz dedik ya gençlik kolları... Bu neyi gösterir? Bizim gençliğe verdiğimiz önemi gösterir. Taviz vermiyorum Önder Sav bana diyor ki “Salih Ahmet’i çağırsaydın da, çalışsaydı, 2 hafta dolaşsaydı, görev verseydin de yapmasaydı, görevden alsaydın” diye akıl veriyor. Öyle bir şey yok. Olamaz.
AYHAN ÇİFTÇİ
Türkiye’nin turizm, tarım ve ticaret alanlarında önemli bir yere sahip olan Antalya’da yer alan Port Akdeniz, gerek genel ve dökme yük gerekse konteyner yük hacmini katlayarak arttırmayı, liman’ı Akdeniz’in en güvenli, en verimli, en etkin işletilen ve yönetilen çok fonksiyonlu limanı haline getirerek Türkiye’nin en önemli ticaret kapılarından birine dönüştürmeyi hedefliyor.
Port Akdeniz, Antalya’da 2006 yılından bu yana konteyner elleçleme ekipmanları, vinç ve römorkörlere yapılan ciddi yatırımlar ile ticari liman operasyonlarında daha hızlı hizmet verilirken, bunun yanında kalite ve verimlilik artışı sağlanırken, diğer taraftan yeni yolcu terminali ile limanın kruvaziyer turizminde önemli bir yer edinmesi sağlanıyor.
Dünya genelinde de her yıl yüzde 10 dolayında büyüyerek hızlı bir gelişme gösteren kruvaziyer turizmin denizlerdeki ekonomik hareketliliği 30 milyar dolara ulaşmış. Yüksek gelir düzeyine sahip turistlerin ilgi gösterdiği kruvaziyer turizminde seyahat eden yolcuların sayısı 15 milyon civarında... Bunun 10 milyonunu Amerikan vatandaşları oluşturuyor. Geri kalanı ise farklı Avrupa ülkelerinden geliyor. Kruvaziyer turizm sektöründe gelişmiş ülkeler sürekli daha modern ve daha lüks gemiler inşa ederken, limanlarının kapasitelerini arttırırken, alt yapılarını günün koşullarına göre yapılandırırken ve gelecek on yılın değerlerine ilişkin projeler üretirken, bizim de gerçek anlamda bir kruvaziyer gemisine sahip olacağımız günler diliyorum.
Global Liman İşletmeleri'nin yaptığı yatırımlarla altyapısı ve ticaret hacmi büyüyen Antalya Limanı, 4-6 Kasım 2010 tarihleri arasında İstanbul Fuar Merkezi'nde düzenlenen ve lojistik sektörünün lider firmalarını ağırlayan 4. Logitrans Transport Lojistik Fuarı'nda ilk kez düzenlenen "Logitrans 2010 Lojistik Ödülleri" kapsamında, “Liman İşletmecileri Kategorisi”nde Takdir Ödülü kazandı. Bu yıl 18'i 13 farklı ülkeden olmak üzere 213 markayı temsil eden ve 102 katılımcı firmayı bir araya getiren 4. Logitrans Transport Lojistik Fuarı açılış gününün akşamı "Logitrans 2010 Lojistik Ödülleri" adıyla ilk kez düzenlenen törende hızla gelişen lojistik sektörünün başarılı kurum ve kişileri belirlendi. Ödül töreninde, "Ulaştırma Bakanlığı Belgeli Hizmetler" ile "Oda ve Derneklere Kayıtlı Hizmetler" farklı kategorilerde değerlendirildi. Ayrıca proje ve ürünlere "Jüri Özel Ödülleri" verildi. Türk deniz ticaretinin en önemli kapılarından birisi olan Antalya Limanı'nın işletmesini 2006'da devralan Global Liman İşletmeleri, Port Akdeniz’e verilen Takdir Ödülü'yle taçlanan başarısına giden yolu 29 Temmuz 2010'da limanın hisselerinin tamamını satın almasıyla açmıştı. Global Liman İşletmeleri bu ödülle birlikte hedeflerine beklenenden daha kısa sürede ulaşmış oldu.
Antalya Limanındaki köklü değişim ve yatırımlar elbette ki bizim de dikkatimizden kaçmadı. Yıllardır deniz ticaretinde hareketlilik bekleyen Antalya’da değişim hissedilmeye başladı. Ortadoğu Antalya Liman İşletmeleri A.Ş. / Port Akdeniz Genel Müdürü Ayhan Çiftçi ile bu hafta Antalya Limanındaki milyon dolarlık değişim ve yeni hedefleri üzerine keyifli bir söyleşimiz oldu.
-Antalya Liman İşletmesi şu an hangi konularda hizmet veriyor?
Şimdi 2’ye bölelim isterseniz. Bir yolcu kısmına bakalım bir de kargo kısmına bakalım. Yolcu kısmında biz gelmeden önce tesis çok eskiydi. Dolayısıyla müşteri kabul etmek için öncelikle altyapıyı tamamlamalısınız. Antalya Liman İşletmesini aldıktan sonra öncelikle bu konuyu hallettik. Biz Global Liman İşletmeleri’ne bağlı üç limanız. Antalya Limanı, Bodrum Limanı ve Kuşadası Limanı. Kuşadası limanı, kruvaziyer taşımacılığında Akdeniz Çanağı’nın bir numarasıdır. Pazarlama direktörümüz Figen Semerciyan’ın çalışmalarıyla, özellikle Global Holding’in de bize yaptığı destekle birçok müşteriye rahatlıkla ulaşabiliyoruz. Holdingin gücünü de çok kullandık, bunun içerisine kendi ticari faaliyetlerimizi, başarımızı da koyduk. En alt kademede de operasyonel imkanları maksimuma çıkardık. Mesela Türkiye’nin hiç bir limanında olmayan imkanları Antalya limanı için hayata geçirdik. Antalya Limanında ilk defa başlayan uygulamamızla 2500 yolcu geliyor, 2500 kişi dönüyor, yani bir seferde 5000 yolcunun gelip döndüğü bir operasyon başlattık. Bu kadar insanın bir de bagaj sorunu oluyordu. Bir insanın ortalama 2 bagajı olduğunu düşünürsek binerce bagaj yapar. Bu bagajlar için 1000 m² özel bir salon yaptık.Son derece modern, x-ray cihazlı, klimalı, yangın sisteminin olduğu bir salonla hizmet veriyoruz.
-Liman işletmeciliğinde en önemli ilerlemeler yatırımla doğru orantılı mı oluyor?
Yatırım çok önemlidir. Devletimizin politikalarını ve sektöre bakışını hepimiz biliyoruz. Ben herhangi bir devlet sektörünün bilgi eksikliği olduğunu hiç bir zaman düşünmedim. Yatırımda, planlamada bir takım farklı düşünceler var. Biz orada bir adım öndeyiz; çünkü belli sürelerde bu limanları işletmekle mükellefiz. Amacımız elbette para kazanmak. (Ancak gelirlerimizi arttırmak için ekipmana ve deneyimli iş gücüne yatırım yapmanın gerektiğinin de bilincindeyiz.) Bu mantıkla ilerleyerek göreve gelir gelmez yatırımlarımızı tamamladık. Yolcu kısmını 1,5 ayda bitirdik. Bunun meyvelerini şimdi biz değil Türkiye alıyor. Düne kadar Antalya’ya senede 55 - 60 arası gemi geliyordu. Biz geçen seneyi 80 gemiyle kapattık ve bu sene 96 gemi kesin görünüyor. Bunların yaklaşık %60 ı da 200 metrenin üstünde gemilerdir. Kruvaziyer turizmi bizim için çok önemli. Biz dünyada da kruvaziyer turizminde söz sahibi olan bir grubuz. Kuşadası Limanı ve Bodrum Limanı kruvaziyer turizminde en iyi olan noktalarımız. Ve bu sektörün içinde bulunan herkes tarafından bilinen bir şirketiz. İsmimiz bizim için çok önemlidir. Bunu da göz önüne alarak her türlü adımımızı atıyoruz. İlk ele aldığımız noktalardan bir tanesi kruvaziyer turizmi oldu.
Kargoda da çok ciddi yatırımlar yaptık. 2010 Temmuz ayından bu güne kadar 12 milyon dolarlık yatırım yaptık, hala da devam ediyoruz. Hedefimiz 15 milyon dolarla bu seneyi kapatmaktır.
-Kruvaziyer turizminde de aynı bölgeye birden fazla gelen turist profili var mı?
Bunları yüzdesel konuşmak lazım. İlk defa gelenler, her şeyden önce firmalarda yeni yüz yeni liman arıyorlar. Kruvaziyer turizminde de kendine ait bir pazarlama mantığı var. Yeni yüz yeni insan demektir. Kruvaziyer yolcusu çok bilinçli ve kültürlü olduğu için bir süre sonra kendisi gittiği yerleri rahatlıkla eleyebiliyor. Bu yüzden başta Kuşadası olmak üzere, Bodrum gibi bölgelere de ikinci hatta üçüncü defa gelenler oluyor. Bu aslında bölgenin performansıyla ve gelen turistin bölgeyi sevmesiyle ilgilidir. Antalya’nın keşfedilmemiş güzellikleri doğru pazarlandığı taktirde, Antalya’da ikinci hatta üçüncü kez gelinen bir liman olabilir. Bu çalışmalar 10 yıl önce yapılması gereken hamlelerdi. Ama geçmişten hayıflanmak gibi bir lüksümüz yok. Dolayısıyla biz bu sene başladık. Terminal bitti. Bagaj bitti. Proje biter bitmez çevre düzenlemesini de yapacağız. İlk sezona yetiştiremediğimiz bir takım çalışmalar var. Yolcu terminalinin dış kapısı yeniden dizayn edilecek. Büyük bir ihtimalle önümüzdeki sene çok çok daha iyi bir konumda olacağız. Antalya’ya yakışan bir bölge haline geleceğiz. Çünkü gelen turistin ilk ayak bastığı anda edindiği intiba çok önemli, şu an şehri gezdikten sonra düşünceleri olumlu yönde değişiyor ama zaman kaybediyoruz. Bunun yanında, gelen turisti halkla kaynaştırma projelerimizi de geliştiriyoruz.
-Bugüne kadar Antalya limanı yatırımları için ne kadar bütçe kullanıldı?
Biz yatırımın en önemli kalemini altyapı çalışmalarında kullandık. Yani görülmeyen değerlerimiz. En önemlilerinden biri olan derinleştirmeyi yaptık. Derinleştirme yaptığımız için gemi boyları büyüdü. Ticari kapasitemizi de arttırdı. Bazı yerler 8.5 metreydi belli bölgelerde sığlık vardı. Belli bölgelerdeki sığlık büyük gemilerde tüm limanı etkiliyor. Onların hepsini bir kabul edip, tüm liman derinliğini -10 metreye getiriyoruz. Çalışmalarımız bu ayın sonunda bitecek büyük ihtimalle... Eksi 10 metre de Antalya için çok çok iyi bir
derinlik denebilir. Yani aslında İzmir limanının bile derinliği eksi 10 metredir. İzmir limanındaki teknik şartları Antalya’ya getirmiş oluyoruz. Bu çalışmalar devam ederken limana iki tane yüksek tonaj kapasiteli gemi aldık. Bir tanesi geçen günlerde 32 bin tonla kalktı. Şimdi yeni bir gemi daha alıyoruz o da 35 bin tonla kalkacak. Eksi 10 metre dediğiniz zaman 35 bin tonunda üstüne çıkmış oluyorsunuz. Bu da dünya standartlarında iyi sayılabilen bir tonajdır. Bu rakamlar Antalya’nın geçmişinde hiç olmayan bir şeydi. Buna bağlı olarak da siz gemi tonajını büyüttüğünüz zaman ona göre de vinç almak zorundasınız. Ekipmanımızı da ona göre kurduk. En son aldığımız vincin imalatı bitti bir aya kadar bizde olacak. Bu vincin kapasitesi 150 ton. 150 tonluk bu vinçlerden Türkiye de sayılı var. 35 metreden 150 tonu rahatlıkla kaldırıyor.
-Çok ciddi bir yatırım bütçesi kullanmışsınız. Bu bütçe de en büyük yatırım ekipman için mi yapıldı?
Bizler liman işletmesi olarak çevreye de çok duyarlıyız. En büyük yatırımı da denize yaptık. Öncelikle ilgili firmaya dalgıçlarla limanın dibini temizlettik. Yaklaşık 25 kamyon lastik çıktı. Klozetler,kanolar çıktı. Deniz dibi temizliğinden sonra taramaya başladık, çekimler yaptırdık. Bu temizlikten sonra inanın su altında da yaşam başladı. Suyun dibinde hatta yaklaşık 10 metre dibinde bile önünüzü görebiliyorsunuz. Liman 1978’den bu güne kadar ilk kez temizlenmiş. Liman kendini bir 30 sene idare etmiş. Biz daha profesyonel bir çalışma yaptık. Ben bu yapılan çalışmanın 25- 30 yıl daha gideceğini düşünüyorum. Global Liman İşletmeleri olarak her bölgeye, her zaman da profit center olarak bakarız. Herkes kendi işine bakar. Biz şimdi Kuşadası’nı geçmek gibi kendimize bir hedef koyduk. Bunun için de Antalya Bölgesi’ne çok güveniyoruz. Antalya Bölgesi’nde çok ciddi araştırmalar yaptık. Dağları taşları gezdik. Hatta turist rehberleri kadar gezdik diyebilirim. Demre’yi öne çıkarttık mesela… Demre’nin yanında Isparta Bölgesi’nde, Finike Bölgesi’nde muhteşem eski şehirler var. Biz bunların pazarlamacılığını da yaptık. Hatta yurtdışından uzman bir editör geldi. Bu konuda kitap hazırladı. Bu kitabı da en kısa sürede yayınlayacağız. Bence Antalya Bölgesi hala keşfedilmeyi bekliyor. Antalya ve Kuşadası Bölgesi’nin ortak noktası ikisinin de turizm bölgesi olmasıdır. Yatırımları denize gömmüş gibi görünsek de bunun neye faydası oldu; gemilerin büyümesiyle birlikte ihracatçı firmanın daha az ödemesine neden oldu. Çünkü armatörler de ne kadar büyük gemi getirirlerse ve ne kadar çok taşırlarsa fiyatlarını onlarda revize ediyor. Bu da artı değer olarak hem Antalya Bölgesi’ne hem de Türkiye’ye döndü. Daha önce siz aynı yük için ödediğiniz paradan şu anda %5, % 10 gittiği yere göre %20 daha az ödüyorsunuz. Bununla da ekonomiye ciddi bir katkı geliyor.
-Antalya semalarında son iki yıldır büyük konteyner gemileri görülmeye başladı. Daha önce niçin gelmiyorlardı?
Antalya Bölgesi’nde bulunan herhangi bir 10 tonluk, 12 tonluk bir malınızı bile Dünya’nın istediğiniz bir şehrine ihraç edebilirsiniz. Bu olanağı sağladık ve deniz taşımacılığı o kadar ucuz ki, yani şimdi 10 tonu İstanbul’a göndermek için ödediğiniz parayla 10 tonu Amerika’ya yolladığınız zaman aynı fiyatı ödüyorsunuz. Çalışma sistemimiz geliştirildi ve kolaylaştırıldı. İşlemler İlgili acenteler tarafından düzenliyor. Siz kendi fabrikanızdan konteyneri yüklüyorsunuz. Gümrük konusunda gerekli işlemler yapılıyor, acente elemanları ve bizler üzerimize düşeni yapıyoruz. O konteyner yurtdışındaki istediğiniz fabrikanın kapısına teslim ediliyor. Tabii bu firmalar Dünya çapında olduğu için gemi servisleri de ona göre kaliteli oluyor. Daha modern ve büyük tonajlı gemiler ile servis vermeye başlıyorlar Böylelikle gemilerin boyları 230 metreye çıktı. Eskiden TEU kapasitesi 1200 olan gemiler yerine şimdi 5200 kapasitesi olan gemiler servis vermeye başladı. O gemilere uygun ekipman almamız lazımdı. Bizde vinç sayımızı üçe çıkardık. Şimdi 4’üncüsü geliyor. Bu 4 vinç de teknoloji harikası olan vinçlerdir.
Denizde her şeyin maliyeti çok yüksektir. Dolayısıyla biz onların limanda kalış sürelerini minimuma düşürmeye çalışıyoruz. Bunda da çok ciddi yatırım yaptık. Bu alınan vinçlerle birlikte 15 milyon dolara yaklaştı yatırımımız. Bunu yaptığımız için sizinde gördüğünüz büyük gemiler rahatlıkla gelebiliyor ve daha da gelecek. Zaten gelecekteki amacımız da limanımızı konteyner limanı haline getirmektir. Çünkü dünyada da artık konsept konteyner taşımacılığına gidiyor. Bu sebeple yeni bir konteyner adresleme programı alındı ve uygulamaya başlıyoruz. Biz bu konuda da yine Antalya’yı konteyner turizmine entegre etmek istiyoruz.
-Liman işletmeciliğinin turizmle entegre olması ne kadar önemli?
Holding bünyesi içerisinde limancılık bizim inandığımız bir bölüm dolayısıyla onu geliştirmek için ekonomik olmak koşuluyla bölgeye de hizmet vermek zorundayız. En önemlisi Antalya çok ciddi bir turizm bölgesidir. Biz sadece aracıyız. Gelen-giden gemilere ve yolculara en iyi hizmeti veriyoruz. Biz sadece kendi işimizi yapıyoruz. Gemilerin buraya gelmeleri için bölgeyi de cazip hale getiriyoruz. Bunun içinde bölge pazarlamacılığı yapıyoruz. Belediyeden de yardım alarak, buradaki yolculara otobüs servisi koyacağız. Niyetimiz burada kalacak olan turistin halkla iç içe girmesi ve ilerleyen dönemde bunun için Kaleiçi bölgesine kadar 3-5 basit otobüs durağı oluşturacağız. Buradan çıkan yolculardan isteyen istediği bölgede inebilecek. Gelen misafirlerle halkın iç içe girerek kültür paylaşımının yapılmasını sağlamak istiyoruz.
Genel bir kural vardır. Gemi yolcuları daima pahalı yolculardır. Bugün ülkeye deniz yolu dışında gelen yolcuların harcadığı para 300-500 dolar arasıdır. Gemiyle gelen yolcunun harcadığı para 2 bin ile 5 bin dolar arasıdır. Arada böyle bir fark var. Diğer bir konuda Antalya’ya getirdiğimiz turistlerin kültür seviyesi yüksek insanlar olmaları. Belçika, Almanya, Norveç, Avusturya gibi ülkelerden gelen hepsi üst düzey kariyer sahibi olan insanlardır. Bizim zaten kruvaziyer sisteminin üzerinde çalışmamızın bir nedeni de şuydu. Antalya Bölgesi’nin yazı uzun aylara yayılıyor. Antalya’da bir sürü golf otel yapıldı. Takdir edersiniz ki bu ülkelerin çoğu kışın dünyanın en soğuk ülkeleridir. Bu yolcularının yaş ortalaması da 50’nin üstündedir. Yani golf oynayalım, deniz havası olan sıcak bir bölgeye gidelim gibi beklentileri bulunuyor. Bugün Antalya’da birçok gün kışın bile 20 derecenin üzerinde hava sıcaklığı var. Niyetimiz bu turizm sezonunu 12 aya çıkarmak. Kışın da bu insanları belirli noktalardan alıp Antalya’ya getirmek onları bu otellerde ağırlamak istiyoruz. Antalya’da turizmin en ölü olduğu zamanlarda sektöre biraz oksijen verelim istiyoruz.
23 Haziran 2011
GÖKHAN KIRDAR
Gökhan Kırdar uzun bir aradan sonra Antalya’da çekeceği film projesiyle dönüyor. Film; drama, müzik ve dans sanatlarıyla desteklenen, müzik-aura terapi ile bütünleşen 7 farklı aşk hikâyesinden oluşuyor. Kırdar Ay’ın belli evrelerinde Facebook’ta 500 binin üzerinde hayranıyla yolculuğunu paylaşıyor.
Her ne kadar yeni kuşak, onu Kurtlar Vadisi dizisinin bestecisi olarak tanısa da, daha önce çıkardığı ‘Yerine Sevemem’ albümüyle önemli bir hayran kitlesine sahip olan Gökhan Kırdar, bu albümünden sonra “Trip” ve “Ethnotronix” gibi bambaşka tarzda albümler yaparak özel şarkılar ortaya çıkardı. Çok meşhur olduğu bir dönemde, yeni keşifler yapmak üzere yola koyulan sanatçı aynı zamanda benliğine dair bir yolculuğa başladı. Kökleri M.Ö 10.000 yıllarına dayanan enstrümanlarla tanışan Kırdar, sadece bununla da kalmadı; müziğin terapi özelliğinden de faydalanarak, ‘OQUN’ adındaki projesini hayata geçirdi. Evrende yaşayan hiçbir canlının ahını almamak için yeryüzündeki tüm varlıklara rikkat (merhamet) duygusuyla yaklaşan Ön-Türk kültüründeki ‘kam’ davulundan yola çıkan ‘OQUN’ Projesi, 2004 yılında Lüksemburg’daki Mudam’da düzenlenen tasarım sergisinde ilk kez yayınlandı.
‘Tüür’ davuluyla terapik müzik
“Tüür-Yağmur Duası ” isimli albüm, kopuz, lir, çeng, kılkopuz, tobşur, dutar, morinhur gibi eskiden ‘kam’ların kullandığı ilk Türk çalgılarıyla elektronik, rock, jazz ve senfonik müzik elementlerini sentezleyerek yeni bir tür ortaya koydu. Bu projeye ismini veren “Tüür” davulu oluşturduğu rezonanslarla insanları terapi eden ilk Türk ayin ve dans çalgısı olma özelliğini de taşıyor. Geçtiğimiz yıl “Foton Çağı” adıyla bir dizi konserler serisine başlayan sanatçı, video, dans, ışık oyunları destekli bu projesiyle, bir tür müzik terapisi yaparak insanların “farkındalığını” artırmayı hedefledi.
Yeni kuşağın adı ‘foton çağı’
Foton kuşağı, kimileri için çok yabancı olsa da meraklıları için yeni bir araştırma konusu olarak ortaya atıldı. Yaşadığımız gezegeni yakın zamanda etkisi altına alması beklenen, varlığı hakkında bilimsel veriler de olan, yüksek enerjili fotonlardan oluşan büyük bir kuşak “foton kuşağı”. Deniliyor ki, her 12 bin 500 yılda bir güneş sistemi bu kuşağın içine giriyor. Bu kuşağın katmanları da var. Kırdar, “Foton kuşağının ilk iki katmanına çoktan girdik bile. İlk aşamasına 1962’de, ikinci aşamasına 1987’de, üçüncü ve son aşamasına ise dünyanın hemen her tarafında beklenildiği gibi olursa 2012 sonunda gireceğiz” dedi.
Yok oluş değil, yeniden doğuş
Foton Çağı’nın, dolayısıyla 2012’nin yok oluşun değil, yeniden doğuşun, var oluşun başlangıcı olduğuna inandığını belirten Kırdar, “Denilenler gibi 2012’de ya da daha sonrasında yaşanacak son aşamanın, insanlığın yitirilişi gibi olumsuz şeyler yerine, yeniden doğuşa, hastalanmayacak vücutlara, kötülüklerin yok olmasına yol açacağına inanıyorum” diyor. ‘OQLUB’ projeleri kapsamında, insanların korkularından kurtulmaları, yerine umut ve aşkı aşılamak amacıyla hayata geçirilen ‘OQLUB in Love’ film projesinde, müzik ve dansla desteklenen bir müzik terapisi uygulanacağını belirten Kırdar, Antalya’da çekilerek, İngilizce ve Türkçe yayınlanacak olan filmin plato ve mekanlarının aynı zamanda ‘OQLUB 7’ ‘Rainbow-Gökkuşağı’ terapi merkezi olarak da ilk kez Antalya’da ve çevre otellerinde faaliyet göstereceğini belirtti.
Antalya’da ‘Oqlub in Love’
Bu uzun metraj film projesiyle, müzik terapi ve enstrüman titreşimlerinin vücutlarımızdaki 7 manyetik noktamızı dengelemesi, bedensel ve ruhsal hastalıklarımızı iyileştirici etkileri ve dans faktörünün önemi üzerinde durularak çok özel bir hikaye beyaz perdeye yansımış olacak. Önümüzdeki günlerde Antalya’da yapacağı basın lansmanıyla filmin detayları ve film ekibi seçmelerinin de bilgisinin verileceğini söyleyen Kırdar, anlattıklarıyla bizleri de şimdiden heyecanlandırdı. Bu projenin bir diğer özelliği de dünyada ilk defa yapılacak olması… Geçtiğimiz günlerde Antalya’ya gelen Gökhan Kırdar ile “OQLUB in Love” ismiyle çekimlerine başlanacak bu özel film projesiyle ilgili detayları ve yıllardır yaptığı müziğin felsefesini konuştuğumuz keyifli sohbetimizde biz de sözü “aşk’la” noktalıyoruz.
Yerine Sevemem albümünden sonra uzun zaman sizden yeni bir albümün haberini alamadık. Neden albümlerinizin arasına uzun zamanlar koyuyorsunuz?
Kendimle kaldığım dönemde bu tarz çalışmaların temellerini atıyordum. Zamanı geldikçe de hepsini gün yüzüne çıkarmaya başladım. Her şeyi yavaş yavaş gündeme getirmem gerekiyordu. Birden kavramsal bir projeyle ortaya çıkmak yerine, önce o zemini oluşturup bu projenin oluşacak zemin sayesinde daha çok insana ulaşmasını sağlayabilirdim. O yüzden ‘Yerine Sevemem’ dönemi albümlerim, ‘Trip’ albümü, sonra ‘Ethnotronix’, film ve dizi müzikleri, ardından OQUN ‘Tüür Yağmur Duası’ projesi, “Foton Çağı” konserleri ve şimdi de Antalya’da çekeceğimiz film projemiz ile çalışmalarım yeni bir boyut kazanıyor.
Bu konuyu araştırmaya ve düşlemeye nasıl başladınız?
Türkiye'nin coğrafi konumunun bu iki kültürün ortasında bir yerde olduğunun ve bunlardan üçüncü bir kültür, üçüncü bir önermenin oluşturulabileceğinin farkına varınca tarihle, en azından müzik tarihiyle ilgili bir araştırmaya giriştim. Müzik tarihi yolculuğunda ulaşabildiğim en başlangıç noktası M.Ö. 10 bine kadar gitti. İnsanlık dediğimiz kültürün Orta Asya topraklarında başladığını görüyorsunuz. Enstrüman tarihine baktığınızda da... Arkeolojik bulgulara göre ilk enstrümanların o topraklarda yapıldığını görüyorsunuz. Ne tesadüftür ki bizim tarihimiz de orada başlar. Orası ‘ata yurdu’ olarak geçer. Böyle bir şeyle karşılaşınca bir Türk müzisyen olarak etkileniyor ve onu sahiplenmek istiyorsunuz. Sözsüz müziğe ağırlık verişim, sözden ve dilden uzaklaştıkça müziğe ve müziğin evrenselliğine daha da yaklaşıldığına inandığım içindi. Her bilgi, en başından itibaren yazılmıştır. Size düşen, merak ederek o yolculuğu bilinçli yapmanızdır. Eğer kabuğunuzdan sıyrılıp yola çıkabilirseniz, varlığınızın nereye gideceğine daha fazla inanırsınız. Böylece birleşmeye yönelik bir felsefe hâkim olacaktır. Bunun için önce sanat yapmak lâzım. Sanatın misyonu, insanlara bir şeyler kazandırarak, öz benliklerine ulaşmalarına yardımcı olmaktır.
Antalya’da çekimlerine başlanacak olan bu müzikal filmle ilgili detayları paylaşır mısınız?
Müzisyen olmam nedeniyle, sadece drama bir film olmayacak bu projemiz. Dansın ve müziğin de ağırlıkta olduğu müzikal bir film olacak. Filmin senaryosunu ben yazıyorum. Başrolde ben varım ve 7 bayan dansçı ana karakterimiz olacak. 7 kıtadan seçilmiş bale sanatçılarından oluşan ‘Rainbow’ dans grubu üyeleri başrol oyuncularımız olacak.
7 rakamı sizin için neden bu kadar önemli?
Filmde, Antalya Film Festivali’nde gösteri yapmak amacıyla gelen 7 kadın dansçının, Antalya’ya gelişleri, benimle tanışmaları ve bu 7 dansçının, 7 günde başından geçecek 7 ayrı aşk hikâyesini kaleme aldım diyebilirim. Filmin adı da Antalya “OQLUB in Love” olacak. OQ hecesi, Gökhan isminin “Gök” hecesinin Ön-Türkçe’deki karşılığıdır. OQ kelimesini benim artist sembolüm ve sanatsal markam olarak kullanıyorum. OQLUB için de, iki sene önce internet ortamında başlayan ve binlerce kişiye ulaşan bir sanat ve terapi kulübü diyebilirim. İnsanların ruhsal ve bedensel rahatsızlıklarını bilimsel ve sanatsal yöntemlerle tedavi etmeye çalıştıkları bu grup, yüz binlerce kişiyi müziğin evrensel çatısında buluşturdu. Bu ortamda uygulanan ritüeller, dans performansları, titreşimsel müzik terapileri, renk terapileri, nefes terapisi, aroma terapisi gibi birçok terapi yöntemini de içinde barındırıyor. OQ aynı zamanda kuantum anlamına da gelir ki, bu da maddenin enerjiye, enerjinin maddeye dönüşümüdür. 7 rakamına gelince; vücudumuzda 7 manyetik noktamız var. Bu noktalara 7 çakra adı veriliyor. Bedenimizde 7 temel enerji merkezi; Muladhara çakra - Kök çakra, Swadisthan çakra - Sakral çakra, Nabhi çakra - Güneş sinir ağı merkezi, Anahat çakra - Kalp çakra, Vishuddi çakra - Gırtlak çakra, Agnya çakra - Üçüncü göz, Sahasrara çakra - Taç çakra olarak isimlendiriliyor. Yaşadığımız tüm ruhsal ve bedensel rahatsızlıklar bu 7 ana çakramızla bağlantılıdır. Eğer çakralarımızın herhangi birisinde bir rahatsızlık varsa biz o çakranın bağlantılı olduğu salgı bezlerinin yaratacağı hastalıkları yaşıyoruz. Her çakranın bir rengi vardır ve bu renkler gökkuşağındaki renkler gibi diziliyorlar. Kırmızıdan mora doğru olan bu dizilişteki renk uygulamasıyla da terapi yapabiliyorsunuz. Beraberinde her çakra için aroma terapi devreye giriyor. Belirli bitkilerin aromatik kokularıyla da terapi uygulanabiliyor. Beyin-nefes teknikleriyle de bu tarz terapiler mümkün olabiliyor. O nedenle gökkuşağındaki 7 renk, 7 çakramız, 7 rakamının kozmik ve mistik anlamlarından dolayı bu felsefeyi en iyi 7 rakamının temsil ettiğine inanıyorum. 7 aynı zamanda Antalya’nın da plaka numarası ve bu da hoş bir tesadüf oldu.
Filmin platosu aynı zamanda da bir terapi merkezi olacak diyebilir miyiz?
OQLUB benim 2005 yılında kurduğum bir kulüptür. Şimdi onu ilk kez Antalya’da bir terapi merkezi olarak hayata geçirmeyi planlıyoruz. Biz iki yıldır her Ay evresinde internet ortamında buluşup, kulübümüzün üyeleriyle müzik üzerine, aşk üzerine ve aşk felsefesi üzerine terapiler uyguluyoruz. Şimdi bunu gerçek anlamda hayata geçirmenin de zamanı geldi. OQLUB 7 ilk kez Antalya’da hayata geçecek ve bunun devamında İstanbul, Berlin, Paris gibi şehirlerde de benzer terapi merkezlerini hayata geçirmeyi amaçlıyoruz. Antalya bu projeyi gerçekleştirmek için çok uygun bir yer. Antalya şehir olarak çok doğal bir platoya sahip, film içinde ihtiyacımız olan, adeta cennet mekânları diyebileceğimiz yerleri içinde barındırıyor.
Bu bahsettiğiniz OQLUB 7 projesine bir çeşit meditasyon mekanı diyebilir miyiz?
OQLUB 7’yi öncelikle bir mekân olarak tasarlayacağız. Bu mekân aynı zamanda filmimiz için de doğal bir plato olmuş olacak. Burada yaşanan olayları filmin senaryosuyla birleştirerek gerçeklerden yola çıkan bir film çekmeyi planlıyorum. Terapi kulüplerinde tedavi için meditasyon şarttır. Düşleyiş ve hayal kurma terapilerin birincil özelliğidir. Düşleyişle kendilerini sanal bir dünyada hayal eden grup, onlara dinleteceğim müzikler ve gerçekleştireceğimiz titreşimsel müzik ve dans terapileriyle birlikte insanların 5 duyusuna hitap ederek oluşturacağımız bu tedavi seanslarını aynı zamanda da bu filme aktarmış olacağız.
Filmin cast seçimleri Antalya’da mı yapılacak?
Elbette öncelikle Antalya’da olacak; ama Antalya’ya gelemeyenler başvurularını ‘oqlub@loopus.net’ resmi e-posta adresine yapabilirler. İlgilenenler, oyuncu, dans sanatçısı, müzisyen, solist, model, seramik, cam, heykel, illüstrasyon, resim, fotoğraf, grafik, animasyon, endüstriyel tasarım, takı tasarımı, geleneksel sanatlar, kostüm tasarımı ve film prodüksiyon ekibi branşlarında başvuru yapabilirler.
7 kadının 7 günde yaşadığı 7 aşk hikayesi derken, “aşk” olgusunu biraz daha öne mi çıkarmayı hedeflediniz?
Maneviyat ve aşk duygusu insana en iyi gelen şeydir. İyileşmenin ilk esası bence aşık olmak üzerine kuruludur. İnsanın inançlı olması gereklidir. Eğer bu inanç insanı aşık olmaya ulaştırıyorsa, o zaman gerçek anlamda iyileşmeye başlarsınız. İnsanları aşk düşüncesine ulaştırıp, aşık ruhlar haline getirmek birincil hedeftir. Bu yedi kadının o müzisyene aşık olmaları onları iyileştirecek olan şey… Bu aşk duygusundan sonra onlara club içersinde uygulayacağımız sanatsal performanslar onları tedavi edecek. Club içersindeki bu düşleyiş ve hayal ediş onların kendi ülkelerindeki hayatlarından alınan flashbacklerle harmanlanıp “aşkla” tedavi edilecek. Ve filmin sonunda daha sağlıklı bireyler olarak Antalya’dan ayrılacaklar.
Gelişen teknolojinin aşkın büyüsünü bozduğunu düşünüyor musunuz?
İletişim hızının artması, özlemi yok eden bir süreç oldu. Hemen ulaşılabilir olmak, insanlara özlemeyi unutturdu belki de. Birçok şey sanal olarak yaşanmaya başladı. Romantizm, bir aşk mektubu, o mektubu yazarken hissedilen duygular, arzulamak gibi romantik duyguları yitirmeye başladık. Dönüşüm başladı ve aşkın yöntemleri değişmeye başladı. İlişkilerin yöntemleri değişmeye başladı. Daha sanal olarak beyinde yaşanan bir duygu haline dönüşen aşkın sonucunda insanlar artık dokunmadan sevişiyorlar. Her şey nihayetinde beyinde hissedilen bir duygu bütünlüğü; ama organik olan ve insanı insan yapan bağı sanal iletişim hızı ortadan kaldırıyor. Siz eğer dokunduğunuzu hayal ederken dokunduğunuz şey bilgisayarın tuşlarıysa, o elektriklenmeyi hissedemezsiniz. Hem seksüel anlamda, hem erotizm anlamında aşkla hissedilen dokunma, elini tutma, saçlarını okşamak, göz göze gelmek gibi romantik olan olguların bizleri insan yapan ve aşkı ifade eden şeyler olduğuna inanıyorum. Aşk sanal ortamda yaşandıkça bence eksik yaşanıyor.
OQLUB 7’nin ana felsefesi de aşk üzerine mi kuruldu?
Fiziksel olarak bedenimiz yaşlanır; ama ruhumuz tam tersine yaşlandıkça gençleşir. Bunu yaşatan da aşkın sonsuzluğunun farkına varmaktır. Her yaşınızda bir aşk olgusu olmalıdır ve bu sizi ayakta tutan enerjidir. OQLUB 7 felsefesinde de aşkı 5 bölümde ele alıyoruz. Bu isimler “Aşk’la” (in Love) projemin başlıkları, internet üzerinden yaptığımız sohbet ve terapilerimizin isimleri, ayın evrelerine verdiğimiz isimler… İlk Aşk, Beni Buluş, Seni Buluş, Bizi Buluş ve Onu Buluş’la birlikte bu evreler hepimizin yaşamıdır. “İlk Aşk” dönemi dediğimiz 10 ile 20 yaş arasındaki dönemde karşımızdaki insanın çok da önemli olmadığı bir dönemdir. Bu yaşlarda bizler aşka aşık oluruz. Kafamızda yarattığımız bir hayali sevgili vardır ve o sevgiliyi o kalıbın içerisine sokmaya çalışırız. Aşkla yeni tanıştığımız için karşımızdaki insan bizim için mükemmellik ifadesidir. Tanıştığımız her insanı kafamızdaki sevgili hayaliyle örtüştürmeye çalışırız. Eğer o kişi hayalimize uymuyorsa ayrılıklar başlar ve aşk şarkıları ortaya çıkar. ‘Yerine Sevemem’ gibi, ‘Üstüme Basıp Geçme’ gibi şarkılarım da benim ilk ayrılık yaşadığım dönemlerimde ortaya çıkmış şarkılardır. Sonra neden bu acıları yaşadığımızı ve aşk denen şeyin neden bize bu kadar acı verdiğini sorgulamaya başlarız. Bu ayrılık sürecinin suçlusu olarak genelde kendimizi buluruz ve bu dönem “Beni Buluş” dediğimiz dönemin de başlangıcı olur. İnsanlar önce ilk aşkı yaşar ve deneyimler ardından kendilerini bulmaya çalışırlar. Eğer kendini bulmaya yöneldiysen “Beni Buluş” basamağındasındır. Bu dönem komplekslerimizden uzaklaştığımız, kendimizi bulduğumuz bir dönemdir. Bu dönemde yaşanan içsel hesaplaşmalar öncelikle kendimizi sevmemiz gerektiğini, kendimizi sevdikten sonra, ancak gerçek anlamda aşkı yaşayabileceğimizi ve karşımızdaki insanı olduğu gibi kabul edebileceğimizi keşfettiğimiz süreçtir. “Seni Buluş” ise kendini bulduktan sonra başkasını da sevebilme eylemidir. Artık kendini sevebiliyorsan karşındaki için var olmayı öğreneceksin. ‘Ben ve Sen’i buluş gerçekleştiyse eğer, artık “Bizi Buluş” aşamasına gelmişiz demektir. Aynı ışığa uçan pervaneler gibi olacağız. Kıskançlık, çekememezlik barındırmayan ruhlar olarak, ayrıcalıklı bir aşkla bakacağımız bir inanış olacak. Sonsuzluğun merkezinde olandan yani mutlak aşktan bahsediyorum. ‘Bizi Buluş’ evresinden sonra, artık evrensel aşk duygusuna ulaşıyorsunuz ve başka bir canlıyı sevebilmenin getirdiği bu olguyla süreç sizi “O’nu Buluş” a getiriyor. Ben artık Işık Çağı’na geçeceğimize inanıyorum. Bu yüzden insanlara umut ve aşk aşılayan bir proje gerçekleştirmem gerektiğini düşündüm.
ANTALYA OQLUB IN LOVE Filmi için cast seçmeleri 17 Temmuz 2011 saat: 10.00-17.00
AKM-Aspendos Salonu'nda yapılacaktır. Başvuru Branşları: Oyuncu-Dans Sanatçısı-Müzisyen-Solist-Model-Show Grupları
04 Haziran 2011
TAHSİN CEYLAN
Deniz tutkunları, ömür boyu yaşar mavinin sakinliğini… Mavi tutkusu da denizdeki devinimi görselleştiren bir tablodur onlar için…
Sualtı fotoğrafçılığı denince Türkiye’de ilk akla gelen isimlerden biri olan Tahsin Ceylan da mavi tutkunu bir deniz sevdalısı…
Onun sevdası bizimkiler gibi değil, bizim sevdamız da onun ki kadar coşkulu olamaz hiçbir zaman…
Denizlerin derinliklerinde, 200 metreden itibaren ışık yoktur ve karanlık başlar. Bununla birlikte derinliği Everest'in yüksekliğinden bile fazla olabilen okyanusların diplerine varıldığında rengarenk bir dünya ile karşılaşılır. Mavi tutkusu öyle bir sevdadır ki denizden uzakta olduğunda göğe bakıp denizi gören kişi Tahsin Ceylan…
Mavi bir ıssızlığın ortasında korkmak yerine yücelen sevgisiyle kucaklıyor denizi, maviyi, özgürlüğü…
“Poyraz” ismini verdiği kamerasıyla, suyun metrelerce altındaki ihtişamlı yaşama “merhaba” diyor sevgiyle…
“Fotoğrafçılığın sadece ekipmandan ibaret olmadığına inanırım. İyi bir ekipman birçok şeydir ama, her şey demek değildir. Çekeceğiniz fotoğrafın, yüreğinizde oluşturduğunuz görüntünün objektife yansıması olması gerektiğine inanıyorum. Kameranın arkasında duran yürek, her zaman finali belirler. Ve bu, benim hayatımda hep böyle olmuştur. Ruhum her zaman mavi sularda yıkanır" diyen Tahsin Ceylan’ı anlatmak için inanın bu satırlar yeterli değil…
Yüreğindeki tüm güzellikleri gözlerine yansıyan bir duayen, yaşama sevincini, direncini, umutlarını çevresine de yaymaya çalışan, ışığıyla bizleri de aydınlatan “Kaptan Cousteaumuz” Tahsin Ceylan…
Uzun aylardır bu söyleşi için Tahsin Hoca’mın yolunu gözlüyordum. Geçtiğimiz hafta dalış için Kemer’e geldiğini öğrendiğimde düştüm yollara… Rotamız Kemer Yat Limanı, sohbetimize ev sahipliği yapan da “North Star” teknesi…
-İsmi de fotoğraflarınız kadar anlamlı olan son serginizin adı niçin “Denizin Ruhu”?
Türkiye ve Dünya denizlerinden çektiğim görüntülerden oluşan sualtı fotoğraf sergim Ankara Esenboğa Havalimanında açıldı. TAV’ın sponsorluğunda hazırladığım sergi toplam 72 eserden oluşuyor ve büyük bölümünü Türkiye denizlerinin sualtı fauna, flora ve kültürel varlıkları teşkil ediyor. Ankara başta olmak üzere, İstanbul, Antalya- Gazipaşa, İzmir ve TAV’ın işletmesini yaptığı yurtdışı havalimanlarında da 45 günlük periyotlarda sergilenecek. Doğanın fırçası, en güzel ebrularını deniz suyunda boyar. Kıyı yakınında turkuvazken, akarsuların denize karıştığı yerlerde sararır, bulanır. Kış güneşiyle aydınlanan kutuplarda, cam yeşiliyle buz mavisi arasında gider gelir. Derinlere indikçe maviden laciverte değişir. Sonsuzmuş gibi görünen okyanus çukurlarında, sadece siyahtır. Okyanusların mavisiyle kuşatılmıştır kıtalardaki renkler. Tıpkı bir prizma gibi, okyanuslar da güneş ışığını çözümler ve renklerine ayırır. Kırmızının sıcaklığı ilk bir kaç metre derinlikte yok olurken, yüksek enerjili mavi derinlerdeki yolculuğuna devam eder. Dünyaya uzaydan bakanlar için burası, mavi bir gezegendir. Mavi yerkürenin hakim rengidir. Oysa, doğanın tüm bu yaratıcı çabası bir bardak suda kaybolur. Su şeffaflaşırken, sanki ruhunu kaybeder. Mavi, denizin ruhudur... Bu yüzden de sergimin adı “Denizin Ruhu”
-Sanatsal değeri olan fotoğraflar çekmek mi yoksa nesli tükenmekte olan canlıların fotoğraflarını çekmek mi size daha çok keyif veriyor?
Nesli tükenmekte olan bir canlının fotoğrafını çekmek benim için çok daha anlamlı ve keyifli diyebilirim. Sualtı fotoğrafçılığı hayatımda, beni en çok heyecanlandıran görüntülerin başında, Kaş'ta görüntülediğim ve "Princess" adını verdiğim denizatı gelir. Böylesine büyüleyici bir fotoğrafı, bir kez daha çekebileceğime asla ihtimal vermiyorum. Bir kez yaşa, bin kez hatırla dedikleri bence bu. Denizatları Akdeniz bölgesinde nesli tehlike altında olan canlılardan biri. 2002 yılında Kaş’da çektiğim bu denizatının erkek mi dişi mi olduğunu bilmediğim halde, ben fotoğrafa bakarak ismini prenses koymuştum. Yıllar sonra çektiğim o fotoğraftaki canlının gerçekten de dişi bir denizatı olduğunu öğrendim. “Princess” isimli o fotoğraf ulusal ve uluslar arası yarışmalarda bir çok ödül aldı. Ama en önemlisi 2005 yılında Amerika’da yapılan dünya denizatları yarışmasında büyük ödülü alarak 2432 fotoğraf arasından“dünyanın en iyi 10 denizatı fotoğrafı” ndan biri seçildi. Akdeniz fokları da yine nesli tükenmekte olan ve WWF tarafından koruma altına alınan canlılardan biri. 1997 yılında çektiğim Akdeniz Foku fotoğrafımı daha sonradan WWF afiş olarak kullandı. Bu çalışmalar benim için kelimelerle anlatamayacağım kadar anlamlı ve duygu yüklü…
- Akdeniz’deki balık popülasyonunda hızlı bir azalmadan bahsediliyor, sizin gözlemleriniz neler?
Çok doğru. Akdeniz’deki balık popülasyonu hızla azalıyor. Doğal evrim dediğimiz düzende, azalan ve yok olan balık popülasyonunun yerini “egzotik göç” dediğimiz Kızıldeniz kökenli canlılar almaya başladı. Akdeniz kökenli canlılar önlem almadığımız sürece günbegün yerini bu canlılara bırakarak yok oluyor. Özellikle deniz kirliliği de deniz canlılarının türlerinin azalmasında önemli bir faktör… Kirlilikten kastımız suyun üzerinde görülen ya da görülmediği için temiz olduğu düşünülen evsel atıklar değil. Asıl tehlikeli olan ve önlem gerektiren kirliliğe “okyanusların asitlenmesi” diyoruz. Birleşmiş Milletlerin 2011 yılı raporunda bu çok belirgindir ve Akdeniz bu konuda ön sıralardadır. Asit oranı arttıkça kabuklu canlılar (istakoz,yengeç gibi) bu asitlenmeden ilk etkilenen canlılardır. Onların kabukları bu asitlenmeye dayanıklı olmadığı içinde özellikle erişkin olamadan ölüm oranlarının arttığı tespit edilmiş.
Tahsin Ceylan: “ Kemer’in bütün kanalizasyonu Paris Batığı’na akıyor”
Deniz kirliliği dediğinizde paylaşmak istediğim bir başka olay da Kemer’de, dün akşam yaşadıklarımız. Kemer Yat Limanının 1,5 mil açığında bulunan Paris batığı aynı zamanda Türkiye’deki “En İyi 10 Dalış Noktası”ndan biri olarak seçildi. Birinci Dünya Savaşı sırasında batan geminin nakliye amaçlı kullanıldığı düşünülüyor. 1896 yılında inşa edildiği tahmin edilen gemi, üç güverte ve iki ambara sahip. Kıç taraftaki ambarda cephane bulunmakta. Yüzbaşı Mustafa Ertuğrul ve arkadaşları tarafından kıyıdan top atışıyla batırılan Paris savaş gemisi, suyun altında biblo gibi duran çok ender batıklardan birisidir. Yıllarca biz bu batığın görüntülerini çektik. Slayt çektiğim yıllarda üzerinde top vardı. Başka cephaneler vardı. Yıllar içinde bunlar çalındı. İşin daha da garibi geçtiğimiz yıllarda Kemer Belediyesi ilçenin arıtma ihalesini açıyor. Aslında 800 metre ileriden gidilmesi gerekirken kanalizasyon boruları, Paris batığının tam yanından geçiriliyor. Bu borunun yaklaşık bir yıl önce tam batığın yanındaki bölümü patlıyor. Belediyeye söylediğimizde, bize “ihaleyi alan müteahhit kötü malzeme kullanmış o yüzden olmuştur” dediler. Uzun aylardan sonra dün akşam yine Paris batığına bir dalış gerçekleştirdik ve ne yazık ki yaklaşık bir yıldır bütün bu ilçenin kanalizasyonunun Paris Batığının üzerine gelmiş olduğunu fark ettik. Biz dün akşam kokudan o kadar rahatsız olduk ki beş dakikadan fazla kalamadık ve yüzeye çıktık. Turizme bu kadar önem veren bir ilçe olan Kemer’deki yetkililerin bu olaya olan duyarsızlığını kınıyorum.
Ceylan: “Lüfer balığı, henüz lüfer olamadan tükeniyor, bitiyor”
-Sizce “Sürdürülebilir Yaşam” kavramı konusunda ne kadar bilinçliyiz?
İnsanoğlunun doymak bilmez bir iştahı var. Vahşi kapitalizm dediğimiz sistemi, bizler denizlerde yaşayan canlılara baktığımızda çok daha net hissedebiliyoruz. İnsanoğlu denizleri Tanrıların kendilerine bahşettiği tarlalar olarak görüyorlar. Mesela bazı balıkçılar bir foktan önce denizdeki balığın kendi hakkı olduğunu düşünüyor ve balıkçı diyor ki “fok benim balığımı yedi” Bu cümle aslında tüm yaşananların özeti gibi. “Sürdürülebilir Yaşam” kavramını Türk insanı henüz tanımıyor. İnsanlar tüketebilecekleri doğal besin kaynaklarını mutlaka nüfuslarıyla doğru orantılı bir şekilde planlamak zorundalar. Bu planlamalar içinde öncelikle ciddi AR-GE çalışmaları yapılmasını sağlamalılar. Türkiye’de nesli tehlike altında olan tür sayısı sürekli artıyor. Bunun nedenlerinin başında da koruma önlemleri almadan sadece tüketime yönelik alışkanlığımızdan vazgeçememiş olmamız yatıyor.
-Peki, bizler bu bıyıklı ve şirin Akdenizliyi "Akdeniz Foku'nu" ne kadar tanıyoruz ve yaşam hakkına ne kadar saygılıyız?
Akdeniz foku, yeryüzünde yaşamakta olan en nadir canlı türleri arasında. Yaşam alanında korunmasıyla ilgili olarak Dünya Doğayı Koruma Vakfı (WWF) öncülüğünde, dünya ülkelerinin birçoğunda özel koruyucu kanunlar çıkartıldı ve nesli ileri derecede tehlike altında… Akdeniz Foku’nun bugün bilinen yaşam alanları Türkiye ve Yunanistan kıyıları, Maderia Adaları, Moritanya ve Batı Sahra kıyılarıdır. En yoğun gözlendiği alan ise Türkiye ve Yunanistan kıyıları olup, bu alanlarda 300-400 bireyin yaşadığı tahmin ediliyor. Ülkemizde de sadece 50 civarında bireyin yaşadığı ifade ediliyor. Yeryüzündeki tüm popülasyonun da, 500-550 civarında olduğu sanılmakta...
Akdeniz Foku bir deniz memelisidir. Besinini denizden temin eder ve denizde çiftleşir; ancak doğurmak, dinlenmek, uyumak, yavrularını büyütmek ve güneşlenmek için karaya gereksinim duyar. Bu nedenle kıyısal alanda yayılım gösterirler. Nesillerinin tehdit altında olmalarının en önemli nedeni de, kıyı şeritlerinin insanoğlunun istilasına sürekli maruz kalmasıdır. Artan insan baskısı sonucu günümüzde foklar daha çok, insanların ulaşamadıkları mağaraları yaşam alanı olarak seçmekteler. Ancak Akdeniz Foku’nun kullanabileceği ve içerisinde yavrulayabileceği mağara sayısının sınırlı olması, bu türün üremesini de sınırladı. Ekolojik olarak hızla fakirleştiğimizi de düşünürsek denizlerde azalan besin, fokların da kolay besin teminini zorlaştırmakta... Yeterli besin bulamaması da, yine bir diğer tehdit unsuru foklar için. Ve hepimiz için mutlak bir gerçek var ki, o da “Akdeniz Foku’nu korumak, Akdeniz’i korumaktır”
-“Caretta Caretta” dediğimiz deniz kaplumbağaları da sanırım foklarla benzer bir kaderi paylaşıyor değil mi?
Gerekli koruma önlemlerinin çoğu bizim birinci bölge dediğimiz, önem taşıyan bölgelerde uygulanmıyor. Bu bölgelerde deniz kaplumbağalarını ve onların yumurtalarını bıraktıkları sahilleri korumak amacıyla daha birçok önlem alınabilir. Yasal olmayan kum çıkarma işlemi yumurtlama alanı olan kumsallarda durdurulmalı. Küçük ve yetişkin kaplumbağalar üzerindeki suni ışık kaynaklarının düzen bozucu etkileri üzerine daha fazla araştırma yapılmalı. Kumsalları kullanan yerli halk ve turistler için eğitim programları düzenlenmeli ve kumsal kullanımı için daha sert kurallar uygulanmalı. Ek olarak zararın fazla olduğu bölgelerde yuva koruma prosedürleri uygulanmalı. Balık avlanmasının neden olduğu deniz kaplumbağası ölümleri araştırılmalı ve gerekli önlemler alınmalı. Asıl odak noktası önem sırasına göre ilk sıradaki yuva alanlarına yönelmeli ancak diğer alanlar da koruma altına alınmalı. “Chelonia Mydas” daha kritik bir durumda olduğundan, bu türe özel koruma önlemleri alınmalı…
-Ülkemizdeki deniz canlılarıyla ilgili son veriler düşünüldüğünde ne durumdayız?
Ülkemizi çevreleyen denizlerde 5.000 civarında omurgasız, 450 civarında balık ve 400 civarında alg’in yaşadığı ifade edilmekte. Son yıllarda deniz balıkları faunasına yapılan ilavelerle birlikte 450’e yakın balık türünün Türkiye kıyılarında dağılım gösterdiği ve bu türlerin yaklaşık %61’i Atlantik-Akdeniz, %18’i Akdeniz endemik, %14’i Kozmopolit ve %7’si Kızıldeniz kökenli olarak belirlenmiş. Karadeniz balık faunasının da %75’i Akdeniz kökenlidir. Bu balıkların bir kısmı devamlı Karadeniz’de kalmakta, bir kısmı ise beslenme ve üreme amacıyla Akdeniz ile Karadeniz arasında göç etmektedir. Göç eden türlere örnek olarak Kılıç Balığı, Lüfer, Uskumru ve Palamut verilebilir. Son 50 yıldır Karadeniz’de meydana gelen ciddi ekolojik değişimler, pollusyon baskısı ve aşırı avcılık nedeniyle, pek çok balık türünün stokları belirgin şekilde azalmış durumda. 1950’li yıllarda sıklıkla rastlanan kılıçbalıkları, artık Karadeniz ekosisteminin en kırılgan balıkları arasında yer alıyor. Balıkların yanı sıra, sıcaklık ve tuzluluğun en uygun koşullarda bulunması nedeni ile midye ve salyangozlar gibi yumuşakçalara da sadece Karadeniz’de yoğun olarak rastlanıyor.
-Çevre projelerinde etkin rolü olan Mavi Tutku ekibindesiniz aynı zamanda. Geçtiğimiz dönemde ne gibi projeler gerçekleşti?
Geçtiğimiz yıl önemli projeleri hayata geçirdik. Öncelikle “Halikarnas Balıkçısı” Cevat Şakir Kabaağaçlı'nın “denizin en deniz olduğu yer” diye tanımladığı Gökova, yoğun çabalarımız sonucunda özel çevre koruma bölgesi ilan edildi. Azmak çayının hayat verdiği sularda yürütülen " Türkiye'nin deniz ve kıyı koruma alanları sisteminin güçlendirilmesi" çalışması ülkemizde ilk defa yapılıyor. Bu sürecin başından beri içindeydik. EKAD (Ekolojik Araştırmalar Derneği) ve Mavi Tutku ekibi olarak görüntüleme çalışmalarda bulunduk.Özellikle nesli tehlike altında olan Lahos,Orfoz ve diğer türlerin koruma altına alınması amacıyla balıkçılığa kapatılan deniz koruma alanlarında pelajik alanlar ve bentik alandaki makro canlıların fauna ve florasının tespitine yönelik yapılan çalışmalar kapsamında görüntüleme çalışmaları da yaptık. Bunun yanında Aralık 2010 ayında biri Mersin Bozyazı’da diğeri Kaş’ta bulunan ve yaşamsal tehlike sınırında olan iki yavru Akdeniz Foku SAD ve AFAG ekipleri tarafından yaklaşık 4 ay Foça’daki Akdeniz Foku rehabilitasyon merkezinde tedavi edilmelerinin devamında 2 Nisan günü Mersin Bozyazı’da doğaya bırakıldılar. Şimdi de özgürlüklerine kavuşacakları günü bekleyen iki yunusumuz var. Uzun süre Kaş’daki yunus havuzunda esaret altında tutulan ve daha sonra Fethiye’deki havuza nakledilen ve SAD-DEMAG(Sualtı Araştırmaları Derneği-Deniz Memelileri Araştırma Grubu) ve Born Free Foundation (BFF) ortak çalışmalarıyla 6 yıllık esaretlerine son verilecek olan iki Afalina yunusu Tom ve Misha… “Maviye Dönüş” projesi kapsamında Gökova’da (SAD Deniz Canlıları Rehabilitasyon Merkezi) uzman ekiplerce doğaya uyum rehabilitasyonları yapılıyor. Altı ay ile bir yıl arasında sürecek olan rehabilitasyon sürecinde yunusların doğal ortamda yaşamaya ve kendi çabalarıyla avlanma yetilerine kavuşabilmeleri durumunda geri kalan yaşamlarını mavi derinliklerde özgürce yaşamaları sağlanmaya çalışılıyor.
-Hayatınızı adadığınız “deniz ve mavi” kelimeleri size ne hissettiriyor?
Deniz ve mavi benim için paylaşmaktır.Tıpkı yaşamak gibidir paylaşmak. Bununla ilgili şöyle bir ifade içime işlemiş. Özellikle nesli tükenen canlıları en azından fotoğraflarla gelecek kuşaklara taşıyalım diye, kendimce bir nedenim var. Bu sulak gezegene bir vefa borcumuz var ve ben de bunu tanıyarak, tanıtarak gelecek kuşaklara aktarmaya çalışıyorum. Sevgini paylaş, kendini paylaş, bilgini paylaş diyoruz. Bu konuda şükranla andığımız Jacques-Yves Cousteau’nun yaşamıma etki eden bir ifadesi var. Bu söylemini bir kez daha hatırlayalım istiyorum. “Zevk satın alabileceğiniz bir şeydir. Ama neşeyi satın alamazsınız... Eğer kendiniz için bir şey alırsanız bundan keyif duyarsınız, size zevk verir. Ancak neşelendirmeyebilir. Bu bencilce bir tatmindir. Neşe paylaşmaktan gelir. Yaşamaktan neşe ve mutluluk çıkarmak için birkaç yol vardır. Birincisi elinizde olanı paylaşmaktır, ki bu sevginin göstergesidir. Bir diğer yol sevginin kendisidir. Bu sadece elindekini değil, kendini paylaşmaktır. Başka biri de evren ile ilgili bilginizi çoğaltmaktan geçer. Bilgi insanı büyütür ona yeni bakış açıları kazandırır ve ona sahip olan kişilere neşe ve mutluluk kaynağı olur. Başkalarını düşünmek için kendinizi unuttuğunuz her an neşeli ve huzurlu bir hayat tarzına ulaşırsınız...”
Tahsin Ceylan Kimdir?
Sualtı Sporlarına 1986 yılında Cankurtarma ve İlkyardım Eğitimleri ile başlayan Tahsin Ceylan, 1959 yılında Diyarbakır'ın Dicle ilçesinde doğdu. 1994 yılında Sualtı Fotoğrafçılığına, 1997 yılında ise sualtı video çekimlerine başlayan Tahsin Ceylan, şimdiye kadar Kızıldeniz, Atlantik Okyanusu, Pasifik Okyanusu ve Türkiye Karasularında, görüntüleme amaçlı sayısız dalış yapmıştır. Çalışmalarının ağırlık bölümünü Türkiye denizlerindeki sualtı yaşamını görüntülemek oluşturmaktadır. Tahsin Ceylan'ın 1995 yılında katılmaya başladığı ulusal ve uluslararası sualtı fotoğraf yarışmalarında çeşitli dallarda toplam 74, 1999 yılında katılmaya başladığı sualtı video çekimi yarışmalarında ise, toplam 18 ödülü bulunmaktadır. Bugüne kadar. "Mavi Derinliklerin Gizemi" adıyla dört, "Sualtından Türkiye" adıyla üç ve "Denizin Ruhu" adlı kişisel sualtı fotoğraf sergileri açmıştır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)